Sizinle bu defa üniversite personeli
diye anılan bir grup insanın hayatından bir kesiti, yaşadığım bir olaydan yola
çıkarak paylaşacağım. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada genç akademisyenlerin bir
sorununu gündeme getirdim. Bir iki cümleden oluşan görüşümü şu ifadelerle
açıkladım[1]:
Bugün, kimi hocaların derslerinin
bir kısmını asistan arkadaşlara yaptırdıkları gibi, kâğıtlarını da
okuttuklarını öğrendim. Gençler, "sû-i misal emsal olmaz" der
eskiler. Siz eskiden kalan kimi olumsuz örneklere aldırmayın. Hoca arkadaşlar,
işinizi kendiniz yapın. Dersi verdiğiniz gibi, öğrencilerinizin başarılarını
bizzat kendiniz değerlendirin; ölçme değerlendirme etkinliği eğitim-öğretim
sürecinin önemli bir parçasıdır. Asistanlara yük olmayın, olumlu örneklerle
model oluşturun ki onların da okumaya, kendilerini geliştirmeye vakti kalsın!
Bu paylaşım, kısa sürede gerek
üniversite içinden gerekse üniversite dışından oldukça beğeni, yorum ve eleştiri
aldı. Adeta karanlık mağaraya tutulan ışıktan rahatsız olan yarasalar gibi,
durumdan rahatsız olup eleştiriyi kişisel algılayan bir kısım akademisyenden inanılmaz
tepkiler yükseldi. Olsun, kimseyi hedef almadım, hedef göstermedim. Lakin, dostlarımdan eleştiride
bulunanlar, uyaranlar da olmadı değil. “Bunları yazıyor, durduk yerde şimşeklerin üzerine
çekilmesine neden oluyorsun” dediler. Nasıl yazmayayım dedim; üniversitelerimizdeki
gençler bir bilim uzmanlığı tezini bitirene kadar batılı bir üniversitedeki eşdeğer pozisyonda çalışan meslektaşları doktora tezi
yazıyor.
Yukarıda paylaştığım görüşlerden
dolayı Kars’tan Konya’ya; İstanbul’dan Ankara’ya; Tokat’tan Tekirdağ’a kadar
pek çok akademisyenden görüş, öneri ve değerlendirmeler dinledim/okudum. Bazıları
meslektaşlarım doğal bir refleksle adeta kendini savunurken, bazıları da
geçmişte yaşadığı olumsuzlukları dile getiriyordu. Haliyle, herkes konuları kendi doldurduğu
akademisyen koltuğundan ele almaya başlayınca, farklı değerlendirmeler ve bakış
açıları da ortaya çıkabiliyor. Kimi arkadaşlarımın altını çizerek söylediği
gibi, hoca asistan ilişkisi, usta çırak ilişkisine benzer; hoca rol modeldir.
Amenna, “özgün” ve “özel” olmak için kişi ve kişilik haklarına da özen
gösterilmesi gerekiyor.
Bundan yaklaşık 25 yıl önce,
kütüphanelerde kaynak araştırmak yerine kahvehanelerde okey oynayan üniversite
hocalarına ilişkin görüşlerimi bir ulusal gazetede paylaşmıştım. Aldığım tepkilerin,
yediğim zılgıtların haddi hesabı yoktu! Derken, bir akademisyenin “okey
oyuncuları argosu” diye bir çalışması yayımlanmasın mı?[2] Arkadaşlarımın patlattığı espriler gün gibi kulağımda…
Her neyse, ben o günden bu güne yazmaya,
bildiklerimi söylemeye devam ediyorum; yaşanan süreçlerde gençlerin ve bilimsel
tutumun yanında olmaya gayret ediyorum. Hoca sınıfının artık baygınlık getiren
kimi mazeretlerini ve eleştirilerini de yaratandan ötürü hoş görmeye
çalışıyorum.
ÖYP’ye başvurmayı düşünen arkadaşlarım
Biz üniversiteliler, asistan
lafını pek bir benimsemişiz. Bizden öncekiler yer yer işin suyunu çıkarınca da 2547
sayılı yasa, asistan yerine araştırma görevlisi unvanını getirmiş. Bu unvanı
günlük jargonda pek azımız kullanıyoruz. Hele, “Benim asistanım…” ifadesi
bazılarının diline pelesenk etmiş, pek bir hevesle kullanıyor.
Üniversitede öğretim elemanı
olmak toplumda ne bir ayrıcalık ne de bir meslektir. Hangi alanı seçerseniz
seçin, aslında bir yaşam biçimini de seçmiş oluyorsunuz. Bakmayın, etrafta öyle
afralı, tafralı gezen; gücünü bilgisine değil de unvanına yaslayan, “Ben Prof./Doç…” bilmem kim diye telefona
sarılan, çevresindekilere gösteriş yapan seçkinci elitistlere (bazılarına göre
de üniversiter ochlokratlara?). Akademisyenlerin, bilim insanlarının dışarıdan
görülen pırıltılı yaşamlarının ardında, aslında ideallere adanmış hayatlar
gizlidir.
Öğretim elemanının hayatı öyle dışarıdan
görenlerin özendiği yahut hayal ettiği gibi, o kongre senin, bu kongre benim, şehir
şehir veya ülke ülke dolaşmakla geçmez. Kanmayın siz kimilerinin sosyal medyada
paylaştığı fotoğraflara veya kimi gala yemeklerinde bir iki kadeh fazla
kaçırdıktan sonra ballandıra ballandıra anlatılan gençlik anılarına veya dost
sohbetlerinde abartıya kaçan methiyelere…
Akademik hayat, adeta neon ışıklarının aydınlattığı bir dünya değil;
kendi kabuğunda itikada çekilmiş akademisyenlerin otodidakt öğrenme, araştırma
ve sonuçlarını paylaşma çabasıyla sürdürdüğü sıkıntılı bir süreçtir. Sıkıntılı
bir süreçtir, çünkü zihninin bir yanında tamamlaması gereken rapor veya her
hangi bir çalışma ile yatıp kalkan akademisyen; öbür yanda ayın sonunu
denkleştirmenin hesabını yapar uzun süre… Evde çocuklar gezme, meslek dışındaki
eşler de tatil ister. Hoca da yaptığın çalışmada kullandığın kaynaklar neden
güncel değil diye sorar. Yüzlerce sınav kâğıdı,
ödevler, dersler derken uykusuz geçen gecelerin sabahında her yeni günün koşuşturmasına
agrafla tutturulmuş gibi duran akademisyeni kim bilir hangi yeni macera bekler.
Öğretim elemanı, araştırmacı
kimliği ağır basıyorsa, kendini öğrenci yetiştirmenin yanı sıra bilimsel bilgi
üretmeye adamışsa, sosyal hayattan kopuk; pek çok gecenin ışığını güneşin
ışıklarına ulayan; bir okumanın başka bir okumayı zorunlu hale getirdiğinin
bilincinde, hayatını sınırlı ekonomik gelirle idame ettirmeye çalışandır. Evinin
kirasını, çocuğun okul taksitini yurt dışından getirteceği bir kaynağın
parasını düşünerek denk bütçe yapmaya gayret eden; hâsılı kelam, ağuyu bal
eyleyendir.
Hep örnek gösterilen gelişmiş (?)
üniversitelerde görev yapan öğretim elemanlarına göre misliyle ders verip uygulama
yapmak zorunda kalmasına karşın, okuma yazmayı, hayatlarını laboratuvar,
kütüphane, derslik aralarında geçirmeyi ve buralarda kıt kanaat imkânlarla üretilen
bilimsel bilgileri paydaşlarının yararına sunmayı yaşam biçimi olarak
seçenlerin hayat tarzıdır. Bu döngünün dışına çıkmaya çalışanlar, akademik
hayattan yıldız gibi kayıp gider gitmesine de ellerinden tutan bile çıkmaz.
Üstüne üstlük, üniversitenin tanımını yapmaktan aciz, belki üniversitenin
havasını teneffüs edememiş olmanın biriktirdiği kin ve hasetle üniversiteyi
eleştirenlerin afra tafralarına maruz kalır.
Gençlerin akademik kariyer
yapmaya karar verirken, bu durumu göz önüne almasının yanı sıra, gelip geçici heveslerinin
yerine ilgi ve yeteneklerine en uygun olan meslekleri ve çalışma ortamlarını
seçmeye özen göstermesi yararlarına olacaktır. Çünkü akademik yaşam tarzını
benimsemekte güçlük çekenler veya akademik hayatını sosyal hayatın cazibesine
paralel yaşayanlar sürecin bir noktasından ileri gitmekte sıkıntı çeker;
hazırdan tüketmeye başlarlar. Bu kısır döngü ruh sağlığının bozulmasına,
kifayetsiz muhteris akademisyen profillerinin doğmasına neden olur.
Akademik hayatın radyo tv
programları, kongre, bilgi şöleni gibi etkinliklerin ön gösterimlerinin basınla
paylaşılan ışıltılı kısımlarına özenen heveskâr gençlerin üniversite hocası
olma hayallerine tam da bu noktada, son vermesini ve başka kariyer planı
yapmalarını öneririm.
Ebeveynlere de bir çift sözüm
olacak. Eğitim sistemimiz, okullarımız “Bizim evlat, bir şey olamadı bari
öğretmen olsun” mantığı ile hareket edildiği ve eğitimcilerin değil de
siyasilerin düzenlemeleri ile beyhude yere istihdam edilen niteliksiz
öğretmenlerin katkısıyla neredeyse çökme noktasına geldi. Evlatlarımız
okul-dershane-özel ders üçgeninin dışına çıkıp, hobi edinememiş; hayatın
gerçeklerinden uzak bir şekilde, adeta sudan çıkmış balık misali hayata
başlıyor. Artık “Bizim çocuk mezun oldu; akademisyen olsun” mantığını bir yana
koyalım. Bu görüşler ile bilim bağdaşmaz. Bir şekilde büyük bir hevesle
üniversiter kadro aldıktan sonra klasik memur zihniyeti ile mesai yürütmeye
kalkanların serencamı hiç de parlak olmuyor. Hayatta çok başarılı olabilecek
gençleri üniversitelere tıkıp akademisyen, bilim insanı yapmak mümkün değil. Bu
nedenle akademik hayatın pırıltısına heves eden ebeveynlerin de gençler gibi
kısa sürede hayal kırıklığına uğrayacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek
yok.
Akademik kariyer sürecinin
sağlıklı bir şekilde yürümesine engel olacak, hayal kırıklıklarına yol açacak,
pek çok nedeni bir çırpıda sayabilirim, ama saymak istemiyorum. Biliyorum ki
elmas, baskı altında değer kazanan bir kömür parçasıdır.
Üniversitelerimizin,
akademisyenlerimizin içinde bulunduğu çalışma hayatını, kısır döngüyü iyi
gözleyen başarılı öğrencilerin gözü korkuyor. Akademik kariyere başvurmadan önce
iki defa düşünüyor. Bir yanda idealleri, öte yanda cüzdanı. Akademik personelin
maddi durumunun cezbedici olmaması bir yana, gençlerin akademik yükselme
basamaklarında yaşadığı onca sıkıntı ve olumsuzluklar öbür yana…
Yeri gelmişken, ülkemizde üniversitenin
durumunu ve öğretim üyelerinin fikirsel ve kişisel yetersizliklerini kamuoyuna
açıklama cesaretini gösteren ilklerden biri olan Prof. Dr. İlhan Arsel Hoca’yı
da “Biz Profesörler”[3]
adlı kitabı nedeniyle bir kere daha rahmetle anıyor; mesleğe yeni başlamış genç
hoca adayları ile de kimi ipuçlarını paylaşmak istiyorum.
Hoca öğrenci ilişkisi
Üniversite bitip asistan olarak
başlayınca hiç birimizin başı göğe ermedi. Onca sınava girdik, tam bir oh
diyecek, nefes alacak zamanı özledik, derken hayatın yeni başladığını gördük. Öğrenciyken
yere göğe sığdıramadığımız kimi hocaların arka bahçelerinin düzenini gördük.
Bazılarının bahçevanları çok mahir; bazıları da bahçevansız şövalyeler olduğunu
öğrendik. Arka bahçenin tertip ve düzeni, akademik hayata aynen yansıyor ve
hoca öğrenci/asistan ilişkisinde belirleyici oluyor; her iki tarafın kişilik
özellikleri ve bu özellikler de kurulan ilişkinin niteliğini arka bahçenin
tanzimi belirliyor.
Üniversite hocalarının öyle haşin
duruşları, ulaşılamaz pozlarda gezinmeleri sizi yanıltmasın. İlişkinizi korkuya
değil; karşılıklı saygıya dayandırın. Dünyaları bildiğini düşündüğünüz
hocalarınızın da sizin gibi ete kemiğe bürünmüş olduklarını, herkes gibi bir
yaşam sürdürdüğünü, her şeyi bilen yerine, size göre daha deneyimli olduklarını
unutmayın; onların egolarını şişirip bir de siz unutturmayın. Korkularınızın
zihninizde yarattığınız sanal yükler olduğunu ve gece gündüz bunları taşıyarak
yorgun ve bitap düşmenin anlamı, gereği olmadığını öğrenin. Öğrenin ki ruhunuz
da bedeniniz de boşuna gereksiz yük taşımasın.
Akademik/bilimsel ilişkilerde hoca
olanın, yani akademik kariyer olarak daha önde olanın baskın olmasının ve karar
mekanizmasında belirleyici olmasının yadırganacak bir yönü olmasa da olayı iki
taraf için de “ego tatmini” boyutuna taşımamakta; eğen bu mümkün değilse rekabetin
en aza indirgenmeye çalışılmasında sayısız yarar görüyorum. Rekabetin akademik
rekabet dışına taşırılmaması, cinsiyetlerin ve yaşların yarıştırılmamasında
sayısız iyilikler görüyorum.
Öğrenci/asistanlara
kaldıramayacakları yükleri, sorumlulukları verip; onların öğrenme süreçlerinde
yer yer başarısız olduklarını görmek bazı hocalarda aşırı bir tatmin duygusu
yaratır. Bu durum bir yanda ilişki zincirinin dışındaki hocaların ve
meslektaşların zihninde gençlerin yetersiz oldukları algısını oluşturur; öte
yandan da gençlerin hocaya karşı sürekli bir savunma mekanizması geliştirmesine,
isyan etmesine neden olur ki bu durum da meslekten kopmalara, mesleki
tükenmişlik duygusunun yaşanmasına neden olur. Gençlerin ruhsal olarak
tükenmelerine neden olan, öğretim elemanını da yeni asistanlar aramaya götüren bu
kısır döngü içinde söylenmek, sızlanmak da durumu değiştirmez. Tek güç
gençlerin aklı ve ruhudur. Bunu koruyup, kollamalı, öğrenmenin bir nimet olduğunu
bilip, ona göre hareket etmelidir. Gençlerin maruz kaldığı yıldırma, sindirme
operasyonlarına karşı cesur, sabırlı ve metanetli olmalarını öneririm; cesaret,
korktuğu halde eyleme geçebilme edimidir.
Dünyanın en kötü şeyi olan can
sıkıntınızı sosyal hobilerinizi geliştirerek ortadan kaldırmaya bakın.
Sir Isaac Newton (1643-1727), “Eğer
kayda değer bir buluş yaptıysam, bunu herhangi bir yetenekten çok sabra
borçluyum”[4]
diyor. Kimsenin sizi “başarısız” diye yaftalamasına izin vermeyin. Pes etmeyin.
Hayallerinizin peşinden gidin ve kimse size inanmasa dahi siz umudunuzu
yitirmeden başarabileceğinizi kanıtlayın. Bu süreçte de kimi zaman kaybetmekten
korkmayın; asıl başarısızlığı, vazgeçtiğinizde yaşayacağınızı hatırınızdan
çıkarmayın. Başarı ile başarısızlığı ayıran ince çizginin azim ve emek arasında
olduğunu unutmayın. Gelecek yaşamınızda, bugün fırsatınız olduğu halde
yapmadığınız şeylerden dolayı pişmanlık duyup “keşke” dememek için verilen
fırsatları iyi değerlendirin. En çaresiz anlarda bile çarenin kendinizde
olduğunu unutmayın.
Yaşanan olayları değerlendirirken
nereden baktığınız çok önemli. Zaten herkesi memnun edemezsiniz; o nedenle de kimi
tepkileri normal karşılayın; bırakın, olumsuz bakan olumsuz görsün. Etraftaki herkes
olumsuzu görürken siz, hayata olumlu yönlerinden bakın ve gözünüzün önündeki
mucizelerin farkına varın; şikâyet etmek yerine şükür etmeyi de öğrenin.
Arkadaşlarıma da şunu hatırlatmak isterim
Kendini hoca olarak gören çok değerli
arkadaşlarıma da şunları hatırlatmak isterim. Günlük hayatın koşuşturmacası
içinde, Isaac Newton deyişiyle, “Çok fazla duvar ve gereğinden az köprü inşa
ediyoruz.[5]”
Biliyorum; öğrenmenin son durağı yok. Hepimizin kendimize göre doğruları var ve
bu doğruları yerine getirmek için cesurca adımlar atıyor, çalışıp çabalıyoruz.
Yaşadığımız sorunlardan kaçmak
yerine, onlarla yüzleşmeyi denesek. Bazen, belli bir ön çalışma yapmadan,
deneyim kazandırmadan doğrudan ders vermeye gönderdiğimiz gençlerin içinde
kanat çırpan kuşu görmeye çalışsak. Dönem sonu yoğunluğu içinde kimi zaman soru
hazırlama ve değerlendirme ölçeğinin oluşturulmasına eşlik etmeyen deneyimsiz
bir öğrenciye/asistana sınav kâğıdını okuma görevi verirken, verdiğimiz görev
ve sorumluluğun sonra onda tükenmişlik duygusu yaratabileceğini; sınav evrakını
gereken olgunluk ve hassasiyette değerlendiremeyebileceğini bir düşünsek. Gençlerle
şöyle bir empati kurarak düşünsek, dönemin sonunda sınav kâğıdı okumaya çalışan
gencin zihninin dönem sonuna yetiştirmesi gereken seminer ödevleriyle dolu
olduğunu; kendi özel hayatındaki fırtınaların henüz dinmediğini göreceğiz.
Sonuçta biz de o da rahatlayacak.
Gençlerin yaptığı işin
sorumluluğunun bilincine varması için akademik süreçlere dâhil edilmesi
gerekir. Ne kadar zeki, yetenekli ve çalışkan olursa olsun, onlara yaptıkları
işi sevdirmeyi, mesleğin ilk yıllarında işlerine tutku ile bağlanmaları için
gönül kapılarımızı açmamız gerektiğine inanıyorum. Akademik kariyer sürecinde
pek çok zeki insanın, sevgi eksikliğinden başarısız olduğuna pek çok kez şahit olmuş
biri olarak bunları söylüyorum.
Sevgi, bir duvarı örmek için üst
üste koyulan tuğlaları yapıştıran, onları bir arada tutan harç gibidir. Daha az
bilgili ve görece olarak daha az yetenekli gençlerin, sevgi ve tutku ile
bağlandığı işlerde, daha zeki olanlara göre daha başarılı olabildiklerini
unutmayalım. Albert Einstein’ın deyimiyle, “herkesin dahi olduğunu, ama balıkların
ağaca çıkma yetenekleriyle değerlendirilmeleri halinde ömür boyunca aptal
olarak kabul edileceklerini” unutmayıp, gençlere bu düsturdan sevgi ve anlayışı
ihmal etmeyelim.
Bir asistan/öğrencinin hocası ile
yaptığı veya yapacağı çalışmanın amacı ve çıktıları hakkında somut olarak bilgi
edinmeli; yapılan işin yöntem ve tekniğini usta çırak ilişkisi içinde zamana
yayarak öğrenmelidir. Aksi halde genç birinin başlı başına karmaşık bir süreç
olan akademik hayatta başarılı olamama kaygısı ve bu kaygıya bağlı olarak,
kendini koruması ve mevcut pozisyonunun zarar görmemesi için olumsuz ruh hali
içinde geliştireceği doğal savunma reflekslerinin ve psikolojik yıpranmanın önüne
geçilmesi mümkün olmayabilir. Yaşanan olumsuzlukların erken dönemde fark
edilmemesi nedeniyle, ruh sağlığı bozuk; olur olmaz konuya tepki gösteren,
çocuk gibi küsen koca koca hocalar yetiştiririz.
İstenmedik durumlarda bile,
deneyimli olan hocanın, daha genç olan öğrencisini anlayışla dinlemesi; sorunun
kaynağına inerek çözüm üretmeye çalışması gerekir. Süreçte tekdir yerine takdir
etmek daha olumlu sonuçların alınmasına yardımcı olur.
Gençlere sabrı aşılamak için
onlara sevginizi hissettirmenizi ve başarısız diye yaftalamadan önce
başaracaklarına olan inançlarını, vereceğiniz küçük ama anlamlı desteklerle
göstermenizi deneyimlemenizi ve bunun hazzını tatmanızı isterim.
Çözüme yönelik önerim
Gençler, karar vermeden önce
hangi üniversitede neden görev almak istediğinizi iyi analiz edin. Sonra geçmişin
anıları ile vakit geçirmeyin.
Unutmayın ki ülkemizde sayısı
hızla artan üniversitelerde pek çok eğitim ve bilim emekçisi hemen her gün farklı
serüvenleri yaşıyor. Yaşananların zaman zaman şirazeden çıktığını, tahammül
sınırlarını zorladığını da görüyor; kimi istenmedik durumlara tanıklık
edebiliyoruz. Sosyal medyadaki küçük bir paylaşımın yurdun dört bir yanından
ses getirmesi, bu durumun açık bir göstergesi adeta…
Üniversitelerdeki çalışma
hayatının verimsizliğini, kısır döngülerin kırılması gerektiğini hemen herkes
söylüyor. Yeni bir yükseköğretim yasası hazırlanırken, yaşanan bu
olumsuzlukların da göz önüne alınmasının ve sistem içinde sorun oluşturan
hususlara ciddi bir ampütasyon yapılması gerektiğinin, üniversite çalışma hayatına somut ve nesnel ölçütler getirilerek çağ dışı kalanlara depritman ve
greftleme işlemi uygulaması yapılmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
Post scriptum
1. Fotoğraflar sanal ortamdan alınmıştır. 2. Bu sayfalarda inandığım doğruları
dile getirmeye çalışıyorum. Çıkış noktam kimi yaşanmışlıklar olsa da ne kimseyi
anlatıyor, ne de hedef gösteriyorum. Zaten ülkede kimse diğerinden daha akıllı
değil; herkes olup bitenin farkında; şapkayı önüne koyup durum değerlendirmesi yapacaklar
yapsın. Prof. Dr. Celal Şengör de Fatih Altaylı’ya yazdığı mektupta; eğitimimizin, haliyle ülkemizin, milletimizin
geleceğinin çalındığını haykırarak anlatıyor. (Gazete Habertürk,
16.07.2014). Yazdıklarımla, sosyal medyadaki paylaşımlarımla kimi girdaplara
ışık tutmak suretiyle sürç-ü kalem eyliyor; birilerini kızdırıyorsam da ne gam;
anlayana kıssadan hisse!
[1] Mustafa
Çakır (2014.06.19). https://www.facebook.com/tschakyr (son erişim: 20.06.2014).
[2] Benzer
yayın için bkz.: Erdal Şahin (2002). Okey oyuncuları argosu. İçinde: Emine
Gürsoy-Naskali, Gülden Sağol (Yay.). Türk Kültüründe Argo.Haarlem: Sota
Yayınları, s. 93-102. URL: http://turkoloji.cu.edu.tr
/YENI%20TURK%20DILI/erdal_sahin_okey_oyunculari_argosu.pdf (son erişim:
26.06.2014).
[3] Bkz.: İlhan
Arsel (1997). Biz Profesörler. 4. Baskı. İstanbul: Kaynak Yayınları. ISBN:
789753432099
[4] Isaac
Newton Sözleri. http://www.resadonya.com/isaac-newton-sozleri (son erişim: 26.06.2014)
ve ayrıca bkz.: BBC-History: Historic Figures: Isaac Newton (1643-1727). http://www.bbc.co.uk/history/historic_figures/newton_isaac.shtml
(son erişim: 26.06.2014)
[5] İlk yer.