Çocuklarımıza ve gençlerimize
sıkça yöneltilen “Evde hangi dili konuşuyorsunuz?” sorusunu bugünlerde yeniden
ve daha sıklıkla duymaya başladık. Buradan alacakları cevaplarla, geleceğe
yönelik tahminler yürütmeye çalışanların olduğu görülüyor. Muhataplarının hangi
dile ve kültüre daha yatkın olduğunu tespit etmeye gayret eden siyasetçiler
veya bunlarla beraber çalışan araştırmacılar da gün geçmiyor ki “evde konuşulan
dil” ile ilgili soru sormasın. Evde konuşulan dil ile bireyin toplumsal ve
sosyal hayata uyumu, aidiyet duygusu ve benzer pek çok soruya cevap aranıyor.
Bu nedenle bu ay bu konulara değinmek istiyorum.
Genç anne babalar biraz gelecek
kaygısı, biraz da sözünü ettiğim dış etkenlerin yönlendirmesiyle evde Almanca
konuşuyor; onların içinde yaşadıkları toplumun dilini daha çabuk öğreneceği, bu
yolla baskın kültüre ve onun taşıyıcılarının belirlediği toplumsal ve sosyal
hayata daha kolay uyum sağlayacağı, çocuklarının okullardaki akademik
başarılarının daha yüksek olacağı varsayımını savunuyorlar.
Evde Almanca veya Türkçe
konuşmak, ailelerin tercihidir. Ancak yukarıdaki varsayımla yola çıkıldığında,
bu görüşün bilimsel gerçekliğinin olmadığını, ailelerin beklentilerini
karşılamakta yetersiz kaldığını; bu görüşteki ikinci kuşak ailelerin üçüncü
kuşak temsilcisi çocuklarının yükseköğrenim gördükleri üniversitelerde yabancı
dil olarak Türkçe dersi aldıklarını da hatırlatmak isterim. Bu süreç kesintisiz
devam ederse, Türkçenin beşinci kuşak için büyük dedelerinin konuştuğu nostalji
dili olacağı aşikar görünüyor. O halde ne yapılmalı? Evde hangi dil
konuşulmalı? Aile içinde konuşulan dilin toplumsal ve sosyal hayata etkileri
neler; yansımaları nasıl?
Karma evlilikler dışındaki anne
ve babadan oluşan ailelerin içinde köken dilinde konuşulması, özellikle
kritik dönem olan çocukluk çağında çok önemlidir. Çocuk bu yaşlarda edineceği köken
diliyle, anadiliyle, yahut birinci diliyle[1],
sadece toplumsal ve sosyal hayattaki paydaşları ile iletişim kurmakla
kalmayacak, aynı zamanda o dili kullananların geçmiş kuşaklardan günümüze
getirdiği kültürü de öğrenerek bir kuşak daha ileriye taşıyacaktır. İlk dört
senenin sonunda, ikinci dilin konuşulduğu ortama sokulacak çocuk, burada
karşılaştığı ikinci dil edinimini, ilk dilinin üzerine kuracak, böylece
bilimsel araştırmalarla açıklanan art zamanlı iki dilli birey olma özelliğini
kazanacaktır. İki dilli özellikleri ile farkındalık yaratan çocukların Almanca
dil kullanımı ve okul başarısı tek dilli çocuklara göre daha gelişkin olacaktır.
Karma evlilik dışında köken kültürü aynı olan eşlerin çocukları ile tam hâkim
olmadıkları dilde iletişim kurmaya çalışmaları, çocuğun ikinci dil gelişiminde
sorunlara yol açabilir. İkinci dilin ediniminde kazanılan yapısal hataların
düzeltilmesi ya mümkün olamayacak ya da uzun zaman alacaktır. Dolayısı ile çocuk
ikinci dili akıcı bir şekilde konuşsa dahi, ikinci dilin yazılı anlatımı ve söz
diziminde çokça hata yapacağından, çocuğun okul başarısı olumsuz etkilenecektir.
Bu nedenle tek dilli ailelerin çocukları ile erken çocukluk döneminde mutlaka
köken diliyle konuşması önerilmektedir.
Anne veya babanın farklı köken
kültüründen gelmesi, karma evliliklerin olması durumunda, anne ve babanın
çocukları ile kendi köken dilleri ile konuşmasında bir sakınca yoktur. Çocuk bu
durumda doğuştan, eşzamanlı iki dilli olurlar. Bu çocukların erken dönemdeki
dil gelişimleri tek dilli çocuklara göre biraz geriden gelse de zaman içinde
aradaki fark kapanacak ve iki dilli çocuklar dilsel ve çok kültürlü
performansları ile sosyal ve akademik hayatta daha avantajlı bir konuma gelirler.
Evde kendileri ile Almanca
konuşulan çocukların içinde yaşadığı topluma kolay uyum sağlaması konusu ayrı
bir araştırma sahasıdır. Bireylerin içinde yaşadığı bir topluluğa uyum
sağlayabilmesi için kendilerini dil yoluyla ifade ettikleri kadar, etkileşim
içinde oldukları çevrede de kabul edilmeleri beklenir. Bir taraf kendini baskın
kültürün taşıyıcılarının kullandığı dilde ifade etmeye çalışırken, bu kültürün
taşıyıcılarının da muhatap oldukları ve etkileşim içine girdikleri
partnerlerini sahip oldukları doğal haliyle kabul etmeye hazır olması beklenir.
Bu hazır bulunurluk bir takım şartlara bağlanmamalı; niyetler karşılıklı
anlayışla eyleme geçirilmeye çalışılmalıdır. Bunun aksi hallerde, tek taraflı
girişimlerden sonuç alınması imkânsız olmasa da zor olur. Olumsuz seyreden ilişkilerde
girişimde bulunan, dışlayana karşı olumsuz yargılar geliştirmeye, öteki
kültürün taşıyıcılarından uzaklaşmaya ve yaşadıkları ile kendi iç dünyasında hesaplaşmaya
başlar. Bu hesaplaşmalar ve zihinsel karmaşalar ne kadar sık ve yoğun
yaşanırsa, iki sosyal grup arasındaki duygusal mesafe açılmaya başlar.
Psikosomatik rahatsızlıklar görülebilir. Olaylar geri döndürülemeyen bir
sürece, tek yönlü bir yola girdiği andan itibaren, her iki kültürün
taşıyıcıları birbirleri ile konuşmaktan çok birbirleri hakkında konuşmaya
başlar. Birbirleri hakkında konuşanlar; zamanla dış etkiler ve ön yargıların
etkisiyle çözümü olmayan akıl dışı yollara sapmaya başlayabilir. Ödünç alınan
gök kubbenin altındaki hayatlar ortak değerlerin paylaşıldığı hayatlar olmaktan
çıkıp, paralel hayatlara dönüşür. Paralel evrenlerde yaşayanlar, ortaya çıkan her
yeni ve alışılmadık durum karşısında çözüm aramak yerine kolay yolu seçer ve
birbirlerini suçlamaya, ötekileştirmeye başlar. Zamanla ötekinin varlığına
tahammül sınırı zorlanmaya başlanır. Bu tahammülsüzlük aklın sınırlarını aşıp
siyasal söylemlerle ortadan kalkar, toplumları eyleme dönüştürecek sloganlara
dönüşürse; zihinsel ayrışmanın toplumsal ve sosyal hayata yansımaları insanlığı
tarihte örnekleri sıkça görülen tehlikeli süreçlere ve sonuçlara götürür.
Okula geri dönelim. Okula
gönderilen çocuk, evde ne kadar Almanca konuşulursa konuşulsun, egemen kültürün
dilini ne kadar ileri düzeyde öğrenirse öğrensin, içine girdiği toplumda
“ötekinin çocuğu” olarak görülür veya bu düşüncenin yıkıcı, yıpratıcı etkisine
maruz kalırsa akademik performans olarak gelişemez; içinde bulunduğu duygusal
ortam onu ileri değil, geri götürür. “Bizim çocuk” ile aynı sınıfta okuyan ve
benzer sınav kâğıdı veren “ötekinin çocuğu” örneğin matematikteki bir işlem
hatasında veya yazdığı kompozisyondaki bir hatadan dolayı “arkadaşı” ile eşit
puan alamıyorsa; bizimkinden bir ötekinden iki puan kırılıyorsa, ötekinin
çocuğu gördüğü eşitsiz muamele karşısında ya içine kapanacak, ya da okul
idaresinin veya öğretmenin “kural dışı” bulduğu farklı tepkiler vermeye başlayacak;
kendine o okulda yer olmadığı hissiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu tepkiler
nedeni ile “uyumsuz” diye etiketlenen “öteki” çocuk maruz kaldığı eşitsiz
muameleyi, daha çok çalışmak için bir “dış motivasyon” nedeni olarak görmediği
sürece, akademik başarısı “bizim” çocuğa göre geri kalacaktır. Akademik
başarısı istendik düzeyde olmayan çocuk, kendi iç dünyasına kapanacak, içinde
yaşadığı toplumsal ve sosyal hayatın içinde kendisine yer olmadığını düşünmeye
başlayacaktır. Bu duygu ortamında yaşayan çocuk her gün “öteki” olduğunu,
dışlandığını hissettiği bir ortamdan tatil için gittiği “atayurdunda” yaşayan
akrabaları, dostları ve tanıdıkları ile daha sıcak ve doğal ilişkiler
kurduğunda, babalarının ya da dedelerinin ülkelerine daha bir sempati ile
bakmaya başlayacaktır. Çocuğun doğup büyüdüğü ülkeden uzaklaşıp, babasının veya
dedesinin ülkesine bu denli bağlanmasının nedenlerini araştırıp, tespit edilen sorunlara
çözüm üretmek durumunda olan “bizim” bazı politikacılar, ortaya çıkan sorunun çözülmesi
için durumu anlamaya çalışmak, neden sonuç ilişkisi kurmak yerine, çocuğun
sorunları ile birlikte sistemin dışına çıkması ve sistemin bu yolla
rahatlamasını sağlayacak yeni öneriler geliştirmeye başlıyorlar. Çoğu zaman yeterli taraftar bulmayan gerçek
dışı öneriler, sorunun daha kronik bir hal almasına neden olurken, çözümün bir
parçası olması gerekenler, sorunun bir parçası olmaya devam ediyorlar.
Kamuoyuna akıl almaz bir şekilde “Doğuştan vatandaşlık verdiğimiz bu çocuklar, acaba
doğdukları bu ülkeye ne kadar bağlılar?” diye aslında cevabı aşikâr olan
sorular yöneltiyorlar.
Eğitim istatistiklerine
bakıldığında okulda akademik olarak geri bırakılan çocukların, yeterli meslek
eğitimi almak için de şanslı oldukları söylenemez.
Yaşanan kısır döngünün kırılması
için tarafların birbirleri ile konuşmaya başlaması, anne ve babaların da
sorumluluk alarak geleceğe yapılacak en iyi yatırımın eğitim yatırımı olduğunu
görmesi ve bu bilinçle eyleme geçmesi gerekiyor. Eğitim yatırımı deyince sadece
çocuğun Almanca öğrenmesi akla gelmesin. Çocukların köken dilini ve kültürünü
de unutmaması; ailelerin eğitim öğretim süreçlerine aktif katılımının
sağlanması gerekiyor. Bu katılım aile-çocuk-okul üçgenindeki ilişkinin sağlıklı
kurulmasıyla mümkündür. Ailelerin çocuklarını “öteki” olarak gören öğretmenlere,
eğitim yöneticilerine hak ve yükümlülükler bakımından eşit yurttaşlar
olduklarını, kısaca “biz” olduklarını okul aile birliği çalışmalarına aktif
olarak katılıp okuldaki bütün paydaşlarla işbirliği yaparak, örnek uzlaşmacı
davranışları ile yasa ve yönetmeliklerin kendilerine sağladığı hak ve
yükümlülükler çerçevesinde ortaya koyması gerekiyor. Bu seçenek, zor ama
imkânsız olmayan bir süreçtir. Yıpranmadan aşılabilmesinin yolu ise velilerin
birlik olduğu, sorun ve çözüm önerilerinin açıkça tartışıldığı veli toplantılarına
aktif olarak katılmaktan, bilinçli yurttaş olmaktan geçmektedir.
Anne ve babalar, “Evde zaten
Türkçe konuşuluyor” düşüncesiyle çocuklarının köken dilini öğrenmesi için ücretsiz
sunulan imkânları görmezden gelmemeli, hatta takipçisi olmalıdır. Ergenlik
dönemindeki kimlik arayışları, özgüven bunalımları, çocuğa köken dili ve
kültürünün öğretilmesi ile daha kolay aşılır. Köken dili; çocukların kendini yaşadığı
toplum içinde konumlandırmasını, aidiyet duygusunun geliştirilmesini ve özgüveninin
pekiştirilmesini sağlar. Özgüveni yüksek, ayakları yere basan bireyler; Almanya
veya her neredeki ülkeyse, o ülkenin vatandaşı olmanın kendisine sağladığı
kazanımların yanı sıra, yüklediği sorumlulukların bilinciyle hareket eden,
toplumun ortak değerleri ile barışık, “biz” anlayışı ile yaşar. Bu yaklaşım topluma
olumlu katkılar sağlarken, bu düşünceyi temsil eden bireyler sahip oldukları
özelliklerin, içinde yaşadıkları toplumun geleceği için de güvence kaynağı olduklarını
bilirler.
Anneler, babalar; çocuklarınızın
toplumsal kabul görmek için öncelikle iyi eğitim alması; hayatın bütün
aşamalarında karşılaştığı paydaşlarla etkili iletişim kurabilmesi için muhataplarının dilini iyi öğrenmesi gerekir. Bu zorunluluk anadilinin konuşanlarına sağladığı
avantajların göz ardı edilmesi gerektiği anlamına gelmez. Önemli olan insanın nereden geldiğini
unutmadan, nereye gideceğini iyi planlaması ve yol haritasını ona göre
belirlemesidir.
Not: Bu yazı Haber Avrupa 2019/Nisan-Mayıs sayıları için hazırlanmıştır. https://www.yumpu.com/de/document/view/62618248/haber-avrupa-europa-journal-april-2019 (Son erişim tarihi: 15.04.2019).
[1] Bu
konuda farklı kavramlar ve içinin nasıl doldurulduğu tartışmalı terimler
bulunmaktadır. Burada her üç terim de anadili karşılığında kullanılmıştır.