Her ne kadar popüler olmasalar da
küresel sistemlere öncülük yapacak, dönüşümün eşiğindeki Türkiye’yi geleceğe
taşıyacak gençliği yetiştirecek meslek gruplarının önde gelenleri arasında
öğretmenler yer almaktadır. Buna rağmen, ülkemizde hangi eğitim basamağında ne
tür öğretmen yeterlikleri aranması gerektiğine bir türlü karar verilememekte ve
mevcut sistemdeki sorunlara çözüm üretmek bir yana, yapı giderek karmaşık bir
hale dönüştürülmeye devam edilmektedir.
Türkiye eğitim sistemi içinde en fazla ilgi çeken konu öğretmenliktir. Mesleki saygınlığın zaman zaman erozyona uğraması nedeniyle kimi çevrelerde “hiç olmazsa öğretmen olsaydı” anlayışı halen ağırlığını korumaktadır. Bu mesleğe gösterilen bu yoğun ilgi, öğretmenlik meslek eğitimi verilen fakültelerin en fazla tercih edilen programlarına giriş puanlarının da son yıllarda görece olarak yükselmesine neden olmuştur. Öğretmen eğitimi ve öğretmenlik formasyon programları başta siyasetçiler olmak üzere, eğitimin bütün paydaşları tarafından sürekli takip edilen, üzerinde görüş beyan edilen bir konu haline gelmiştir. Hemen her ortamda ülkedeki eğitimin yetersizliğinden söz edenler, konu öğretmen yetiştirmeye gelince, kendilerini her şeyi bilen pozisyonuna koymaktan sakınmıyorlar. Oysa öğretmenlik eğitimi alacak kişilerin gerek eğitime başlamadan önceki durumları, gerekse eğitim süreci bir dizi “mesleğe uygunluk” analizleri ile nesnel olarak ortaya koyulmalı ve nihayet eğitimlerini tamamlayanların hangi donanım ve becerilere sahip oldukları sınanmalı ve bu süreçleri başarı ile geçenlerin mesleğe başlamaları gerekmektedir.
Ülkenin yetişmiş insan kalitesine bakınca yaşanan sıkıntılara çözümü sistemin gözden geçirilmesinde arıyoruz. Buna rağmen, öğretmen yetiştirme sistemimizin sadece cumhuriyet dönemindeki geçmişine bakıldığında tespit edilen hatalı ve yanlış uygulamaların ülkeyi getirdiği noktanın hiç de tesadüf olmadığını ortaya koymaktadır.
Türkiye eğitim sistemi içinde en fazla ilgi çeken konu öğretmenliktir. Mesleki saygınlığın zaman zaman erozyona uğraması nedeniyle kimi çevrelerde “hiç olmazsa öğretmen olsaydı” anlayışı halen ağırlığını korumaktadır. Bu mesleğe gösterilen bu yoğun ilgi, öğretmenlik meslek eğitimi verilen fakültelerin en fazla tercih edilen programlarına giriş puanlarının da son yıllarda görece olarak yükselmesine neden olmuştur. Öğretmen eğitimi ve öğretmenlik formasyon programları başta siyasetçiler olmak üzere, eğitimin bütün paydaşları tarafından sürekli takip edilen, üzerinde görüş beyan edilen bir konu haline gelmiştir. Hemen her ortamda ülkedeki eğitimin yetersizliğinden söz edenler, konu öğretmen yetiştirmeye gelince, kendilerini her şeyi bilen pozisyonuna koymaktan sakınmıyorlar. Oysa öğretmenlik eğitimi alacak kişilerin gerek eğitime başlamadan önceki durumları, gerekse eğitim süreci bir dizi “mesleğe uygunluk” analizleri ile nesnel olarak ortaya koyulmalı ve nihayet eğitimlerini tamamlayanların hangi donanım ve becerilere sahip oldukları sınanmalı ve bu süreçleri başarı ile geçenlerin mesleğe başlamaları gerekmektedir.
Ülkenin yetişmiş insan kalitesine bakınca yaşanan sıkıntılara çözümü sistemin gözden geçirilmesinde arıyoruz. Buna rağmen, öğretmen yetiştirme sistemimizin sadece cumhuriyet dönemindeki geçmişine bakıldığında tespit edilen hatalı ve yanlış uygulamaların ülkeyi getirdiği noktanın hiç de tesadüf olmadığını ortaya koymaktadır.
Belleten okullarından köy enstitülerine
İlköğretim öğrencileri için önce
belleten sonra da öğretmen yetiştiren kurumlar açıldı. Adına da köy enstitüleri
denildi. O dönem yapılan çalışmalar, bugün hayatta kalan mezunları veya onların
çevresindekiler tarafından efsane olarak tanımlanıyor. Çünkü bu kurumlar yaşanan
dönemin özelliklerini göz önünde tutarak mezun ettiği öğrencileri "bir işi
düşünen, planlayan, organize eden, sürdüren ve sonuçlandıran" öğretmenler
olarak yetiştirdi (Doğan 1999: 509). Bunlar yokluğun ve yoksunluğun üstesinden
gelmek, gittikleri yurt köşelerinde karanlığa ışık tutacak meşaleler olarak
yurt sathına dağıldı ve büyük bir özveri ile görev yaptı. Her fani gibi,
kurumların da belli ömürleri vardır. Şu veya bu gerekçelerle kapatılan bu
kurumların yerine daha formal eğitim verilen, kuramsal bilgilerin aktarıldığı
öğretmen okulları kuruldu. Olmadı, öğretmen yüksekokulları, eğitim enstitüleri,
eğitim fakülteleri, eğitim akademileri kuruldu. Gelecek ne getirecek meçhul.
Bugün bu satırların yazarı, o öğretmen okullarından mezun olan öğretmenlerini saygı ve minnetle anarken, yeni kuşak öğretmenlerin, öğretmen adaylarının cumhuriyetin kuruluş döneminde görev yapan öğretmenlerden alacağı çok derslerin olduğu kanısında…
Bugün bu satırların yazarı, o öğretmen okullarından mezun olan öğretmenlerini saygı ve minnetle anarken, yeni kuşak öğretmenlerin, öğretmen adaylarının cumhuriyetin kuruluş döneminde görev yapan öğretmenlerden alacağı çok derslerin olduğu kanısında…
Eğitim enstitüleri ve eğitimin siyasallaşması
Öğretmen liseleri veya okulları
olmadı… Bu defa eğitim enstitüleri açılmaya karar verildi. Bu enstitüler
kendini siyasetin ağına düşmekten kurtaramadı. Zamanla karşıt kutuplara ayrılan
okul yönetimleri, hangi görüş iktidara geldiyse, yanaşıp yandaşlarına
öğretmenlik diplomaları verilmesi için arayış içine girdi. O günlerin anlı
şanlı politikacıları da günü kurtarmanın peşinde olduğundan, her türlü ödünü
vermekte sakınca görmediler.
Eğitim enstitülerine giriş için
yetenek, bilgi vd. değil, kerameti kendinden menkul kimi dernek, oda vd.
üyelerinin verdiği tavsiye mektupları, “hamili yakınımdır” türünden referanslar
geçer akçe oldu. Kaydı yapılanların üç ayda “hızlandırılmış” programlarla
öğretmen yapılmalarına “milletin efendisi olan köylüler” dışında itiraz eden
olmadı. “El insaf, üç ayda domates yetişmiyor” diyen “oyun bozucuların” sesi,
itirazı alan razı, satan razı ortamındaki hengâmede sesi kaynadı gitti. Bunun
sonuçları “yabancı dil bilmeyen” ama yabancı dil bilene adeta âşık bir toplum;
düşünmesini, akıl yürütmesini bilmeyen ama düşünenin başka bir gezegenden
gelmiş gibi algılandığı toplum içinde görülmektedir. Eğitilmeye muhtaç
eğitimcilere emanet edilmiş gençler, siyasallaşmış bir eğitim sistemi, gelecek
kuşakları üniversitelerin önünde yığınlaştırırken özel ders, dershane gibi bir
dizi yeni sorunların ortaya çıkmasına, mesleki ve teknik eğitimin neredeyse
ikinci sınıf eğitim olarak algılanması noktasına getirmiş; toplumsal bilinç
adeta yok edilmiştir.
Darbe sürecinde yükseköğretimin yeniden yapılandırılması
Darbe sürecinde yükseköğretimin yeniden yapılandırılması
Ortalığın toz duman olduğu,
siyasetçilerin amaca ulaşmak için her yolu mubah gördüğü dönemlerde, kardeş
kardeşi görmez, tanımaz olmuştu… Kimine göre askeri darbe kurtuluş, kimine göre
müdahalenin ardından yaşanan dram oldu. Her ne olduysa, her ne yaşandıysa
tarihçiler yazacak, gelecek kuşaklar da okuyacak.
O dönem Yükseköğretimin kontrol altına alınması, sistemin yeniden düzenlenmesi gündeme geldi. Prof. Dr. İhsan Doğramacı ve arkadaşları aldıkları “talimatla” kolları sıvadı. Yükseköğretim kanunu hazırladılar. Bu kanun her ne kadar eleştirilse yamalı bohçaya dönüşse de hazırlandığı dönemde sayıları onlarla ifade edilen, günümüzde yüzleri aşan üniversitelerimizi yönetmekte kullanılıyor. Bu satırların yazıldığı sırada bile alternatifi üretilebilmiş değil.
O dönemde iyice siyasallaşmış olduğu düşünülen eğitim enstitüleri kapatıldı veya pek çoğu eğitim fakültesi adı altında yeniden yapılandırıldı. Üniversite deneyimi ve kariyeri olmayan pek çok öğretmen, yürürlüğe giren yeni kanunla öğretim elemanı oldu. Bunların arasında kendini geliştiren son derece donanımlı insanlar olduğu gibi, farklı siyasal gruplara ayrılmış, öğretmen derneklerinde “memleket sorunlarına çözüm üreten” sohbetler ve arkadaş ilişkileri sayesinde bir yerlere gelmiş olanlar da vardı.
Yeni kanun Türkiye’nin vizyonuna uygun olmasa da günü kurtarıyordu. İnsan yetiştirme konusunda iki büyük kusuru vardı. Biri Fen-Edebiyat fakültelerinin her bir üniversite için zorunlu olması, diğeri de plansız, altyapısız eğitim fakültelerinin açılmasına izin verilmesiydi. Öyle ki alan eğitimi verilen fen, edebiyat, fen-edebiyat fakültelerinde kadro sorununun aşılması için, eğitim fakültelerinde alan eğitimi verilen yeni bölüm veya programların açılmasına izin verildi. Bu programlardaki öğrenciler alan eğitimi verilen fakültelere, alan eğitimi verilen fakültelerde öğrenim görenler de eğitim fakültelerinde eğitim alan öğrencilere öykünmeye başladılar. Biri bilim yapmak, diğeri öğretmen olmak isterken, aslında her iki grup da asli işini ihmal etmeye başlamıştı.
Fen edebiyat fakülteleri zamanla ikiye ayrılarak fen fakülteleri, edebiyat fakülteleri veya mevcut durumu muhafaza ederek fen edebiyat fakülteleri olarak günümüze değin geldi. Bu fakültelerde öğrenim gören gençlerin mezuniyet sonrası istihdam sorunları ortaya çıktığında da “hiçbir şey olamadı, bari öğretmen olsun” diyen seçmenin baskısı ve “üç beş kuruş ders ücreti alalım, fena mı” diye yöneticilerine fikir veren kimi eğitim fakültesi hocalarının icadı ile “pedagoji formasyonu” diye bir sertifika programı icat edildi. Böylece alan eğitimi verilen fakülteler ile öğretmenlik meslek eğitimi verilen fakültelerin kuruluş gerekçesi dolaylı da olsa ortadan kalkmış oldu. MEB yetkilileri de artık üniversitelerden mezun olmuş yeni öğretmenlerin mezun yeterlilikleri ile mesleğe atıldıktan sonraki öğretmen tutum ve davranışlarını kaygı ile izlemeye ve tartışma ortamlarına taşımaya başladılar; öğretmenlerin niteliklerinin artırılması için “öğretmen meslek liseleri” ve bu liselerin mezunlarına eğitim fakültelerine girişte öncelik sağlayacak düzenlemelere yöneldiler. Bununla birlikte formasyon adı altında açılan bu kursların toplum baskısı ile kaldırılamaması nedeniyle de öğretmenlerin meslektaşları ile ortak paydada buluşmaları giderek zorlaşmaya başladı.
Postmodern darbe sürecinin izleri
O dönem Yükseköğretimin kontrol altına alınması, sistemin yeniden düzenlenmesi gündeme geldi. Prof. Dr. İhsan Doğramacı ve arkadaşları aldıkları “talimatla” kolları sıvadı. Yükseköğretim kanunu hazırladılar. Bu kanun her ne kadar eleştirilse yamalı bohçaya dönüşse de hazırlandığı dönemde sayıları onlarla ifade edilen, günümüzde yüzleri aşan üniversitelerimizi yönetmekte kullanılıyor. Bu satırların yazıldığı sırada bile alternatifi üretilebilmiş değil.
O dönemde iyice siyasallaşmış olduğu düşünülen eğitim enstitüleri kapatıldı veya pek çoğu eğitim fakültesi adı altında yeniden yapılandırıldı. Üniversite deneyimi ve kariyeri olmayan pek çok öğretmen, yürürlüğe giren yeni kanunla öğretim elemanı oldu. Bunların arasında kendini geliştiren son derece donanımlı insanlar olduğu gibi, farklı siyasal gruplara ayrılmış, öğretmen derneklerinde “memleket sorunlarına çözüm üreten” sohbetler ve arkadaş ilişkileri sayesinde bir yerlere gelmiş olanlar da vardı.
Yeni kanun Türkiye’nin vizyonuna uygun olmasa da günü kurtarıyordu. İnsan yetiştirme konusunda iki büyük kusuru vardı. Biri Fen-Edebiyat fakültelerinin her bir üniversite için zorunlu olması, diğeri de plansız, altyapısız eğitim fakültelerinin açılmasına izin verilmesiydi. Öyle ki alan eğitimi verilen fen, edebiyat, fen-edebiyat fakültelerinde kadro sorununun aşılması için, eğitim fakültelerinde alan eğitimi verilen yeni bölüm veya programların açılmasına izin verildi. Bu programlardaki öğrenciler alan eğitimi verilen fakültelere, alan eğitimi verilen fakültelerde öğrenim görenler de eğitim fakültelerinde eğitim alan öğrencilere öykünmeye başladılar. Biri bilim yapmak, diğeri öğretmen olmak isterken, aslında her iki grup da asli işini ihmal etmeye başlamıştı.
Fen edebiyat fakülteleri zamanla ikiye ayrılarak fen fakülteleri, edebiyat fakülteleri veya mevcut durumu muhafaza ederek fen edebiyat fakülteleri olarak günümüze değin geldi. Bu fakültelerde öğrenim gören gençlerin mezuniyet sonrası istihdam sorunları ortaya çıktığında da “hiçbir şey olamadı, bari öğretmen olsun” diyen seçmenin baskısı ve “üç beş kuruş ders ücreti alalım, fena mı” diye yöneticilerine fikir veren kimi eğitim fakültesi hocalarının icadı ile “pedagoji formasyonu” diye bir sertifika programı icat edildi. Böylece alan eğitimi verilen fakülteler ile öğretmenlik meslek eğitimi verilen fakültelerin kuruluş gerekçesi dolaylı da olsa ortadan kalkmış oldu. MEB yetkilileri de artık üniversitelerden mezun olmuş yeni öğretmenlerin mezun yeterlilikleri ile mesleğe atıldıktan sonraki öğretmen tutum ve davranışlarını kaygı ile izlemeye ve tartışma ortamlarına taşımaya başladılar; öğretmenlerin niteliklerinin artırılması için “öğretmen meslek liseleri” ve bu liselerin mezunlarına eğitim fakültelerine girişte öncelik sağlayacak düzenlemelere yöneldiler. Bununla birlikte formasyon adı altında açılan bu kursların toplum baskısı ile kaldırılamaması nedeniyle de öğretmenlerin meslektaşları ile ortak paydada buluşmaları giderek zorlaşmaya başladı.
Postmodern darbe sürecinin izleri
MEB yetkilileri zaman içinde yapılan hatayı anladı anlamasına da… Kurumsallaşmış hale gelen çarpık bir sistemi düzeltmek, yeni bir sistem kurmaktan daha zordu. Bir yanda eğitim fakülteleri, öte yanda alan eğitimi verilen fakülteler. Her birinden farklı amaçla kurulan, mezun olduktan sonra MEB veya özel eğitim kurumlarında “öğretmen” olarak bir çatı altında istihdam edilme dışında seçeneği olmayan mezunlar… Anlaşmazlıklar, tartışmalar sökün etti. Yapılan durum değerlendirmelerinde, hemen herkes öğretmenlerin tek bir kaynaktan yetiştirilmesi gereğini gündeme taşıdı. Uygulamalar ise tam tersi oldu ve olmaya devam ediyor.
YÖK ve MEB, DPT ile yaptığı çalışmada Türkiye’nin hangi alanda ne kadar öğretmene ihtiyacı olduğunu ve buna göre kontenjanların belirlenmesi gerektiği yönünde bir çalışmaya girişti. Gelinen noktada, alan eğitimi verilen fakültelere gelen gençler, eğitimini aldığı alanın öğretmeni olarak çalışmaya karar verir ve kimi koşulları sağlayabilirse, üçüncü yıldan sonra eğitim bilimleri enstitülerine yatay geçiş yapacaklar ve burada üç dönem süren öğretmenlik formasyonu alıp, tezsiz yükseklisans derecesi öğretmen olarak mezun olacaktı. Bu plan hayata geçirilirken, gençlerin alan fakültesinden mezun olduktan sonra eğitim bilimleri enstitüsünde tezsiz yükseklisans yapması şekline dönüştü. Eğitim bilimleri enstitüleri de lisansüstü eğitim öğretim ve araştırma faaliyetlerinin –gerçekte olmasa da- geri plana itildiği ve adeta formasyon kursları düzenleyen “dershanelere” dönüştü.
Tezsiz Yükseklisans derecesine sahip olanlar ile eğitim fakültesinden mezun olanlar arasında eğitim süresine bağlı olarak ortaya çıkan sorun da alan fakültesi çıkışlıların ortaöğretimde, eğitim fakültesi çıkışlıların da ilköğretimde öğretmen olarak istihdam edilmeleri şeklinde çözümlenmek istendi. Bu da Türkiye’nin eğitim sisteminin karmaşık iç dinamiklerinin doğurduğu kimi sorunlar nedeniyle hayata geçirilemedi…
Mezunlara iş garantili eğitim kurumu olarak görülen eğitim fakültelerinin sayısının Türkiye’nin arz talep dengesi gözetilmeksizin artırılması, yeni sorunların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu fakültelerden mezun olanların yanı sıra alan eğitimi verilen fakültelerin mezunlarının da öğretmen olarak atanmak istemeleri, Türkiye’yi yeni bir istihdam sorunu ile karşı karşıya getirdi.
Belli bir stratejik planlama yapılmadığından, istihdam sorununu aşmak, eğitim fakültesi mezunlarının aleyhine olduğu düşünülen haksız rekabeti ortadan kaldırmak amacıyla alan fakültelerinden mezun olan gençler bir süre öğretmenlik formasyon derslerinden alıkondu. Daha doğrusu, bu kurslara kısıtlama getirildi. Kamuoyu baskısı ve siyaset devreye girince, formasyon kurslarına yeniden izin verilmeye başlandı. Bu açık bir şekilde gündeme getirilmese de eğitim fakültelerinde görevli olup bu kurslarda ikinci öğretim şeklinde ders veren ve adeta ikinci bir maaş alan öğretim elemanlarının da işine geldi. Siyasal erk bir sorunu çözmüş olmanın manevi tatminini yaşarken, seçmenler evlatlarının geleceğini kurtarmanın, yoksulluk sınırında maaş alarak bilimsel araştırma ile bilimsel bilgi üretmek ve ailesini geçindirmek kaygısını yaşayan öğretim elemanlarının da ekonomilerine girdi sağlamış olmanın manevi hazzını duyduğu bir yeni dönem başladı. Burada dikkatlerden kaçırılmaması gereken husus, formasyon eğitimi ya da kursları, öğretmenlik mesleğine duyulan iştiyakı değil; vatandaşların ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeyi sağlamak, bireysel mutluluk ve toplumsal huzuru sağlamanın bir aracı haline gelmiştir.
Yükseköğretimin perspektif değişimi
Yükseköğretimin amacı; “ülkenin bilim politikasına, toplumun yüksek düzeyde ve çeşitli kademelerdeki insan gücü gereksinimine göre öğrencileri ilgi, yeti ve yetenekleri doğrultusunda yetiştirmek, bilimsel alanlarda araştırmalar yapmak, araştırma-inceleme sonuçlarını gösteren ve bilim – tekniğin ilerlemesini sağlayan her türlü yayını yapmak, Hükümetçe istenecek inceleme ve araştırmaları sonuçlandırarak düşüncelerini bildirmek, Türk toplumunun genel seviyesini yükseltici ve kamuoyunu aydınlatıcı bilimsel verileri sözle ve yazı ile halka yaymak ve yaygın eğitim hizmetinde bulunmak” şeklinde tanımlanmaktadır. Ülkemizde yapılan eğitim araştırmaları eğitim sisteminin amaçları ile ürünleri arasında tutarsızlıklar olduğunu göstermektedir.
Yükseköğretim Kurulu’nun yönetim kademesinin değişmesiyle birlikte, Türk yükseköğretim sistemindeki vizyon arayışları da yeniden şekillenmeye başladı. Yeni üniversiteler birbiri ardına açılmaya başlandı. Vatandaşların beklentilerini karşılamak birincil amaç oldu. Üniversiteye girmek isteyip de giremeyen gençler için yeni fırsatlar yaratılması çalışmalarına bağlı olarak birbiri ardına alan fakültesi ve eğitim fakültesi açılmaya devam edildi.
Açılan fakültelerin yanı sıra,
üniversitelerde kontenjan artırımı da gündeme geldi. Hemen her programa mevcut
kontenjanlarının 1/3’i kadar ilaveler yapıldı. Kimi devlet üniversitelerindeki
eğitim fakülteleri ile alan eğitimi verilen fakültelerde görev yapan öğretim
elemanlarının mali durumlarına katkı sağlaması ve vatandaşların yükseköğretime
olan taleplerinin karşılanması fikrinden yola çıkılarak paralel programlar
açıldı. Arz talep dengesinin fırsata dönüştürülerek “ikinci öğretim” adı
altında açılan bu programların zaman içinde gerekli ilgiyi görmemesi ve
kontenjanların dolmaması üzerine alan fakültelerindeki kimi programların
kapatılması tartışılmaya başlandı.
Yükseköğretim Kurulu (YÖK),
eğitim fakültesi bulunan üniversitelere gönderdiği genelgede, 18.04 2013
tarihli Yükseköğretim Genel Kurulu toplantısında Milli Eğitim Bakanlığı'nın
öğretmen ihtiyaç projeksiyon çalışmalarının değerlendirilmiş olduğunu; eğitim fakültelerinde
ihtiyaç duyulan alanlara ilişkin olarak “Öğretmen Eğitimi Çalışma Grubunun”
yaptığı çalışmalara bağlı olarak Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık (Rehberlik
Öğretmeni), din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği, ilköğretim matematik
öğretmenliği, özel eğitim öğretmenlikleri, teknoloji tasarım öğretmenliği alanları
dışındaki alanlara yeni öğrenci alınmaması konusunda genelge yayımlanmıştır.
Alan Eğitimi Fakülteri ve FEDEK’in kurulması
Alan Eğitimi Fakülteri ve FEDEK’in kurulması
Gelinen noktada hem alan fakülteleri hem de eğitim fakülteleri kendi sivil toplum örgütlerini oluşturmaya, verilen eğitimin içeriğini sorgulamaya, akreditasyon çalışmalarına başladı. Bunlardan FEDEK, “farklı disiplinlerdeki Fen, Edebiyat, Fen-Edebiyat, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakülteleri öğretim programları için akreditasyon, değerlendirme ve bilgilendirme çalışmaları yaparak, Türkiye’de FEF öğretiminin kalitesinin yükseltilmesine katkıda bulunmayı” (Bkz.: www.fedek.org.tr) amacıyla kurulmuş; Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından da ulusal bir kalite güvence kuruluşu olarak tanınmış ve “Kalite Değerlendirme Tescil Belgesini” almıştır.
Alan fakültelerinin kendi sivil toplum örgütlerini oluşturmuş olmaları ve burada görev yapan öğretim elemanlarının da mezunlarının istihdam sorununa kayıtsız kalmak istememeleri de bu kursların yeniden ve yaygın bir şekilde “her yıl yeniden düzenlenen formatlarda” açılmasının önünü açtı. YÖK son aldığı kararla, yeniden Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun öğretmen atamalarına esas oluşturan alanlara ilişkin 80 nolu kararında yer alan programlara mahsus olmak üzere, alan fakültelerinden mezun olanlar için mezuniyet sonrası pedagojik formasyon sertifika programının devamına karar verdi.
Sistem, bu kurslarda yetişen öğretmen adaylarına belirli bir döneme özgü durağan, meslekî kalıp davranışları (becerileri) öğretirken, bilgi toplumunun ortalama insana ön gördüğü özelliklere sahip olması gereken donanımları kazandırmayı ihmal ediyor. Dolayısıyla Türkiye’yi geleceğe hazırlaması gereken öğretmen profilinin de gerektiği şekilde desenlemesinin önüne geçiliyor. YÖK kendi yaptırdığı araştırmada "Geçmişte kullanılan öğretmenlik formasyonu dersleri daha çok, eğitim sosyolojisi, eğimi tarihi, eğitim felsefesi gibi teorik bilgilerden oluşmuş ve öğretmene meslekte ihtiyaç duyacağı uygulamaya dönük bilgi, beceri ve bakış açılarını kazandırmakta yetersiz kalmıştır" (YÖK, 1999, s.5) diyerek, bu durumu bizzat kendisi açıklıyor.
Eğitim Fakülteleri ve EFDEK kurulması
Kamuoyu ve YÖK’ün ortak tespitine göre, eğitim fakülteleri "öğretmene meslekte ihtiyaç duyacağı uygulamaya dönük bilgi, beceri ve bakış açılarını kazandırmakta yetersiz" (YÖK, 1999, s.5) kalmaktadır.
Kamuoyuna göre, kalitenin tek göstergesi, geçerliği son derece tartışmalı olan KPSS sınavlarının sonuçları ve mezunların öğretmen olarak atanması. Oysa gerek sınav sonuçları, gerekse yapılan sınavın içeriği tartışmaya son derece açık. EFDEK olarak hayata geçirilen konseyin hedefi öncelikle akreditasyon sistemini yürütecek altyapıyı kurmak. Onlar da sorunların farkında.
Eğitim fakültelerine girişte Öğretmen Meslek Lisesi mezunları lehine uygulanan katsayı ilavesi, bu fakültelere gelen öğrenci profilinin önemli ölçüde değişmesine neden oldu. Bu öğrenciler, diğer lise türlerinden gelen öğrenciler ile birlikte aynı dersi alınca, grubun derse ilgisi dağılıyor. Öğrenci gruplarının ayrıştırılmadığı ve gruplara göre farklılaştırılmış eğitim verilmediği ortamlarda, bir grup eğitimden soğurken bir başka grup da sıkılıp, ders için ayrılan sürenin başka etkinliklerle geçirmeye çalışmakta veya derslere devam koşulunu yerine getirmeye çalışıyor.
Eğitim fakültelerinde kuram ile uygulama arasında bağ kurulmakta zorlanılıyor. Öğrencilerin öğreteceği alana hâkim olması, alan bilgisinin öğretimi gibi konularda MEB uygulama okulları ile daha yoğun bir işbirliği gerektiği açıktır.
Kamu kaynakları belirli ölçüt ve standartlara göre dağıtılırken, üniversitelerin eğitim fakültelerinin görece olarak geride kaldıkları, ciddi altyapı sorunları ile mücadele etmek zorunda kaldıkları görülmektedir. Daha öğrenimi sırasında her türlü fiziki ve teknik altyapı sorunuyla baş etmek zorunda kalan eğitim fakültesi öğrencilerinin, mezun olduktan sonra görev alacakları vatan toprağında topluma ışık tutacak, önderler olarak hazırlandıklarını söylemek güçtür.
Her türlü güçlüğün üstesinden gelmek zorunda olan öğretmenler bir de “eğitim, eğitimcilere bırakılamayacak kadar önemli bir konudur” diyen ve eğitim sorunlarına çözüm ararken eğitimcileri dışlayan zihniyetle mücadele etmek zorundadır.
Alan fakülteleri ile eğitim fakültesi öğrencilerinin durumu
Eğitim fakültelerinde öğrenim gören öğrenciler, alan fakültelerine göre daha yüksek bir giriş puanı almak zorunda olsalar da yapılan düzenlemelerle alan fakültesinden mezun olan yaşıtları ile yarışmak zorunda kalıyor. Alan fakültesinde öğrenim gören öğrenciler de lise döneminde yeterli rehberlik ve danışmanlık hizmetleri al(a)madıklarından, üniversiteye gelince aldıkları eğitimle hayata hazırlanmanın yegâne yolunun öğretmenlik olduğu şeklindeki seçenekle baş başa bırakıldıklarını görüyorlar. Bu öğrenciler ve onların bütün paydaşları, daha başta öğretmen olmayı düşünmeyen, ama hayatın gerçekleri karşısında “bari öğretmen olsunlar” anlayışına yenik düşüyor; öğretmenlik hakkı verilmediğinden kendilerini mağdur edilmiş grup olarak görüyorlar.
Özel öğretim kurumlarının devreye girmesi
MEB’nın kısıtlı kontenjanları denizin çoktan bittiğini gösterse de “eğitim bilimcilere” yeni bir ufuk açılıyordu. Özel öğretim kurumları…
Hemen her alanda ülkede kayırmacılığın önüne geçmek için bir sınav icat ediliyor. ÖSYM denen ve adeta bir sınav işleri fabrikasına (!) dönüşen ve görevi sınav sorusu üretme ve sınav uygulama olan bir kurum yaratıldı. Üniversite mezunu öğretmen aday adayları da bu kurumun hazırladığı sınavlara girip, belli bir sıralama puanı almak zorunda. Bunun için de sınavlara hazırlanmak zorunda. Özel öğretim kurumları da bu durumu değerlendirdi ve öğretmen adayları için sınava hazırlık kursları açtı. Böylece ülkede yeni bir istihdam alanı da doğmuş oldu.
Bu kurslara devam etmek “adeta” zorunlu hale geldi. Güzel ülkemizin güzel gençleri okudukları fakültelerde pek çok nedenlerden dolayı gereken eğitimi alamadıklarından veya öğrencilik döneminde kendilerine sunulan fırsatları iyi değerlendiremediklerinden, bu sınavları aşabilmek ve MEB kasasına bir anahtar uydurabilmek için özel öğretim kurumlarının kapılarını aşındırır oldular.
Önerilerim
“Bunları geç, sorunun çözümü konusunda ne düşünüyorsun?” diyenlere bir dostun sözleriyle şunu hatırlatmak isterim: “Toplumsal değişme yeni alışkanlıklar, yeni değerler ve yeni ihtiyaçlar demektir. Toplumlar bu anlamda değişimin kaçınılmaz hükmü altındadırlar” (Doğan 1999, s.503).
Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Öğretmen yetiştiren insan kaynaklarının tek çatı altında toplanması gerekiyor. Bu iş de bazılarının öne sürdüğü gibi konuyu MEB’na ihale etmek değil. Bakanlık kendi “öğretmen akademisi” bünyesinde hizmet içi eğitim, mesleki inceleme ve araştırma çalışmalarına ağırlık verebilir. Bununla birlikte üniversitelerde acilen yapısal bir dönüşüme gereksinim var.
Üniversitelerde alan fakültelerinin yeniden yapılandırılarak sosyal bilimler, fen bilimleri, kültür bilimleri şeklinde ayrıştırılması ve eğitim fakültelerinin de eğitim bilimleri alanlarında eğitim öğretim etkinliği düzenleyen, bilimsel araştırma yapan birimlere dönüştürülerek lisans düzeyindeki alan öğretmeni eğitimine son verilmesi gerekir.
Alan eğitimi verilen fakültelerdeki eğitim de temel ve uzmanlık eğitimi olarak ikiye ayrılması ve temel eğitimden sonra uzmanlık eğitimine geçmeden önce, öğretmen olmayı arzu edenlerin alan öğretmenliği; öğretmen olmak istemeyenlerin de alan uzmanı olarak eğitimlerine devam etmeleri sağlanmalıdır.
Eğitim fakültelerinde ise ilköğretim sınıf öğretmenliği, okul öncesi eğitim gibi eğitim bilimleriyle ilgili alanlar dışındaki alan öğretmeni eğitimi verilen programların tamamının kapatılması gerekir. Bununla birlikte, “öğretmenlik yetki belgesinin” eğitim fakülteleri dışındaki birimlerce verilmesi hususu düşünce bazında bile gündeme getirilmemelidir. Alan eğitimi verilen fakültelerin programları içine “formasyon dersleri” koyma düşüncesi bile, eğitim fakültelerinin varlık nedenlerini ortadan kaldıracağı için, bu fakültelerde öğrenim görüp de öğretmenlik mesleğini icra etmek isteyenlerin lisans eğitiminden sonra, eğitim fakültelerince koordine edilecek tezsiz yükseklisans programlarına alınmaları ve öğretmenlik mesleği formasyonu edinmeleri sağlanmalıdır.
Alan eğitimi verilen fakültelerin mezunlarının “ortaöğretim”, eğitim fakültelerinden mezunların da “ilköğretim” aşamalarındaki öğretmen istihdamında kullanılması fikri de iki fakülte mezunlarının kategorileştirilmesine neden olacağı için pratikte sorunlara neden olacaktır. MEB, öğretmenlik mesleğinde başarı ve performansa dayalı kariyer basamakları uygulayarak bu konuya çözüm üretebilecektir.
Türkiye bu yolla “öğretmenlik formasyon kursu” açılsın-açılmasın ikilemi ile sonsuz bir tartışmaya dönen ve bu tartışmadan kazanç sağlayan grupların baskısından kurtulacağı düşünülmektedir.
Kaynaklar
Doğan, İsmail (1999). “Eğitimde
kalite ve akreditasyon sorunu: Eğitim fakülteleri üzerine bir deneme”. Internet:
https://www.pegem.net/dosyalar/dokuman/922-20120221154341-dogan.pdf (son
erişim: 19.04.2013).
YÖK (1999). YÖK. "Eğitim Fakültelerinde Öğretmen
Yetiştirme Programlarının Geliştirilmesine Yön Veren Temel İlkeler",
Ankara: YÖK Dokümanı.