15 Nisan 2019 Pazartesi

Evde konuşulan dil ve okul başarısı


Çocuklarımıza ve gençlerimize sıkça yöneltilen “Evde hangi dili konuşuyorsunuz?” sorusunu bugünlerde yeniden ve daha sıklıkla duymaya başladık. Buradan alacakları cevaplarla, geleceğe yönelik tahminler yürütmeye çalışanların olduğu görülüyor. Muhataplarının hangi dile ve kültüre daha yatkın olduğunu tespit etmeye gayret eden siyasetçiler veya bunlarla beraber çalışan araştırmacılar da gün geçmiyor ki “evde konuşulan dil” ile ilgili soru sormasın. Evde konuşulan dil ile bireyin toplumsal ve sosyal hayata uyumu, aidiyet duygusu ve benzer pek çok soruya cevap aranıyor. Bu nedenle bu ay bu konulara değinmek istiyorum.

Genç anne babalar biraz gelecek kaygısı, biraz da sözünü ettiğim dış etkenlerin yönlendirmesiyle evde Almanca konuşuyor; onların içinde yaşadıkları toplumun dilini daha çabuk öğreneceği, bu yolla baskın kültüre ve onun taşıyıcılarının belirlediği toplumsal ve sosyal hayata daha kolay uyum sağlayacağı, çocuklarının okullardaki akademik başarılarının daha yüksek olacağı varsayımını savunuyorlar.

Evde Almanca veya Türkçe konuşmak, ailelerin tercihidir. Ancak yukarıdaki varsayımla yola çıkıldığında, bu görüşün bilimsel gerçekliğinin olmadığını, ailelerin beklentilerini karşılamakta yetersiz kaldığını; bu görüşteki ikinci kuşak ailelerin üçüncü kuşak temsilcisi çocuklarının yükseköğrenim gördükleri üniversitelerde yabancı dil olarak Türkçe dersi aldıklarını da hatırlatmak isterim. Bu süreç kesintisiz devam ederse, Türkçenin beşinci kuşak için büyük dedelerinin konuştuğu nostalji dili olacağı aşikar görünüyor. O halde ne yapılmalı? Evde hangi dil konuşulmalı? Aile içinde konuşulan dilin toplumsal ve sosyal hayata etkileri neler; yansımaları nasıl?

Karma evlilikler dışındaki anne ve babadan oluşan ailelerin içinde köken dilinde konuşulması, özellikle kritik dönem olan çocukluk çağında çok önemlidir. Çocuk bu yaşlarda edineceği köken diliyle, anadiliyle, yahut birinci diliyle[1], sadece toplumsal ve sosyal hayattaki paydaşları ile iletişim kurmakla kalmayacak, aynı zamanda o dili kullananların geçmiş kuşaklardan günümüze getirdiği kültürü de öğrenerek bir kuşak daha ileriye taşıyacaktır. İlk dört senenin sonunda, ikinci dilin konuşulduğu ortama sokulacak çocuk, burada karşılaştığı ikinci dil edinimini, ilk dilinin üzerine kuracak, böylece bilimsel araştırmalarla açıklanan art zamanlı iki dilli birey olma özelliğini kazanacaktır. İki dilli özellikleri ile farkındalık yaratan çocukların Almanca dil kullanımı ve okul başarısı tek dilli çocuklara göre daha gelişkin olacaktır. Karma evlilik dışında köken kültürü aynı olan eşlerin çocukları ile tam hâkim olmadıkları dilde iletişim kurmaya çalışmaları, çocuğun ikinci dil gelişiminde sorunlara yol açabilir. İkinci dilin ediniminde kazanılan yapısal hataların düzeltilmesi ya mümkün olamayacak ya da uzun zaman alacaktır. Dolayısı ile çocuk ikinci dili akıcı bir şekilde konuşsa dahi, ikinci dilin yazılı anlatımı ve söz diziminde çokça hata yapacağından, çocuğun okul başarısı olumsuz etkilenecektir. Bu nedenle tek dilli ailelerin çocukları ile erken çocukluk döneminde mutlaka köken diliyle konuşması önerilmektedir.

Anne veya babanın farklı köken kültüründen gelmesi, karma evliliklerin olması durumunda, anne ve babanın çocukları ile kendi köken dilleri ile konuşmasında bir sakınca yoktur. Çocuk bu durumda doğuştan, eşzamanlı iki dilli olurlar. Bu çocukların erken dönemdeki dil gelişimleri tek dilli çocuklara göre biraz geriden gelse de zaman içinde aradaki fark kapanacak ve iki dilli çocuklar dilsel ve çok kültürlü performansları ile sosyal ve akademik hayatta daha avantajlı bir konuma gelirler.

Evde kendileri ile Almanca konuşulan çocukların içinde yaşadığı topluma kolay uyum sağlaması konusu ayrı bir araştırma sahasıdır. Bireylerin içinde yaşadığı bir topluluğa uyum sağlayabilmesi için kendilerini dil yoluyla ifade ettikleri kadar, etkileşim içinde oldukları çevrede de kabul edilmeleri beklenir. Bir taraf kendini baskın kültürün taşıyıcılarının kullandığı dilde ifade etmeye çalışırken, bu kültürün taşıyıcılarının da muhatap oldukları ve etkileşim içine girdikleri partnerlerini sahip oldukları doğal haliyle kabul etmeye hazır olması beklenir. Bu hazır bulunurluk bir takım şartlara bağlanmamalı; niyetler karşılıklı anlayışla eyleme geçirilmeye çalışılmalıdır. Bunun aksi hallerde, tek taraflı girişimlerden sonuç alınması imkânsız olmasa da zor olur. Olumsuz seyreden ilişkilerde girişimde bulunan, dışlayana karşı olumsuz yargılar geliştirmeye, öteki kültürün taşıyıcılarından uzaklaşmaya ve yaşadıkları ile kendi iç dünyasında hesaplaşmaya başlar. Bu hesaplaşmalar ve zihinsel karmaşalar ne kadar sık ve yoğun yaşanırsa, iki sosyal grup arasındaki duygusal mesafe açılmaya başlar. Psikosomatik rahatsızlıklar görülebilir. Olaylar geri döndürülemeyen bir sürece, tek yönlü bir yola girdiği andan itibaren, her iki kültürün taşıyıcıları birbirleri ile konuşmaktan çok birbirleri hakkında konuşmaya başlar. Birbirleri hakkında konuşanlar; zamanla dış etkiler ve ön yargıların etkisiyle çözümü olmayan akıl dışı yollara sapmaya başlayabilir. Ödünç alınan gök kubbenin altındaki hayatlar ortak değerlerin paylaşıldığı hayatlar olmaktan çıkıp, paralel hayatlara dönüşür. Paralel evrenlerde yaşayanlar, ortaya çıkan her yeni ve alışılmadık durum karşısında çözüm aramak yerine kolay yolu seçer ve birbirlerini suçlamaya, ötekileştirmeye başlar. Zamanla ötekinin varlığına tahammül sınırı zorlanmaya başlanır. Bu tahammülsüzlük aklın sınırlarını aşıp siyasal söylemlerle ortadan kalkar, toplumları eyleme dönüştürecek sloganlara dönüşürse; zihinsel ayrışmanın toplumsal ve sosyal hayata yansımaları insanlığı tarihte örnekleri sıkça görülen tehlikeli süreçlere ve sonuçlara götürür. 

Okula geri dönelim. Okula gönderilen çocuk, evde ne kadar Almanca konuşulursa konuşulsun, egemen kültürün dilini ne kadar ileri düzeyde öğrenirse öğrensin, içine girdiği toplumda “ötekinin çocuğu” olarak görülür veya bu düşüncenin yıkıcı, yıpratıcı etkisine maruz kalırsa akademik performans olarak gelişemez; içinde bulunduğu duygusal ortam onu ileri değil, geri götürür. “Bizim çocuk” ile aynı sınıfta okuyan ve benzer sınav kâğıdı veren “ötekinin çocuğu” örneğin matematikteki bir işlem hatasında veya yazdığı kompozisyondaki bir hatadan dolayı “arkadaşı” ile eşit puan alamıyorsa; bizimkinden bir ötekinden iki puan kırılıyorsa, ötekinin çocuğu gördüğü eşitsiz muamele karşısında ya içine kapanacak, ya da okul idaresinin veya öğretmenin “kural dışı” bulduğu farklı tepkiler vermeye başlayacak; kendine o okulda yer olmadığı hissiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu tepkiler nedeni ile “uyumsuz” diye etiketlenen “öteki” çocuk maruz kaldığı eşitsiz muameleyi, daha çok çalışmak için bir “dış motivasyon” nedeni olarak görmediği sürece, akademik başarısı “bizim” çocuğa göre geri kalacaktır. Akademik başarısı istendik düzeyde olmayan çocuk, kendi iç dünyasına kapanacak, içinde yaşadığı toplumsal ve sosyal hayatın içinde kendisine yer olmadığını düşünmeye başlayacaktır. Bu duygu ortamında yaşayan çocuk her gün “öteki” olduğunu, dışlandığını hissettiği bir ortamdan tatil için gittiği “atayurdunda” yaşayan akrabaları, dostları ve tanıdıkları ile daha sıcak ve doğal ilişkiler kurduğunda, babalarının ya da dedelerinin ülkelerine daha bir sempati ile bakmaya başlayacaktır. Çocuğun doğup büyüdüğü ülkeden uzaklaşıp, babasının veya dedesinin ülkesine bu denli bağlanmasının nedenlerini araştırıp, tespit edilen sorunlara çözüm üretmek durumunda olan “bizim” bazı politikacılar, ortaya çıkan sorunun çözülmesi için durumu anlamaya çalışmak, neden sonuç ilişkisi kurmak yerine, çocuğun sorunları ile birlikte sistemin dışına çıkması ve sistemin bu yolla rahatlamasını sağlayacak yeni öneriler geliştirmeye başlıyorlar.  Çoğu zaman yeterli taraftar bulmayan gerçek dışı öneriler, sorunun daha kronik bir hal almasına neden olurken, çözümün bir parçası olması gerekenler, sorunun bir parçası olmaya devam ediyorlar. Kamuoyuna akıl almaz bir şekilde “Doğuştan vatandaşlık verdiğimiz bu çocuklar, acaba doğdukları bu ülkeye ne kadar bağlılar?” diye aslında cevabı aşikâr olan sorular yöneltiyorlar.

Eğitim istatistiklerine bakıldığında okulda akademik olarak geri bırakılan çocukların, yeterli meslek eğitimi almak için de şanslı oldukları söylenemez.

Yaşanan kısır döngünün kırılması için tarafların birbirleri ile konuşmaya başlaması, anne ve babaların da sorumluluk alarak geleceğe yapılacak en iyi yatırımın eğitim yatırımı olduğunu görmesi ve bu bilinçle eyleme geçmesi gerekiyor. Eğitim yatırımı deyince sadece çocuğun Almanca öğrenmesi akla gelmesin. Çocukların köken dilini ve kültürünü de unutmaması; ailelerin eğitim öğretim süreçlerine aktif katılımının sağlanması gerekiyor. Bu katılım aile-çocuk-okul üçgenindeki ilişkinin sağlıklı kurulmasıyla mümkündür. Ailelerin çocuklarını “öteki” olarak gören öğretmenlere, eğitim yöneticilerine hak ve yükümlülükler bakımından eşit yurttaşlar olduklarını, kısaca “biz” olduklarını okul aile birliği çalışmalarına aktif olarak katılıp okuldaki bütün paydaşlarla işbirliği yaparak, örnek uzlaşmacı davranışları ile yasa ve yönetmeliklerin kendilerine sağladığı hak ve yükümlülükler çerçevesinde ortaya koyması gerekiyor. Bu seçenek, zor ama imkânsız olmayan bir süreçtir. Yıpranmadan aşılabilmesinin yolu ise velilerin birlik olduğu, sorun ve çözüm önerilerinin açıkça tartışıldığı veli toplantılarına aktif olarak katılmaktan, bilinçli yurttaş olmaktan geçmektedir.

Anne ve babalar, “Evde zaten Türkçe konuşuluyor” düşüncesiyle çocuklarının köken dilini öğrenmesi için ücretsiz sunulan imkânları görmezden gelmemeli, hatta takipçisi olmalıdır. Ergenlik dönemindeki kimlik arayışları, özgüven bunalımları, çocuğa köken dili ve kültürünün öğretilmesi ile daha kolay aşılır. Köken dili; çocukların kendini yaşadığı toplum içinde konumlandırmasını, aidiyet duygusunun geliştirilmesini ve özgüveninin pekiştirilmesini sağlar. Özgüveni yüksek, ayakları yere basan bireyler; Almanya veya her neredeki ülkeyse, o ülkenin vatandaşı olmanın kendisine sağladığı kazanımların yanı sıra, yüklediği sorumlulukların bilinciyle hareket eden, toplumun ortak değerleri ile barışık, “biz” anlayışı ile yaşar. Bu yaklaşım topluma olumlu katkılar sağlarken, bu düşünceyi temsil eden bireyler sahip oldukları özelliklerin, içinde yaşadıkları toplumun geleceği için de güvence kaynağı olduklarını bilirler.

Anneler, babalar; çocuklarınızın toplumsal kabul görmek için öncelikle iyi eğitim alması; hayatın bütün aşamalarında karşılaştığı paydaşlarla etkili iletişim kurabilmesi için muhataplarının dilini iyi öğrenmesi gerekir. Bu zorunluluk anadilinin konuşanlarına sağladığı avantajların göz ardı edilmesi gerektiği anlamına gelmez.  Önemli olan insanın nereden geldiğini unutmadan, nereye gideceğini iyi planlaması ve yol haritasını ona göre belirlemesidir.

Not: Bu yazı Haber Avrupa 2019/Nisan-Mayıs sayıları için hazırlanmıştır. https://www.yumpu.com/de/document/view/62618248/haber-avrupa-europa-journal-april-2019 (Son erişim tarihi: 15.04.2019).


[1] Bu konuda farklı kavramlar ve içinin nasıl doldurulduğu tartışmalı terimler bulunmaktadır. Burada her üç terim de anadili karşılığında kullanılmıştır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...