30 Mayıs 2013 Perşembe

Öğretmen Yetiştirme Sistemimiz ve Pedagoji Formasyon Kursları

Her ne kadar popüler olmasalar da küresel sistemlere öncülük yapacak, dönüşümün eşiğindeki Türkiye’yi geleceğe taşıyacak gençliği yetiştirecek meslek gruplarının önde gelenleri arasında öğretmenler yer almaktadır. Buna rağmen, ülkemizde hangi eğitim basamağında ne tür öğretmen yeterlikleri aranması gerektiğine bir türlü karar verilememekte ve mevcut sistemdeki sorunlara çözüm üretmek bir yana, yapı giderek karmaşık bir hale dönüştürülmeye devam edilmektedir.
Türkiye eğitim sistemi içinde en fazla ilgi çeken konu öğretmenliktir. Mesleki saygınlığın zaman zaman erozyona uğraması nedeniyle kimi çevrelerde “hiç olmazsa öğretmen olsaydı” anlayışı halen ağırlığını korumaktadır.  Bu mesleğe gösterilen bu yoğun ilgi, öğretmenlik meslek eğitimi verilen fakültelerin en fazla tercih edilen programlarına giriş puanlarının da son yıllarda görece olarak yükselmesine neden olmuştur. Öğretmen eğitimi ve öğretmenlik formasyon programları başta siyasetçiler olmak üzere, eğitimin bütün paydaşları tarafından sürekli takip edilen, üzerinde görüş beyan edilen bir konu haline gelmiştir. Hemen her ortamda ülkedeki eğitimin yetersizliğinden söz edenler, konu öğretmen yetiştirmeye gelince, kendilerini her şeyi bilen pozisyonuna koymaktan sakınmıyorlar. Oysa öğretmenlik eğitimi alacak kişilerin gerek eğitime başlamadan önceki durumları, gerekse eğitim süreci bir dizi “mesleğe uygunluk” analizleri ile nesnel olarak ortaya koyulmalı ve nihayet eğitimlerini tamamlayanların hangi donanım ve becerilere sahip oldukları sınanmalı ve bu süreçleri başarı ile geçenlerin mesleğe başlamaları gerekmektedir.
Ülkenin yetişmiş insan kalitesine bakınca yaşanan sıkıntılara çözümü sistemin gözden geçirilmesinde arıyoruz. Buna rağmen, öğretmen yetiştirme sistemimizin sadece cumhuriyet dönemindeki geçmişine bakıldığında tespit edilen hatalı ve yanlış uygulamaların ülkeyi getirdiği noktanın hiç de tesadüf olmadığını ortaya koymaktadır.
 
Belleten okullarından köy enstitülerine
İlköğretim öğrencileri için önce belleten sonra da öğretmen yetiştiren kurumlar açıldı. Adına da köy enstitüleri denildi. O dönem yapılan çalışmalar, bugün hayatta kalan mezunları veya onların çevresindekiler tarafından efsane olarak tanımlanıyor. Çünkü bu kurumlar yaşanan dönemin özelliklerini göz önünde tutarak mezun ettiği öğrencileri "bir işi düşünen, planlayan, organize eden, sürdüren ve sonuçlandıran" öğretmenler olarak yetiştirdi (Doğan 1999: 509). Bunlar yokluğun ve yoksunluğun üstesinden gelmek, gittikleri yurt köşelerinde karanlığa ışık tutacak meşaleler olarak yurt sathına dağıldı ve büyük bir özveri ile görev yaptı. Her fani gibi, kurumların da belli ömürleri vardır. Şu veya bu gerekçelerle kapatılan bu kurumların yerine daha formal eğitim verilen, kuramsal bilgilerin aktarıldığı öğretmen okulları kuruldu. Olmadı, öğretmen yüksekokulları, eğitim enstitüleri, eğitim fakülteleri, eğitim akademileri kuruldu. Gelecek ne getirecek meçhul.
Bugün bu satırların yazarı, o öğretmen okullarından mezun olan öğretmenlerini saygı ve minnetle anarken, yeni kuşak öğretmenlerin, öğretmen adaylarının cumhuriyetin kuruluş döneminde görev yapan öğretmenlerden alacağı çok derslerin olduğu kanısında…

Eğitim enstitüleri ve eğitimin siyasallaşması
Öğretmen liseleri veya okulları olmadı… Bu defa eğitim enstitüleri açılmaya karar verildi. Bu enstitüler kendini siyasetin ağına düşmekten kurtaramadı. Zamanla karşıt kutuplara ayrılan okul yönetimleri, hangi görüş iktidara geldiyse, yanaşıp yandaşlarına öğretmenlik diplomaları verilmesi için arayış içine girdi. O günlerin anlı şanlı politikacıları da günü kurtarmanın peşinde olduğundan, her türlü ödünü vermekte sakınca görmediler.
Eğitim enstitülerine giriş için yetenek, bilgi vd. değil, kerameti kendinden menkul kimi dernek, oda vd. üyelerinin verdiği tavsiye mektupları, “hamili yakınımdır” türünden referanslar geçer akçe oldu. Kaydı yapılanların üç ayda “hızlandırılmış” programlarla öğretmen yapılmalarına “milletin efendisi olan köylüler” dışında itiraz eden olmadı. “El insaf, üç ayda domates yetişmiyor” diyen “oyun bozucuların” sesi, itirazı alan razı, satan razı ortamındaki hengâmede sesi kaynadı gitti. Bunun sonuçları “yabancı dil bilmeyen” ama yabancı dil bilene adeta âşık bir toplum; düşünmesini, akıl yürütmesini bilmeyen ama düşünenin başka bir gezegenden gelmiş gibi algılandığı toplum içinde görülmektedir. Eğitilmeye muhtaç eğitimcilere emanet edilmiş gençler, siyasallaşmış bir eğitim sistemi, gelecek kuşakları üniversitelerin önünde yığınlaştırırken özel ders, dershane gibi bir dizi yeni sorunların ortaya çıkmasına, mesleki ve teknik eğitimin neredeyse ikinci sınıf eğitim olarak algılanması noktasına getirmiş; toplumsal bilinç adeta yok edilmiştir.

Darbe sürecinde yükseköğretimin yeniden yapılandırılması
Ortalığın toz duman olduğu, siyasetçilerin amaca ulaşmak için her yolu mubah gördüğü dönemlerde, kardeş kardeşi görmez, tanımaz olmuştu… Kimine göre askeri darbe kurtuluş, kimine göre müdahalenin ardından yaşanan dram oldu. Her ne olduysa, her ne yaşandıysa tarihçiler yazacak, gelecek kuşaklar da okuyacak.
O dönem Yükseköğretimin kontrol altına alınması, sistemin yeniden düzenlenmesi gündeme geldi. Prof. Dr. İhsan Doğramacı ve arkadaşları aldıkları “talimatla” kolları sıvadı. Yükseköğretim kanunu hazırladılar. Bu kanun her ne kadar eleştirilse yamalı bohçaya dönüşse de hazırlandığı dönemde sayıları onlarla ifade edilen, günümüzde yüzleri aşan üniversitelerimizi yönetmekte kullanılıyor. Bu satırların yazıldığı sırada bile alternatifi üretilebilmiş değil.
O dönemde iyice siyasallaşmış olduğu düşünülen eğitim enstitüleri kapatıldı veya pek çoğu eğitim fakültesi adı altında yeniden yapılandırıldı. Üniversite deneyimi ve kariyeri olmayan pek çok öğretmen, yürürlüğe giren yeni kanunla öğretim elemanı oldu. Bunların arasında kendini geliştiren son derece donanımlı insanlar olduğu gibi, farklı siyasal gruplara ayrılmış, öğretmen derneklerinde “memleket sorunlarına çözüm üreten” sohbetler ve arkadaş ilişkileri sayesinde bir yerlere gelmiş olanlar da vardı.
Yeni kanun Türkiye’nin vizyonuna uygun olmasa da günü kurtarıyordu. İnsan yetiştirme konusunda iki büyük kusuru vardı. Biri Fen-Edebiyat fakültelerinin her bir üniversite için zorunlu olması, diğeri de plansız, altyapısız eğitim fakültelerinin açılmasına izin verilmesiydi. Öyle ki alan eğitimi verilen fen, edebiyat, fen-edebiyat fakültelerinde kadro sorununun aşılması için, eğitim fakültelerinde alan eğitimi verilen yeni bölüm veya programların açılmasına izin verildi. Bu programlardaki öğrenciler alan eğitimi verilen fakültelere, alan eğitimi verilen fakültelerde öğrenim görenler de eğitim fakültelerinde eğitim alan öğrencilere öykünmeye başladılar. Biri bilim yapmak, diğeri öğretmen olmak isterken, aslında her iki grup da asli işini ihmal etmeye başlamıştı.
Fen edebiyat fakülteleri zamanla ikiye ayrılarak fen fakülteleri, edebiyat fakülteleri veya mevcut durumu muhafaza ederek fen edebiyat fakülteleri olarak günümüze değin geldi. Bu fakültelerde öğrenim gören gençlerin mezuniyet sonrası istihdam sorunları ortaya çıktığında da “hiçbir şey olamadı, bari öğretmen olsun” diyen seçmenin baskısı ve “üç beş kuruş ders ücreti alalım, fena mı” diye yöneticilerine fikir veren kimi eğitim fakültesi hocalarının icadı ile “pedagoji formasyonu” diye bir sertifika programı icat edildi. Böylece alan eğitimi verilen fakülteler ile öğretmenlik meslek eğitimi verilen fakültelerin kuruluş gerekçesi dolaylı da olsa ortadan kalkmış oldu. MEB yetkilileri de artık üniversitelerden mezun olmuş yeni öğretmenlerin mezun yeterlilikleri ile mesleğe atıldıktan sonraki öğretmen tutum ve davranışlarını kaygı ile izlemeye ve tartışma ortamlarına taşımaya başladılar; öğretmenlerin niteliklerinin artırılması için “öğretmen meslek liseleri” ve bu liselerin mezunlarına eğitim fakültelerine girişte öncelik sağlayacak düzenlemelere yöneldiler. Bununla birlikte formasyon adı altında açılan bu kursların toplum baskısı ile kaldırılamaması nedeniyle de öğretmenlerin meslektaşları ile ortak paydada buluşmaları giderek zorlaşmaya başladı.

Postmodern darbe sürecinin izleri

MEB yetkilileri zaman içinde yapılan hatayı anladı anlamasına da… Kurumsallaşmış hale gelen çarpık bir sistemi düzeltmek, yeni bir sistem kurmaktan daha zordu. Bir yanda eğitim fakülteleri, öte yanda alan eğitimi verilen fakülteler. Her birinden farklı amaçla kurulan, mezun olduktan sonra MEB veya özel eğitim kurumlarında “öğretmen” olarak bir çatı altında istihdam edilme dışında seçeneği olmayan mezunlar… Anlaşmazlıklar, tartışmalar sökün etti. Yapılan durum değerlendirmelerinde, hemen herkes öğretmenlerin tek bir kaynaktan yetiştirilmesi gereğini gündeme taşıdı. Uygulamalar ise tam tersi oldu ve olmaya devam ediyor.
YÖK ve MEB, DPT ile yaptığı çalışmada Türkiye’nin hangi alanda ne kadar öğretmene ihtiyacı olduğunu ve buna göre kontenjanların belirlenmesi gerektiği yönünde bir çalışmaya girişti. Gelinen noktada, alan eğitimi verilen fakültelere gelen gençler, eğitimini aldığı alanın öğretmeni olarak çalışmaya karar verir ve kimi koşulları sağlayabilirse, üçüncü yıldan sonra eğitim bilimleri enstitülerine yatay geçiş yapacaklar ve burada üç dönem süren öğretmenlik formasyonu alıp, tezsiz yükseklisans derecesi öğretmen olarak mezun olacaktı. Bu plan hayata geçirilirken, gençlerin alan fakültesinden mezun olduktan sonra eğitim bilimleri enstitüsünde tezsiz yükseklisans yapması şekline dönüştü. Eğitim bilimleri enstitüleri de lisansüstü eğitim öğretim ve araştırma faaliyetlerinin –gerçekte olmasa da- geri plana itildiği ve adeta formasyon kursları düzenleyen “dershanelere” dönüştü.
Tezsiz Yükseklisans derecesine sahip olanlar ile eğitim fakültesinden mezun olanlar arasında eğitim süresine bağlı olarak ortaya çıkan sorun da alan fakültesi çıkışlıların ortaöğretimde, eğitim fakültesi çıkışlıların da ilköğretimde öğretmen olarak istihdam edilmeleri şeklinde çözümlenmek istendi. Bu da Türkiye’nin eğitim sisteminin karmaşık iç dinamiklerinin doğurduğu kimi sorunlar nedeniyle hayata geçirilemedi…
Mezunlara iş garantili eğitim kurumu olarak görülen eğitim fakültelerinin sayısının Türkiye’nin arz talep dengesi gözetilmeksizin artırılması, yeni sorunların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu fakültelerden mezun olanların yanı sıra alan eğitimi verilen fakültelerin mezunlarının da öğretmen olarak atanmak istemeleri, Türkiye’yi yeni bir istihdam sorunu ile karşı karşıya getirdi.
Belli bir stratejik planlama yapılmadığından, istihdam sorununu aşmak, eğitim fakültesi mezunlarının aleyhine olduğu düşünülen haksız rekabeti ortadan kaldırmak amacıyla alan fakültelerinden mezun olan gençler bir süre öğretmenlik formasyon derslerinden alıkondu. Daha doğrusu, bu kurslara kısıtlama getirildi. Kamuoyu baskısı ve siyaset devreye girince, formasyon kurslarına yeniden izin verilmeye başlandı. Bu açık bir şekilde gündeme getirilmese de eğitim fakültelerinde görevli olup bu kurslarda ikinci öğretim şeklinde ders veren ve adeta ikinci bir maaş alan öğretim elemanlarının da işine geldi. Siyasal erk bir sorunu çözmüş olmanın manevi tatminini yaşarken, seçmenler evlatlarının geleceğini kurtarmanın, yoksulluk sınırında maaş alarak bilimsel araştırma ile bilimsel bilgi üretmek ve ailesini geçindirmek kaygısını yaşayan öğretim elemanlarının da ekonomilerine girdi sağlamış olmanın manevi hazzını duyduğu bir yeni dönem başladı. Burada dikkatlerden kaçırılmaması gereken husus, formasyon eğitimi ya da kursları, öğretmenlik mesleğine duyulan iştiyakı değil; vatandaşların ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeyi sağlamak, bireysel mutluluk ve toplumsal huzuru sağlamanın bir aracı haline gelmiştir.

Yükseköğretimin perspektif değişimi

Yükseköğretimin amacı; “ülkenin bilim politikasına, toplumun yüksek düzeyde ve çeşitli kademelerdeki insan gücü gereksinimine göre öğrencileri ilgi, yeti ve yetenekleri doğrultusunda yetiştirmek, bilimsel alanlarda araştırmalar yapmak, araştırma-inceleme sonuçlarını gösteren ve bilim – tekniğin ilerlemesini sağlayan her türlü yayını yapmak, Hükümetçe istenecek inceleme ve araştırmaları sonuçlandırarak düşüncelerini bildirmek, Türk toplumunun genel seviyesini yükseltici ve kamuoyunu aydınlatıcı bilimsel verileri sözle ve yazı ile halka yaymak ve yaygın eğitim hizmetinde bulunmak” şeklinde tanımlanmaktadır. Ülkemizde yapılan eğitim araştırmaları eğitim sisteminin amaçları ile ürünleri arasında tutarsızlıklar olduğunu göstermektedir.
Yükseköğretim Kurulu’nun yönetim kademesinin değişmesiyle birlikte, Türk yükseköğretim sistemindeki vizyon arayışları da yeniden şekillenmeye başladı. Yeni üniversiteler birbiri ardına açılmaya başlandı. Vatandaşların beklentilerini karşılamak birincil amaç oldu. Üniversiteye girmek isteyip de giremeyen gençler için yeni fırsatlar yaratılması çalışmalarına bağlı olarak birbiri ardına alan fakültesi ve eğitim fakültesi açılmaya devam edildi.
Açılan fakültelerin yanı sıra, üniversitelerde kontenjan artırımı da gündeme geldi. Hemen her programa mevcut kontenjanlarının 1/3’i kadar ilaveler yapıldı. Kimi devlet üniversitelerindeki eğitim fakülteleri ile alan eğitimi verilen fakültelerde görev yapan öğretim elemanlarının mali durumlarına katkı sağlaması ve vatandaşların yükseköğretime olan taleplerinin karşılanması fikrinden yola çıkılarak paralel programlar açıldı. Arz talep dengesinin fırsata dönüştürülerek “ikinci öğretim” adı altında açılan bu programların zaman içinde gerekli ilgiyi görmemesi ve kontenjanların dolmaması üzerine alan fakültelerindeki kimi programların kapatılması tartışılmaya başlandı.
Yükseköğretim Kurulu (YÖK), eğitim fakültesi bulunan üniversitelere gönderdiği genelgede, 18.04 2013 tarihli Yükseköğretim Genel Kurulu toplantısında Milli Eğitim Bakanlığı'nın öğretmen ihtiyaç projeksiyon çalışmalarının değerlendirilmiş olduğunu; eğitim fakültelerinde ihtiyaç duyulan alanlara ilişkin olarak “Öğretmen Eğitimi Çalışma Grubunun” yaptığı çalışmalara bağlı olarak Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık (Rehberlik Öğretmeni), din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği, ilköğretim matematik öğretmenliği, özel eğitim öğretmenlikleri, teknoloji tasarım öğretmenliği alanları dışındaki alanlara yeni öğrenci alınmaması konusunda genelge yayımlanmıştır.

Alan Eğitimi Fakülteri ve FEDEK’in kurulması

Gelinen noktada hem alan fakülteleri hem de eğitim fakülteleri kendi sivil toplum örgütlerini oluşturmaya, verilen eğitimin içeriğini sorgulamaya, akreditasyon çalışmalarına başladı. Bunlardan FEDEK, “farklı disiplinlerdeki Fen, Edebiyat, Fen-Edebiyat, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakülteleri öğretim programları için akreditasyon, değerlendirme ve bilgilendirme çalışmaları yaparak, Türkiye’de FEF öğretiminin kalitesinin yükseltilmesine katkıda bulunmayı” (Bkz.: www.fedek.org.tr) amacıyla kurulmuş; Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından da ulusal bir kalite güvence kuruluşu olarak tanınmış ve “Kalite Değerlendirme Tescil Belgesini” almıştır.
Alan fakültelerinin kendi sivil toplum örgütlerini oluşturmuş olmaları ve burada görev yapan öğretim elemanlarının da mezunlarının istihdam sorununa kayıtsız kalmak istememeleri de bu kursların yeniden ve yaygın bir şekilde “her yıl yeniden düzenlenen formatlarda” açılmasının önünü açtı. YÖK son aldığı kararla, yeniden Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun öğretmen atamalarına esas oluşturan alanlara ilişkin 80 nolu kararında yer alan programlara mahsus olmak üzere, alan fakültelerinden mezun olanlar için mezuniyet sonrası pedagojik formasyon sertifika programının devamına karar verdi.
Sistem, bu kurslarda yetişen öğretmen adaylarına belirli bir döneme özgü durağan, meslekî kalıp davranışları (becerileri) öğretirken, bilgi toplumunun ortalama insana ön gördüğü özelliklere sahip olması gereken donanımları kazandırmayı ihmal ediyor. Dolayısıyla Türkiye’yi geleceğe hazırlaması gereken öğretmen profilinin de gerektiği şekilde desenlemesinin önüne geçiliyor. YÖK kendi yaptırdığı araştırmada "Geçmişte kullanılan öğretmenlik formasyonu dersleri daha çok, eğitim sosyolojisi, eğimi tarihi, eğitim felsefesi gibi teorik bilgilerden oluşmuş ve öğretmene meslekte ihtiyaç duyacağı uygulamaya dönük bilgi, beceri ve bakış açılarını kazandırmakta yetersiz kalmıştır" (YÖK, 1999, s.5) diyerek, bu durumu bizzat kendisi açıklıyor.

Eğitim Fakülteleri ve EFDEK kurulması

Kamuoyu ve YÖK’ün ortak tespitine göre, eğitim fakülteleri "öğretmene meslekte ihtiyaç duyacağı uygulamaya dönük bilgi, beceri ve bakış açılarını kazandırmakta yetersiz" (YÖK, 1999, s.5) kalmaktadır.
Kamuoyuna göre, kalitenin tek göstergesi, geçerliği son derece tartışmalı olan KPSS sınavlarının sonuçları ve mezunların öğretmen olarak atanması. Oysa gerek sınav sonuçları, gerekse yapılan sınavın içeriği tartışmaya son derece açık. EFDEK olarak hayata geçirilen konseyin hedefi öncelikle akreditasyon sistemini yürütecek altyapıyı kurmak. Onlar da sorunların farkında.
Eğitim fakültelerine girişte Öğretmen Meslek Lisesi mezunları lehine uygulanan katsayı ilavesi, bu fakültelere gelen öğrenci profilinin önemli ölçüde değişmesine neden oldu. Bu öğrenciler, diğer lise türlerinden gelen öğrenciler ile birlikte aynı dersi alınca, grubun derse ilgisi dağılıyor. Öğrenci gruplarının ayrıştırılmadığı ve gruplara göre farklılaştırılmış eğitim verilmediği ortamlarda, bir grup eğitimden soğurken bir başka grup da sıkılıp, ders için ayrılan sürenin başka etkinliklerle geçirmeye çalışmakta veya derslere devam koşulunu yerine getirmeye çalışıyor.
Eğitim fakültelerinde kuram ile uygulama arasında bağ kurulmakta zorlanılıyor. Öğrencilerin öğreteceği alana hâkim olması, alan bilgisinin öğretimi gibi konularda MEB uygulama okulları ile daha yoğun bir işbirliği gerektiği açıktır.
Kamu kaynakları belirli ölçüt ve standartlara göre dağıtılırken, üniversitelerin eğitim fakültelerinin görece olarak geride kaldıkları, ciddi altyapı sorunları ile mücadele etmek zorunda kaldıkları görülmektedir. Daha öğrenimi sırasında her türlü fiziki ve teknik altyapı sorunuyla baş etmek zorunda kalan eğitim fakültesi öğrencilerinin, mezun olduktan sonra görev alacakları vatan toprağında topluma ışık tutacak, önderler olarak hazırlandıklarını söylemek güçtür.
Her türlü güçlüğün üstesinden gelmek zorunda olan öğretmenler bir de “eğitim, eğitimcilere bırakılamayacak kadar önemli bir konudur” diyen ve eğitim sorunlarına çözüm ararken eğitimcileri dışlayan zihniyetle mücadele etmek zorundadır.

Alan fakülteleri ile eğitim fakültesi öğrencilerinin durumu

Eğitim fakültelerinde öğrenim gören öğrenciler, alan fakültelerine göre daha yüksek bir giriş puanı almak zorunda olsalar da yapılan düzenlemelerle alan fakültesinden mezun olan yaşıtları ile yarışmak zorunda kalıyor. Alan fakültesinde öğrenim gören öğrenciler de lise döneminde yeterli rehberlik ve danışmanlık hizmetleri al(a)madıklarından, üniversiteye gelince aldıkları eğitimle hayata hazırlanmanın yegâne yolunun öğretmenlik olduğu şeklindeki seçenekle baş başa bırakıldıklarını görüyorlar. Bu öğrenciler ve onların bütün paydaşları, daha başta öğretmen olmayı düşünmeyen, ama hayatın gerçekleri karşısında “bari öğretmen olsunlar” anlayışına yenik düşüyor; öğretmenlik hakkı verilmediğinden kendilerini mağdur edilmiş grup olarak görüyorlar.

Özel öğretim kurumlarının devreye girmesi

MEB’nın kısıtlı kontenjanları denizin çoktan bittiğini gösterse de “eğitim bilimcilere” yeni bir ufuk açılıyordu. Özel öğretim kurumları…  
Hemen her alanda ülkede kayırmacılığın önüne geçmek için bir sınav icat ediliyor. ÖSYM denen ve adeta bir sınav işleri fabrikasına (!) dönüşen ve görevi sınav sorusu üretme ve sınav uygulama olan bir kurum yaratıldı. Üniversite mezunu öğretmen aday adayları da bu kurumun hazırladığı sınavlara girip, belli bir sıralama puanı almak zorunda. Bunun için de sınavlara hazırlanmak zorunda. Özel öğretim kurumları da bu durumu değerlendirdi ve öğretmen adayları için sınava hazırlık kursları açtı. Böylece ülkede yeni bir istihdam alanı da doğmuş oldu.
Bu kurslara devam etmek “adeta” zorunlu hale geldi. Güzel ülkemizin güzel gençleri okudukları fakültelerde pek çok nedenlerden dolayı gereken eğitimi alamadıklarından veya öğrencilik döneminde kendilerine sunulan fırsatları iyi değerlendiremediklerinden, bu sınavları aşabilmek ve MEB kasasına bir anahtar uydurabilmek için özel öğretim kurumlarının kapılarını aşındırır oldular.

Önerilerim

“Bunları geç, sorunun çözümü konusunda ne düşünüyorsun?” diyenlere bir dostun sözleriyle şunu hatırlatmak isterim: “Toplumsal değişme yeni alışkanlıklar, yeni değerler ve yeni ihtiyaçlar demektir. Toplumlar bu anlamda değişimin kaçınılmaz hükmü altındadırlar” (Doğan 1999, s.503).
Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Öğretmen yetiştiren insan kaynaklarının tek çatı altında toplanması gerekiyor. Bu iş de bazılarının öne sürdüğü gibi konuyu MEB’na ihale etmek değil. Bakanlık kendi “öğretmen akademisi” bünyesinde hizmet içi eğitim, mesleki inceleme ve araştırma çalışmalarına ağırlık verebilir. Bununla birlikte üniversitelerde acilen yapısal bir dönüşüme gereksinim var.
Üniversitelerde alan fakültelerinin yeniden yapılandırılarak sosyal bilimler, fen bilimleri, kültür bilimleri şeklinde ayrıştırılması ve eğitim fakültelerinin de eğitim bilimleri alanlarında eğitim öğretim etkinliği düzenleyen, bilimsel araştırma yapan birimlere dönüştürülerek lisans düzeyindeki alan öğretmeni eğitimine son verilmesi gerekir.
Alan eğitimi verilen fakültelerdeki eğitim de temel ve uzmanlık eğitimi olarak ikiye ayrılması ve temel eğitimden sonra uzmanlık eğitimine geçmeden önce, öğretmen olmayı arzu edenlerin alan öğretmenliği; öğretmen olmak istemeyenlerin de alan uzmanı olarak eğitimlerine devam etmeleri sağlanmalıdır.
Eğitim fakültelerinde ise ilköğretim sınıf öğretmenliği, okul öncesi eğitim gibi eğitim bilimleriyle ilgili alanlar dışındaki alan öğretmeni eğitimi verilen programların tamamının kapatılması gerekir. Bununla birlikte, “öğretmenlik yetki belgesinin” eğitim fakülteleri dışındaki birimlerce verilmesi hususu düşünce bazında bile gündeme getirilmemelidir. Alan eğitimi verilen fakültelerin programları içine “formasyon dersleri” koyma düşüncesi bile, eğitim fakültelerinin varlık nedenlerini ortadan kaldıracağı için, bu fakültelerde öğrenim görüp de öğretmenlik mesleğini icra etmek isteyenlerin lisans eğitiminden sonra, eğitim fakültelerince koordine edilecek tezsiz yükseklisans programlarına alınmaları ve öğretmenlik mesleği formasyonu edinmeleri sağlanmalıdır.
Alan eğitimi verilen fakültelerin mezunlarının “ortaöğretim”, eğitim fakültelerinden mezunların da “ilköğretim” aşamalarındaki öğretmen istihdamında kullanılması fikri de iki fakülte mezunlarının kategorileştirilmesine neden olacağı için pratikte sorunlara neden olacaktır. MEB, öğretmenlik mesleğinde başarı ve performansa dayalı kariyer basamakları uygulayarak bu konuya çözüm üretebilecektir.
Türkiye bu yolla “öğretmenlik formasyon kursu” açılsın-açılmasın ikilemi ile sonsuz bir tartışmaya dönen ve bu tartışmadan kazanç sağlayan grupların baskısından kurtulacağı düşünülmektedir.
 
Kaynaklar
Doğan, İsmail (1999). “Eğitimde kalite ve akreditasyon sorunu: Eğitim fakülteleri üzerine bir deneme”. Internet: https://www.pegem.net/dosyalar/dokuman/922-20120221154341-dogan.pdf (son erişim: 19.04.2013).
YÖK (1999). YÖK. "Eğitim Fakültelerinde Öğretmen Yetiştirme Programlarının Geliştirilmesine Yön Veren Temel İlkeler", Ankara: YÖK Dokümanı.

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Üniversite Üzerine Tezler

Ülkemizde verilen eğitimin en fazla eleştirilmesi gereken noktası halktan ve hayattan kopuk olmasıdır. Bugün üniversitelerimizdeki eğitim de bilimi olduğu kadar halkın eğitim kültür düzeyinin geliştirilmesi ve topluma yön verecek boyutlarda yapılandırılmalıdır. Eğitim hayatın içinde olmalı, eğitim sürecinde aktarılan bilgi, süs olmaktan ziyade işe vuruk olmalı; hayatı kolaylaştırmalıdır.
Akademisyenler toplumsal hayatın içine girmeli
Üniversitelerimizde görev yapan akademisyenlerin önemli bir kısmı kendine bir yaşam biçimi belirlemiş. Hayatın içinde yaşamıyor; aksine toplumsal akışı adeta tribünlerdeki seyircilerin bir müsabakayı izlediği gibi izliyor. Arada bir görüş bildirenlerin ekserisi de “toplum bizim anlayışımıza göre şekillenmeli” diyerek kendini toplumun dışında özel bir konumda görüyor. Toplum, dünyanın dinamizmini yaşıyor; dünyanın bir ucundaki bir olaydan sosyal ve ekonomik olarak etkileniyor ve akademisyen bu dinamizme ayak uyduramıyor, dışarıda kalıyorsa bu şekilde görüş beyan etmemelidir. Bu süreçteki olumsuz etkileşimlerin yaratacağı hasarın en aza indirgenebilmesi bakımından üniversite ile toplum iç içe olmalıdır. Bunun için akademisyenler kendilerini çok iyi eğitmeli, toplum ve yerel yönetimler başta olmak üzere ülkede sorumluluk sahibi bütün paydaşlara model oluşturmalıdır. Bilimsel bilgi uygulamaya dönüştüğü oranda ülkenin refah düzeyine olumlu katkılarda bulunacaktır. Bunun için yönetim kademesinde bulunan başta politikacılar olmak üzere bütün paydaşların akademisyenlere güvenmesi, her ikisinin de birbirini ötekileştirme çabasından vaz geçmesi gerekmektedir. Ötekileştirerek, araya görünmeyen duvarlar örerek sorunlar daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.
Bilimsel bilgi üretildiği gibi paylaşılmalı
Üniversitelerde görevli personelin birincil görevi doğal olarak öğrenciyi yetiştirmek, bilimsel bilgi üretmek ve bu yolla toplumsal refaha katkıda bulunmaktır. Bu süreçte, akademisyenler kendi görevlerini öğrencilerine bilgi aktarmakla sınırlandırırsa, bilimsel üretkenlik sona erer; aktarmacılık başlar. Akademisyenlerin bilimsel bilgi üretmesi, ürettiği bilgiyi öğrencilerine aktardığı kadar toplum ile de paylaşması gerekir. Bu paylaşım sadece bilimsel yayın yoluyla değil, popüler bilim yazıları veya değişik bilimsel platformlarda yapılmalıdır. Bunu yaparken belli ana akım görüşlerin estirdiği rüzgara kapılmak yerine, doğruları ve araştırma sonuçlarını paylaşmak aklın gösterdiği yol olacaktır.
Akademisyenler kendini medyanın çekim alanına kaptırmamalı
Akademisyenlerin uzmanlık alanları dışına çıkarak sadece Türkiye’nin toplumsal ve siyasal sorunlarını akşam, sabah medya üzerinden tartışmaya başladığı andan itibaren güvenilirliklerini yitirmeye başlamaktadır. Onlardan istenen, özellikle ve öncelikle uzmanlık alanlarına giren konularda görüş bildirmeleridir. Aksine tutum izleyerek, ana akım medyanın güdümüne giren görüş sahibinin söyledikleri ne denli doğru ve gerçek olursa olsun, bir süre sonra belli bir görüşün sempatizanı veya sözcüsü izlenimi uyandıracağından, görüş sahibinin inandırıcılığı zayıfladığı gibi akademik misyonu da giderek ortadan kalkmaktadır.
Mevzuat güncellenmeli
Akademisyenlerin alanları ile ilgili faaliyetlerini bilimsel özgürlük sınırları içinde sürdürebilmesi ve hem ulusal hem de uluslararası platformlarda tanınırlık kazanabilmesi için, yükseköğretim ile ilgili idari ve mali mevzuatın da güncel tutulması gerekir. Güncel mevzuatla yönetilen Üniversiteler değişen dünyadaki bilgi akışına daha kolay uyum sağlamaktadır.
Eğitim öğretimle ilgili düzenlemelerde de bir dizi düzenlemenin yapılması gerekmektedir. Öncelikle Türkiye gibi kalkınmakta olan bir ülkede tek bir alanın eğitimi verilmekte, bu süre de gelişmiş ülkelere göre daha uzun tutulmaktadır. Öncelikle yoğun istihdam sorunu yaşanan alanlardan başlamak üzere, öğrencilere öğrenim gördükleri alanlarla ilişkili olan ve tamamen öğrencinin ilgi alanına göre seçilebilen ikinci bir alanla birlikte çift diploma eğitimi alma imkanı sağlanmalıdır. Bu uygulama kimi öğrencinin toplumsal, sosyal baskılarla seçmek zorunda kaldığı bir alana kayıt yaptırdıktan sonra yeniden üniversite sınavına girerek alan değiştirmek için yeniden üniversite sınavına girmesi şeklinde kendini gösteren uygulamanın da önüne geçebilecektir. Öğrenci üniversiteye kayıt yaptırdıktan sonra, yerleştirildiği alanda arzu ettiği ikinci, üçüncü bir alanı seçerek, bu alandan mezun olabilmelidir.  
Üniversitelerde lisans eğitimi süresi ortaöğretimde edinilmesi gerekip de edinilemediği düşünülen kazanımlar için koyulan derslerle gereksiz bir şekilde uzatılmakta, AB ülkeleriyle karşılaştırıldığında Türkiye’de bir iki yıl fazladan öğrenim görülmektedir. AB uyum çalışmaları kapsamında yeniden yapılandırılan lisans eğitimi programları dört yıl yerine üç yılda tamamlanabilecek kredi sayısına indirilmeli; öğrencilere ikinci anadal zorunlu hale getirilmeli, üçüncü dal da isteğe bağlı sertifika programı şeklinde sunulmalıdır.
Müfredattaki olağanüstü hal döneminin izleri silinmeli
Bu bağlamda olağanüstü hal döneminde müfredata koyulan ve kanun marifetiyle zorunlu olarak okutulan derslerin programla doğrudan ilişkisi yoksa kaldırılmasında yarar vardır. Bu derslerin en azından uluslararası değişim sırasında veya çift diploma programlarının hazırlanması müzakerelerinde gerekçelendirilmesinde güçlük çekilmektedir.
Üniversitenin görevi dil bilmeyene kurs açmak olmamalı
Üniversiteye gelen bir öğrencinin anadilini veya eğitim dilini iyi özümsemiş; en azından bir yabancı dilin her türlü ortamda kullanımı konusundaki yetkinliğini kanıtlamış olması beklenir. Bunun için üniversiteye gelen öğrenciye Türkçe veya bir yabancı dili temelden öğretmeye çalışmak yükseköğretim kurumunun işi olmamalıdır. Öte yandan ülkenin eğitim dilinin dışındaki bir yabancı dilde eğitim öğretim etkinliği düzenlemek de çok anlamlı olmamakla birlikte, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde görülen, biz ve ötekiler ayrıştırmasının, kendini kabul ettirme çabalarının bilinç dışına yansımasıdır. Bu ülkelerin bir kısmında “yabancı dil öğretimi” ve “ikinci dil edinimi” ayırımı dahi yapılamama durumuna gelinmiştir. Yabancı dil sorununu çözmüş olarak yükseköğretim kurumuna gelen öğrencilerin bir yıl daha yabancı dil hazırlık eğitimi görmesine de gerek kalmayacaktır, gereksiz kaynak israfının da önüne geçilecektir. Yabancı diller yüksekokulları bugünkü yönetim ve organizasyon yapıları ile yabancı dil sorununa çözüm üretmekten çok kendileri sorun olmaya başlayan kurumlar haline dönüşmüştür.
Üniversite geleceğin akademisyenlerini yetiştirmede özen göstermeli
Üniversitelerde görevli yardımcı öğretim elemanlarının pozisyonları, öğretim üyelerine göre daha karmaşık ve görev tanımları belirgin değildir. Öğretim görevlisi, okutman veya uzman olarak istihdam edilen grup, üniversite içinde doktora eğitiminden sonraki kademedeki görevlilere göre “mahalledeki komşular” gibi görülmektedir. Zorunlu haller dışındaki iletişim kanalları kapalı olup, çoğu ilişki asimetrik düzeyde gerçekleşmektedir.
Araştırma görevlilerine gelince; mevcut uygulamaya göre araştırma görevlileri iki ayrı statüde istihdam edilmektedir. Bu kadrolarda görev yapan personelin iş tanımları net değildir. Eğitim Sen’in Danıştay’a açtığı iptal davasından sonra önce yürütmesi durdurulan, daha sonra da iptal edilen “doktorayı bitirdikten sonra ilişik kesilme durumundaki” 2547/50d maddesindeki araştırma görevlileri ile 2547/33a’ya göre istihdam edilen araştırma görevlileri olmak üzere aynı pozisyonda, farklı uygulamalara tabi olan iki ayrı grup araştırma görevlisi vardır.  
Aslında 2547/50d maddesi Türkiye’de burslu lisansüstü öğrenci statüsü getiriyordu. Gelişmekte olan ülkede bu durum anlaşılamadı veya tam anlatılamadı. Sisteme dahil olanlar, öğrenimlerinin sonunda kendilerini bekleyen duruma hazır olmadıkları için de uygulama istendik sonuçları getirmedi, aksine gerek öğrenciler (öğrenci asistanlar) gerekse bunlarla beraber çalışan öğretim üyeleri bu durumu istedikleri gibi kullanmayı, bir dizi sorun yumağına dönüştürmeyi tercih ettiler. Bir kısım öğretim üyesi çalışmalarından memnun olmadığı kişinin ilişiğinin kesilmesine ses çıkarmazken, birlikte “iyi iş çıkardığı” araştırma görevlilerinin açıktan kadro atamalarının yapılması için kulis yapmaktan geri kalmadılar. Bu uygulama da ilişiği kesilenlerin tepkisine neden oldu ve olmaya devam ediyor.
Aslında Türkiye’nin her yerinin hizmet alanı olarak görülmesi, gelişmiş üniversitelerde yetişmiş elemanların gelişmekte olan üniversitelerde istihdam edilerek aşağıdan gelen gençlerin “burslu öğrenci” olarak istihdam edilebilmelerinin önünün açılması son derece olağan karşılanmalıdır.
Bunun dışında bir de ÖYP kadrolarına atanan araştırma görevlilerinin durumları var. Onlar da yetiştirilmek üzere görevlendirildikleri üniversitelerde, gittikleri bölümün kendi iç dinamiklerine bağlı olarak ya çok iyi bir eğitim almakta ya da eğitim öğretim etkinlikleri sırasında birlikte çalıştığı öğretim elemanlarının sekreterlik görevlerini yapmaktadır. Yaşadığı olumsuzlukların etkisiyle lisansüstü tezini yazmak için yıllık iznini kullanmak zorunda kalan araştırma görevlilerine rastlamak hiç de olağan dışı bir durum değildir.
Sonuç yerine
Üniversitelerde görev yapan akademisyenler bir yaşam biçimi olarak kabul ettikleri pozisyonları gelecek kuşaklardan ödünç alınmış birer emanet olarak görmeli; geleceğin bir gün geleceğini ve o güne bu günden hazır olmak için kendini öznel düşüncelerden arındırıp toplumun bütün paydaşları ile ortak hareket ederek ülkeyi daha yaşanılabilir hale getirecek hayatın içinden, uygulamaya dönüştürülebilen projelere imza atarak üniversite dışında, gerek kamusal alanda gerekse sosyal ve kültürel alanda da liderlik yapma, sorumluluk alma bilincini kazanmalı; kendi pozisyonlarına gelecek genç kuşakları en az kendileri kadar bilgi ile donatmalıdır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...