21 Ekim 2019 Pazartesi

Eine relevante Eintrittskarte für ein besseres Leben

Unser Bundesland Bayern wird immer internationaler und bunter. Hier bestimmt die soziale Herkunft in stärkerem Maß über den Schulerfolg als in vielen anderen Ländern. Es fragt sich nun, wie die Schere zwischen den Bildungschancen der benachteiligten und der privilegierten Schüler kleiner wird. Die Kinder aus neuen oder schon lange hier lebenden Bürger haben hier in Bayern gute Erfolgschancen. Alle Kinder und Jugendliche erhalten gleichen Zugang zu hochwertiger Grund- und Sekundarbildung. Um den vorzeitigen Schulabbruch zu verhindern, sollten jedoch einige Maßnahmen getroffen werden.

Damit die hier geborenen Kinder mit Migrationshintergrund in den Schulen, in denen viele benachteiligte Schüler versammeln, bessere Bildungschancen haben, sollten die Eltern, die nicht imstande sind, ihre Kinder zu Hause selber sprachlich und pädagogisch zu betreuen, im Vorschulalter die nötigen Maßnahmen treffen und ihre Kinder mit über 4 Jahren in den Kindergarten bringen, damit sie neben der Herkunftssprache gute Deutschkenntnisse erwerben, denn wer nichts versteht, kann sich nicht verständigen und wer sich nicht verständigen kann, tut sich schwer, ihre schulischen Aufgaben zu erledigen.

Im Kindergarten, wo Gleichaltrige mit Gleichaltrigen spielen und gemeinsam die Welt entdecken, wird nicht nur Sprache, sondern auch eine ganz neue Lebensform, Kulturen und Sitten gelernt, Freundschaften geschlossen und die Kinder eignen sich an ein interkulturelles Leben.

Vor dem Kindergartengehen ist es wichtig, Abschiedsdramen zu vermeiden und den Kindern klar mitzuteilen, dass es ihnen dort gut gehen wird und gut betreut werden, sogar sie dort selbständig zur Toilette gehen können und ein gewisses Zeitverständnis beibringen, “ich bleibe hier ein bisschen um zu spielen und meine Mama oder mein Vater holt mich danach wieder ab. Nachmittags gehört uns als Familienzeit” usw.

Den Eltern, welche ihre Kinder zu Hause zu betreuen beabsichtigen, wird es empfohlen, in bestimmten Zeitabschnitten auf organisierten Arbeits- und Spielgruppen zu gehen, und die Selbstbetreuung zu Hause nur als eine Notlösung zu sehen, denn wenn die Kinder aus bildungsfernen Familien zur Schule kommen und bis zur Einschulung zu Hause betreut werden, weisen gegenüber Kita-Kindern häufiger Defizite auf. Die Eltern, die sich in finanzieller Not befinden, haben auch die Möglichkeiten, Zuschüsse vom Staat für den Kita-Platz in Anspruch zu nehmen.

Damit auf die Bedürfnisse der Kinder eingegangen werden können und die Kinder später starke, selbstbewusste Erwachsene werden können, sollte dieser Kindergartenbesuch nicht abgewertet werden. Parallel zu dem Kindergarten wäre es von Vorteil, den Kindern zu Hause auch die Herkunftssprache beizubringen, mit den Kindern Bücher in der Herkunftssprache lesen, denn die Herkunfts- bzw. Muttersprache ist ein wesentlicher Teil der persönlichen Identität von migrationsstämmigen Bürgern und der Gruppenkultur.

Mit dem Wechsel vom Kindergarten in die Schule schließen Kinder in der Regel innerhalb kürzester Zeit eine Menge neuer Freundschaften. Dort merken sie die fehlende Anerkennung ihrer Herkunftssprache. Auch dort sollte ihnen die Möglichkeit gegeben werden, ihre von den Eltern lückenhaft mitgebrachte Familiensprache zu ergänzen. Die Schule sollte ein Ort, an dem die Kinder aufwachsen und ein Grundgefühl von Geborgenheit und Identität spüren und die Verbindung von räumlicher und sozialer Sicherheit haben.

Wenn dem Kind implizit oder explizit die Botschaft vermittelt wird “Lass deine Sprache und Kultur vor dem Schultor!” dann lassen die Kinder einen wesentlichen Teil ihrer Identität vor dem Schultor.  Die Gefahr liegt dann nahe, dass sie weniger aktiv am Unterricht teilnehmen, sich schlechter mit der Schule und der Gesellschaft identifizieren, sich minderwertig fühlen und Schwierigkeiten haben, eine stabile Identität zu entwickeln.

Die Sprache ist deshalb ein wichtiger Teil der persönlichen Identität und in diesem Sinne wäre sie unter anderen eine relevante Eintrittskarte für ein besseres Leben unter dem Himmel der bunten Bayern.

Ps. Dieser Artikel wurde in der deutsch türkischer Zeitschrift Ari-Magazin (www.ari-magazin.de) herausgegeben. Mustafa Cakir (2019). Eine relevante Eintrittskarte für ein besseres Leben. Arı: Deutsch türkisches Magazin für Berichte, Reportage, Kommentare. 24. Jahrgang: Juli-August-September, Ausgabe 121. 2019, s. 28.

20 Ekim 2019 Pazar

Avrupa deyince


Avrupa deyince bazılarımızın zihninde adeta bir masal ülkesi canlanıyor. Türkiye’de yaşayanların bir kısmı, bir milyonu aşkın evsizin yaşam mücadelesi verdiğinden habersiz, zihinlerinde canlandırdığı bu sanal âlemdeki insanların bilim, kültür ve sanatın zirve yaptığı bir dünyada gönüllerince yaşadığını hayal ediyor.

Yaklaşık 750 milyon insanın yaşadığı ve Avrasya’nın 1/5’ini oluşturan Avrupa kıtasında 5 Mayıs 1949 senesinde Londra Antlaşması ile kurulan Avrupa Konseyine dâhil olan 47 ülke ve 820 Milyon nüfus yaşıyor. 28 ülkenin yarım milyardan fazla nüfusuyla oluşturduğu Avrupa Birliği denen ve bir türlü Avrupa Birleşik Devletleri yapısına evrilemeyen, toplumsal ve sosyal sorunlara çözüm üretme konusunda çaresiz kalan stagnant (durgun) bir örgüt var. Bu kara parçasında yaklaşık 111 milyon nüfus yoğunluğu Londra’dan Roma’ya yay gibi çizilen hat üzerinde yaşıyor[1].

Şimdi bu kadar farklı ülkelerden, onca kültürlerden milyonlarca insanın bir şemsiye altında toplanmasıyla oluşan Avrupa’ya toptan bir güzelleme yapmanın anlamsız olduğu da gün gibi aşikâr. Bu nedenle Avrupa sevdası ile yanıp tutuşanlara “Hangi Avrupa?” diye sormak, abesle iştigal olmaz sanırım.

Avrupalıların ortak bir kültüründen söz etmek zor olsa da Batı Kültürünün ortak kaynağının Hristiyanlık inancı olduğu söylenebilir. Hristiyan batı kültürü birbirinden farklı ögeleri birbirine ustalıkla bağlarken, ekonomik altyapısında Hindistan, Latin Amerika ve Afrika’daki sömürgecilikten doğan madunlarının katkısı olduğunu da unutmamak gerekir.

Avrupa halkları kendi içinde ayrışsa, bile Doğu dünyasına karşı her dönemde bir araya gelmekte zorluk çekmemiş; ortak tarihe önemli katkılar yapmıştır. Her yaşanan olaydan sonra siyasi çıkarlarının dini karakterlerinin önüne geçtiğini anlayan Avrupalılar, yeni diplomatik ilişkiler ve stratejik hamleler ile devletler arasında ki siyasi ilişkilerde özellikle politik güç dengelerine dayalı küresel bir yol izlemelerine zemin hazırlayacak bir politika geliştirmiştir. Bu anlamda geçmişte yaşananlar, geleceğe yön vermeye yönelik bir anlayışa dönüşmüştür.

Özellikle 15-16. yüzyıllardaki İtalya’da sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta Orta Çağ ve Reformasyon arasındaki dönemde Rönesans hareketlerinin öne çıktığı görülüyor. Bu süreçte Antik Yunan filozofları ve bilim insanlarının çalışmaları çeviri yoluyla Avrupa’ya getirilmiş; bilimsel tutumun getirdiği uyanışa bağlı olarak 16. yüzyılda Katolik kilisesine karşı dinsel bir reform hareketi ortaya çıkmıştır. Otuz yıl, seksen yıl birbiriyle savaşan devletler Vestfalya Barışı ile Roma-Vatikan merkezli birleşik Avrupa’dan ulusal devlet merkezli, parçalanmış bir Avrupa’ya evrilmiş; bugünkü yapının temelleri atılmıştır.

Bütün bu gelişmeler, Albert Sorel’in “Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler kaçınılmaz olur.” sözünü doğrularcasına, 18. ve 19. yüzyıllarda yapılan yeni buluşların üretime olumlu yansımasıyla buhar gücüyle çalışan makineler icat edilmiş; bu yolla endüstriyel faaliyetler gelişmiş ve Avrupa’da sermaye birikiminin artmasına yol açmıştır. Bu süreç, bugün Endüstri 1.00 olarak da tanımlanan Sanayi Devriminin temellerini atmıştır.  

Avrupa’nın değişik ülkelerindeki kültürel altyapıya bağlı olarak gelişen felsefe akımları, müzik türleri, musiki zevkleri, danslar ve folklorik özellikler ortak bir kültürün hareket noktasını oluşturmaktadır. Bu hareket noktasının ulaştığı ortak kurumsal noktada çeşitli ilişkiler olsa da ülkeler arasında yapılan anlaşmalar Avrupa Birliği olarak vücut bulmuştur. Bu yapının oluşturduğu Batı Kültürü bir anlamda Avrupalının geçmişini yansıtmakta, geleceğini yönlendirmektedir. Bugün bu geçmişin izlerini doğal çevre, tarih ve kültürel kaynaklar, aile ve akraba ilişkileri, sağlık ve beslenme, eğitim süreci, şehirleşme ve mimari, ekonomi ve teknoloji, bilimler ve sanatlar, din ve devlet yapılarında karşımıza çıkmaktadır.

Bugünkü Avrupa kültürü ve kimliği, bir coğrafya veya siyasi örgütsel yapıların ötesinde kendi geleceğini belirleme mücadelesini vermiş, derin kökleri bulunan düşünsel temelli ve temsil yeteneği olan bir kavramdır. Bu kavram üçüncü dünya ülkelerinden bir umut ışığı, kariyer ve türlü hayalleri süsleyen kaleydoskopik renk cümbüşü şeklinde görünmektedir. 

Bize gelince, bizler kendi özümüzün, kültürümüzün varlığından adeta habersiz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanındaki ifadesiyle “…bir aksülamel (karşı çıkma) devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi, Wagner olmadığı için, Yunus'u, Verlaine, Baki'yi, Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür her şey, bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz” (s. 116) [2].




Not: Bu yazı Europa-Journal / Haber Avrupa Ekim 2019 sayısı için hazırlanmış olup, http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/oktober2019/cakir102019.jpg adresinden erişime açıktır.

[1] Sayılar Vikipedi’den alınmıştır.
[2] Sevim KANTARCIOĞLU. Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm. Ankara: Akçağ Yayınları, 2004. (ISBN 9753386158).

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...