23 Ocak 2022 Pazar

Şeytan insana düşmandır

 

Yaşadıkça daha nelere tanık olacağız kim bilir… Bu defa masum bir sokak köpeğine kumpas kurulmuş. Kendi halinde, aşıları tam, insanlarla beraber olmayı seven ve İstanbul'da toplu ulaşım araçlarında dolaşmasıyla ün kazanan köpek Boji, ilginç bir haberde gündeme geldi. Boji toplu taşım araçlarını kirletiyor diye suçlandı. Kamera kayıtlarına bakıldığında, bir şahsın cebinde taşıdığı pisliği koltuğa bıraktığı ve hayvana suç atmaya çalıştığı anlaşıldı. Belediye de artık pes deyip, uluslararası bir üne kavuşan Boji’yi sahiplendirmek için duyuruya çıktı. Bir özel öğretim kurumu da hayvanı sahipleneceğini ilan etti.

Büyüklerimiz böyle bir şey duyulduğunda “Başımıza taşlar yağacak!” diye iç geçirirdi. Hayat böyle, beklemediğiniz karşınıza çıkar, olmaz dediğiniz oluverir; yaşama sevinciniz, ışığınız olur. Derken bir başka yerlerden uzanan bir başka el sizin hayata ve insana dair taşıdığınız bütün umut ışıklarını söndürmeye yeltenir. Söndürür demiyorum, söndürmeye yeltenir. Enerjinin kaynağı tükenmedikçe, bir el bir anahtarı kapatsa, diğer el öteki taraftan açar. Toplum bilinci bu kötü niyetli elleri kırar. Kimi buna “adalet”, kimi “ilahi adalet” der ve “Allah’ın adaleti” er ya da geç tecelli eder.

Çalışma hayatında yaşananlar da farklı değil… Her zaman meritokrasi kuralları yani yönetimde, kişilerin yetenek ve bireysel üstünlüğü ilkesi, liyakatin öne çıkarıldığı bir sistem çalışmaz. Zaman zaman bazıları terfi alırken bazılarının çalışması dikkate alınmaz; ilişki kurabilenler terfi eder, zam alır. Örneğin aynı anaokuluna giden iki çocuk büyüyüp iş hayatına atıldıktan sonra, patron olanın sıradan bir çalışan olan arkadaşını sırf çocukluk arkadaşı diye teşvik ve terfi ettirmesi, günlük hayatta adam kayırmacılık olarak adlandırılır… Yahut yöneticiler ile çalışanlar arasındaki inanç sistemi, akraba, eş dost tavsiyesi, hemşeri ilişkileri, kimlik gibi ortak bir takım özellikler hak edilmemiş bir terfiinin nedeni olarak anlatılır. Bu durum sosyologlar tarafından “kültür eşleştirme” diye adlandırılır.

Bazen bazıları iş yerinin sosyal dinamiklerini, kişiler arası ilişki zincirini kullanmakta son derece mahir davranabilir. Çalışmak yerine sosyal zekâlarını kullanırlar ve bu yolla elde ettikleri makam ve mevkiinin verdiği güçle kendilerini kaybedebilirler. Bunlar bir makama geldikleri veya getirildikleri andan itibaren, sosyal psikologlar David Dunning ve Justin Kruger tarafından ortaya koyulan ve Duning-Kruger Etkisi olarak tanımlanan bir tür bilişsel önyargı geliştirerek, kendi yetersizliklerine karşı kör olma eğilimi göstermeye başlarlar. Eğer bu kişiler eksiklerinin farkına varır ve içinde bulundukları durumdan vicdanen rahatsız olurlarsa, elde ettikleri pozisyonu kaybetmemek için, alt kademelerdeki çalışanlara yardım ederek, bir yandan işbirlikçi çalışmayla işi öğrenmeye, öbür yandan bulundukları pozisyondaki işlerin aksamadan yürütülmesini sağlamaya çalışırlar. Böylece kurumdaki gençlerin yetiştirilmesine de katkıda bulunarak, bir nevi vicdanlarını aklama yoluna giderler.

Bu kişilerin terfi edip belli bir pozisyona gelmesini memnuniyetle karşılayanlar, ağırlıklı olarak işbirlikçi yakın çevresi olur. Yakın çevresindeki sinerjiyi gören ve geleceğe ışık tutmaya çalışan takım arkadaşlarına, daima ileriyi hedefleyen fikir yolcularına rehber olacakken, kendine verilen destekleri kendi kerameti sanıp her geçen gün biraz daha bencilleşir, kendine rakip olarak gördüğü veya gözüne kestirdiği muhtemel rakiplerini kıskanmaya, onları sıradanlaştırmaya, itibarsızlaştırmaya çalışırlar. Kendi başarısızlıklarını da yakın çevresindeki çalışma arkadaşlarına mal etmeye başlar. Hâlbuki insanoğlunun bulunduğu makamda öyle olması gerekir ki “onu öldürmeye gelen onda hayat bulsun”. Ömer’in Peygamberimizi (SAV) öldürmeye gelip Müslüman olarak döndüğü ve nihayetinde yaşarken cennetle müjdelendiği gibi…

Ünlü İslâm düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şair Muhyiddin İbnü'l-Arabî (1165-1240) “En sağlam direniş, kalbi temiz tutmaktır” der. Kalbi kirleten en önemli duygulardan biri de kıskançlıktır. Kıskanmak insanın içini yakıp kavuran bir ateştir. İnsanlar kıskanmak yerine, iyiyi örnek almayı deneseydi belki içten içe büyüyen fesatlıklar son bulur; birlikte çalıştıkları insanların kendilerine vereceği destekle başarı basamaklarını gönül kırmadan daha kolaylıkla çıkarak yükselebilirlerdi. Töremize göre de büyük meziyetlere sahip olmanın en gerçek alameti, hasetsiz olmaktır. Hz. Ömer’in (RA) insanlığa tavsiye niteliğindeki «Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz. Amelleriniz mizanda tartılmadan önce siz onları vicdanınızda tartınız. Allah'a arz olacağınız büyük hesap günü için kendinizi salih amellerinizle süsleyiniz.» sözünü özellikle sorumluluk sahibi olanların unutmaması tavsiye edilir.

Samipaşazade Sezai (1860-1936)’nin Sergüzeşt adlı eserinde anlattığı gibi[1]; “yoksun olduğu her erdemi büyük bir düşmanlıkla kıskanan, çevrede gördüğü bütün güzel insanları, onların en temiz duygularla anlattıkları dertlerini, sıkıntılarını terbiyesiz ve aşağılık kişiliğine yakışır bir şekilde adice kullanarak, onlardan güya öç aldığını düşünen” olumsuz örneklerden kaçınmak gerekir. Kişi, bireysel eksikliklerini bu yolla gidermeye çalışmamalıdır. Bu duruma tanıklık edenlerin böyle sorumsuzca davrananların hazin sonlarına yazık bile dememesi, Yaşar Kemal’in söylediği; “İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. Her kötülüğü yapar, her iyiliği de yaptığı gibi.” sözünü de kulağına küpe etmesi gerekir.

Makam ve mevki sahibi olunca, marifet; has bahçelerde nilüfer çiçeği yetiştirmek değil; kıraç topraklarda gül açtırabilmektedir. Olaylar ve olgular önyargısız ele alınabilirse, birlikte çalışılan paydaşlar ve insanın fıtratında olan ve kimi zaman ortaya çıkabilen patavatsız, hoyrat tutumları hoş görmeye çalışır, belki kendini geliştirmesi için yeni bir fırsat daha verir. Ama kişi meydanı adeta boş bulup, küstahlıklarında sınır tanımaz hale gelip, edepsiz birine dönüşürse, durumlar değişir. Şeyh Sadi-i Şirazi (1210-1292)bu kişileri senelerce önceden “Kötüler kendilerine tahammül edildikçe, daha çok azarlar.” diye tanımlamış. O zaman kötüyü azdırmayacaksınız. Söz muhatabına yapılırmış; elbette anlamanın da anlatmak kadar kapasite ile sınırlı olduğunu göz ardı etmeden...

İnsanlar bir fırsata nail olurlar ve bu fırsatı iyi değerlendiremezlerse, sergiledikleri olumsuzlukların, mazlumların ahını aldıkları günün hesabını verdikleri günleri de gösterir ona o fırsatı veren ilahi güç. O zaman geldiğinde başkalarının onur ve şahsiyetlerinin ayaklar altına alınmasına aldırış edilmeden yapılan densizlikler de sırayla ortaya çıkar. Hz. Peygamber “müminin feraseti karşısında dikkatli olun, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” derken Müslümanlar için aklın ideal halini de açıklamıştı. Feraset zıtlıklarda tecelli eden vahdeti anlamaktır ki o da bu tür kifayetsiz muhterislerde ne yazık ki Allah vergisi olmuyor, sonradan da kazanılamıyor.

Ifade-i meram ederken şu hususu atlamayalım. “Zalimlerin hiç yardımcısı yoktur” (Al-i İmran, 192). Dediğimiz gibi; Allah’ın adaleti şaşmaz; bütün kalbimizle inanıyoruz ki ilahi adalet karşısında Allah’tan korkmaz, kuldan utanmazlar er ya da geç yerle bir olmaya mahkûmdurlar.

Oryantalist Zeliha Eliaçık “Bir insan bir şeye sahipse, hatta gerçekten oysa haykırmıyor bağırmıyor ve biz onu görüyor hürmetle bakıyor, yanında duruyor, onda olanı teslim ediyoruz. Şımarmıyor, inkâr da etmiyor, varlığına devam ediyor. Güzel güzelle bakışır; çirkinin güzelle karşılaşmaya tahammülü yoktur.” diyor (@zelihaeliacik. 12.11.2021). Hazımsız insan olduğu şey ile olmak isteyip de olamadığı şey arasındaki boşlukta yalpalayıp durdukça, çok istediği ve erişmeyi hayal ettiği makam ile bulunduğu yer arasındaki boşlukta bunalmaya, yok olmaya ve nihayetinde, devenin diken yerken damaklarından akan kandaki tuzdan aldığı hazla kendini tükettiği gibi, yok olmaya mahkûmdur.

Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910)’un dediği gibi; "İnsanoğlunun değeri, bir kesirle ifade edilecek olursa payı gerçek kişiliğini gösterir; paydası da kendisini ne zannettiği. Payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür." Niyeti kötü olanın attığı ok kendine döner. Nefsine hâkim olan insan hadiselerin neden ortaya çıktığını fark ederek büyük bir sınav ve amaç üzere dünyaya ve hadiselere bakmayı öğrenir. Dolayısı ile Allah’ın sevdiği kulunu çevresi ile sınadığını bilir.

Nihayetinde “Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar. Rab’ınız kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir." [İsrâ 84. Ayet 9]. Âlemin tabiri Hakk’tır. Bu satırları okuyan her kimse kendi halinin gerektirdiği yolda yürüsün. Yaratan, kimseyi aydınlık vicdanlardan ayrı tutmasın.

 

Not:

Bu yazı Bu yazı Haber Avrupa – Euro Journal Gazetesi Ocak 2022 sayısında yayımlanmıştır. Bkz.: http://europa-journal.net/seytan-insana-duesmandir/ (23.01.2022)



[1] Samipaşazade Sezai. Sergüzeşt. İstanbul: Lacivert Yayıncılık Antik Dünya Klasikleri: 70-9. E-ISBN 978-605-5656-51-5

Çokluk içinde birlik

 Avrupa Birliği 2000 yılından bu yana “United in Diversity” diye bir politika uyguluyor. Bu bizim kültürümüze göre, “çokluk içinde birlik” bir başka deyişle kültürel çoğulculuk içinde birliktelik ilkesini önceliyor. Bu ilke; toplumu oluşturan bütün alt kültürlerle ilgili kanaatlerin genelleştirilmemesini, toplumun asgari müştereklerde buluşulmasını esas alır. Türkler çokluk içinde birlik, birlik içinde çokluk felsefesine inanmış, yaşam biçimine dönüştürmüş bir medeniyetin çocuklarıdır. Bu anlayış, toplumun kültürel çoğulculuğunu hoşgörü olarak yansıtır, ait olduğu kültüre sadakatle bağlı kalır, bu anlayışı da yaşam biçimi olarak içselleştirir.

Anadolu’nun her bir köşesinden Avrupa’ya gelen Türklerin Batı kültürü içinde sürdürmeye, yeniden inşa etmeye çalıştığı yaşam biçimi tarihteki Berlin-İstanbul-Bağdat demiryolu hattının hikâyesi gibi geriye gidiyor. Türkler ile Almanlar arasında adeta bir dostluk bağı oluşturuyor. Türkler yürüttükleri siyaseti, yaşama kültürünü bu minvalde değerlendiriyor. Bununla birlikte zaman zaman karşı karşıya kaldıkları ırkçı saldırılar, hüzün veriyor. Buna rağmen daima daha iyiyi aramaktan, gönül köprüleri kurma girişimlerinden geri kalmıyorlar.

Hemen her toplantıda Almanya ile Türkiye arasındaki iş gücü anlaşmasının üzerinden yarım yüzyılı aşkın bir zaman geçtiği söyleniyor. Doğrudur. Buna rağmen Almanya’da doğmuş veya küçük yaşlarda bu ülkeye gelmiş, eğitim ve kültürel sosyalleşmelerini Batı kültürü içinde tamamlamış, artık göçmen değil de yerleşik metekler -kimi haklardan yoksun yaşayan yabancı kökenliler- haline gelmiş, yurt olarak kabul ettikleri, kederde ve sevinçte birlikte hareket etme dinamiğini geliştirmeye başladıkları bu ülkede kendilerini güvende hissetmedikleri zaman hiç düşünmeden, doğal bir refleksle “Bizim memleketimiz var” diyor. Uzaklarda yaşıyor olsalar da Türkiye’nin sadece mazlum milletler için değil, gurbeti vatan edinenler için de umut; sığınılacak güvenli bir liman olduğunu biliyorlar. Türkleri Türkiye’ye bağlayan duygu dünden bugüne gelişmedi, aksine kuşaklar boyu sürdürülen bir dünya görüşü, yaşam anlayışı. Bugün dört kuşak yetiştikten sonra bile yaşanılan yerin ödünç alınan bir gök kubbeden ibaret olduğu düşünülüyorsa veya böyle bir algı varsa, göçmenlerle ilgili olarak çalışanların “Biz altmış sene boyunca nerede eksik kaldık?” diye düşünmesinde yarar var. Bu bağlamda izlenen politikaların biz ve öteki, benzerlik ve farklılık, birey ve toplum, alt kültür ve üst kültür gibi ayrıştırıcı iklimler bağlamında toplumsal ilişkilere yansıyan etkisinin gözden geçirilmesi düşünülebilir.

Bireyin ait olduğu toplumsal grup, onun aidiyet, himaye ve sosyalleşme ihtiyacını bir ölçüde karşılar ve ona çeşitli sorumluluklar yükler. Toplumsal grup, aynı zamanda kendine göre yeni bir grup kültürü de oluşturarak bu kültürü bünyesinde bulunan bireylerin kimliklerinin bir parçası haline getirir. Egemen kültürün taşıyıcıları ile istendik ilişki kurulamadığı zaman, ortaya çıkan boşluğu örneğin hemşeri dernekleri veya başka türlü toplumsal ve sosyal oluşumlar ikame etmeye çalışır. Buralarda ortaya çakan yeni kültürün ve yarattığı iklimin toplumdaki baskın ve taşıyıcı kültürden farklılık göstermesi, alt –üst kültür farklılaşmasına neden olur. Almanya’da yaşayan Türklerin Türkiye’deki Türklerden farkı bu sosyolojik gerçekten kaynaklanmaktadır ve bu durum doğal bir olgu olup, kültürel zenginliği ifade eder. Almanya’da ortaya çıkan bu kültürel çeşitlilik de Almanya açısından toplumsal bir zenginliktir ve ev sahibi ülke için bugünden yarına ulusal ve uluslar ötesi ilişkiler bağlamında değerlendirilmesi gereken önemli bir kazanımdır.

Çoğulcu, geniş tabanlı olması gereken bu yeni kültürün temel referansları, bünyesindeki alt kültürlerin kesişme noktalarıdır. Bu noktalar; insan hakları, demokrasi kültürü, vatandaşlık hakları ve görevleri, insanı merkeze alan ulusal ve evrensel değerler olarak algılanmaktadır[1]. Bu yüzyılda çokluk içinde birlik anlayışı, genel anlamda öznel kimliklerin fiziksel ve sembolik anlamlarda tanınması olarak yorumlanmaktadır[2]. Bu bağlamda “çifte vatandaşlık” veya “Almanya vatandaşlığı” sembolik olarak ortak yurttaşlık anlayışı gibi birleştirici, duygudaşlığı pekiştirici yapılarla anlatılabilir.

Kültürel çoğulculuk aslında Türklerin tarih boyunca aşina olduğu bir kavramdır. Tarihte bunun yaygın örneklerine sıkça yer verilir. Selçukluların Kudüs’teki kutsal alanların kullanımını düzenleyen ve günümüze kadar gelen çalışması, Osmanlının Fatih Sultan Mehmet’in fermanı ile azınlıklara gösterdiği geniş tolerans, Cumhuriyet döneminde yerel kültürlere saygı ilkesi çok sayıda etnik köken, din ve kültürün yüzyıllarca ciddi bir çatışma yaşanmadan birlikte yaşaması ve farklılıkların anlayışla karşılanması, Türklerin yaşadığı coğrafyalarda ve bilhassa Anadolu’da çokluk içinde birlik olmanın örnekleridir.

Bu kültüre karşı gelişen zenofobi nedeniyle, her türlü ırkçılığın ve ayrımcılığın toplum içinde güçlenmesiyle önüne geçilemeyen toplumsal rahatsızlıklar, acılar ortaya çıkar. Mölln, Solingen şehirlerinde yaşananlar vd., geçmişten geleceğin şekillendirilmesi için ders çıkarılması gereken önemli örneklerdir.

Türkler yaşadıkları bu topraklarda başarıları ile olduğu kadar birilerinin yaptığı, saldırıların muhatabı olarak da gündemde kalmaya devam ediyor; buna rağmen yaşadığı ve ekmeğini yediği yere sadık, vefalı insanlar olarak çokluk içinde birlik anlayışını içselleştiren kadim bir kültürün mensubu olarak bu ülkede kazandığı ekmeğine sabrı katık edip susuyor.

İnsanlık zor zamanlardan geçiyor; hastalıkla, ölümle imtihan oluyor. İnsanların önce can dedikleri bu zamanda Türkler; dirisine değil, ölüsüne de düşmanlık gösterildiği anlarda bile tevekkül ve dayanışma örnekleri gösteriyor, yurt edindikleri topraklar için de “Bizim memleketimiz” diyor.

Ama içinde bulunduğumuz dönemde bazı ilişkiler zorla kurulmuyor. Günübirlik politikalar, bireysel tutunma ve tutundurma çabaları ve iki ülke arasındaki ilişkilerde gönül kırıklıklarına neden olan tutumlar da zamanla değişecek. İlişkilerde öncelik gönül kazanmakla başlar, karşılıklı olarak birbirini anlamaya çalışmakla, kimin kimden neyi beklediğini tahayyül etmekle, yenilerin deyişiyle empati kurmakla, duygudaş olmakla atılır ilk adım… Yani gönül meselesi, gönlü kazanmak lazım önce… Bunun için de yürek lazım, yürekli karar alıcılar ve uygulayıcılar lazım. Görünürde kimse var mı? Var. Karamsar olmamak lazım.

Not:
Bu yazı Post Bayern Aktüel Gazetesi Ocak 2022 tarihinde yayımlanmıştır. 
Mustafa Çakır (2022). Çokluk İçinde Birlik. Post Bayern Aktüel, www.postgazetesi.com. 

[1] Bkz.: Demok (2018). Çokluk İçinde Birlik. Demokrasi ve İnsan Hakları. https://www.demokrasi.gen.tr/cokluk-icinde-birlik/ (14 Ocak 2022).

[2] Bkz.: Abdulvahap Özpolat, Demokratik Vatandaşlık, Hegem Yayınları, Ankara, 2009, s. 210-212

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...