22 Nisan 2018 Pazar

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlama Mesajı


Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan 23 Nisan Milli Bayramı ve 1 Kasım 1922’de  saltanatın kaldırılması ile önce 1 Kasım kabul edilen, sonra 1935 yılında 23 Nisan Milli Bayramı ile birleştirilen Hakimiyet-i Milliye  Bayramı ile Himaye-i Etfal Cemiyetinin, yani Çocuk Esirgeme Kurumunun, 1927’de ilan ettiği ve ilki Atatürk’ün himayesinde düzenlenen 23 Nisan Çocuk Bayramının kendiliğinden birleşmesi ile oluştu. 1980’den itibaren de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı adını aldı.

Hakimiyet-i Milliye Bayramı (Ulusal Egemenlik Bayramı), TBMM’nin açılışı ile ilişkili olup, bu günün anısını yaşatmak amacını gütmektedir. Çocuk Bayramı ise savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirilmesi amacını taşımaktayken, 1979 yılının UNESCO tarafından Dünya Çocuk Yılı olarak ilan edilmesiyle birlikte yeni bir özellik kazandı.  Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu, bu yıldan itibaren Uluslararası Çocuk Şenliği başlattı ve bayram uluslararası düzeye taşındı. Günümüzde birçok ülkeden gelen çocukların katılımı ile kutlanan bu bayram vesilesi ile birbirinden güzel gösteriler hazırlanmakta, okullarda ve okul dışında çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. 1933’te Atatürk ile başlayan çocukları makama kabul etme geleneği de günümüzde sürdürülmekte, çocuklar kısa süreliğine devlet kurumlarının başındaki memurların yerine geçmektedir.

Türk Milleti’nin ülkesine olan bağlılığının, sevgisinin, saygısının genlere işlemiş hâli, güzel bir yansıması olarak yapılan bu törenler, çocuklar arasında uluslararası dayanışmanın ve gelecekte kurulacak dostluk köprülerinin bugünden atılan temel taşlarıdır. Yıllardır devam eden bu törenlerin gelecekte de uluslararası boyutlarda devam etmesi, gelecek kuşaklar tarafından da sürdürülerek dünya barışına olumlu katkılar sağlamasını dilerim.

Yurt dışında yaşayan soydaşlarımızın, vatandaşlarımızın ve bizimle birlikte aynı duyguları paylaşan Avrupalı dostlarımızın da bu kutlamalara katılması bizler için mutluluk vesilesidir. Tarihi dostumuz ve NATO müttefikimiz olan Almanya Federal Cumhuriyeti yetkililerine de Avrupalı Türklerin yeni yurtlarında kurduğu hayatları boyunca edindikleri kadim dostları ile dayanışma ruhu içinde kutladıkları bu etkinlikleri gerçekleştirmelerine imkân sağladıkları için teşekkür ederim.

Organizasyona katılan bütün çocuklarımızı başarılı sunumları için ayrı ayrı tebrik eder; bayramlarını içtenlikle kutlarım. Bu bayramın uluslararası nitelikte, dostluk ve kardeşlik çerçevesinde kutlanması için emeği geçen organizatörlerimizi, öğretmenlerimizi, veli derneklerimizi, onlara destek olan bağışçılarımızı ve katılımlarından dolayı sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerine teşekkür ederim. Ayrıca velilerimizi ve kutlama etkinliklerine katılımları ile anlam kazandıran bütün vatandaşlarımızı, soydaşlarımızı saygı ve sevgi ile selamlar, herkesin bayramını en içten dileklerimle kutlar; saygılar sunarım.

Prof. Dr. Mustafa ÇAKIR
Türkiye Cumhuriyeti Münih Başkonsolosluğu Eğitim Ataşesi V. 

Avrupalı Türkler


Bu yazımı Almanya’ya geldikten sonra sıkça duyduğum bir ifadeden yola çıkarak yazmak, Türklük, vatan, millet konularına ayırmak, siz okuyucular ile hasbihal etmek istedim. Bugünkü dille konuşup dertleşme, halleşme yahut sohbet anlamına gelen hasbihal, zor zamanların en pratik medetkârı, yol göstericisidir.

Son zamanlarda konuştuğum hemen herkes lafa “Türkiyeli” diye giriyor; Avrupalı Türk diye sürdürüyor. Türkiyeli sözü üzerinde uzun süre düşündüm. Hatta Türkiye’de bulunduğum dönemde bazı yazılarımda ben de kullanmışım; sonra kendi kendime “No’luyor?” diye sorma, “Biz Türkiye’den geliyoruz ama Türkiyeli değil, Türküz” deme ihtiyacı hissettim. Türk milletinin Avrupa veya diğer ülkelerde yaşayan fertleri olarak nerede, hangi coğrafyada yaşıyor olsak da bizler Türküz ve Türk milletinin birer ferdiyiz. Türk, Amerikalı gibi toplama bir millet değil; İngiliz, Fransız gibi geleneği olan bir millettir; çağlar ötesinden atiye uzanan büyük devletler kuran, Türkçeyi değişik ağız ve lehçeleri ile konuşan ve kendini bu milletin ferdi olarak görüp, ortak duygularla yaşayanlara verilen addır. Bu öyle bir duygu ki onu yüreğinde hissedenlerin bağrı yanıp tutuştuğunda bazen bir sevda türküsü olur; bazen de sırf Türk olduğunu çekinmeden söylediği için hak etmediği ağır bedelleri ödemeye mecbur bırakılır. Bu bedeller ödendikçe de bu kavram anlam kazanır, içi dolar, ete kemiğe bürünür.

Sahi biz Türkiyeli derken neyi kastediyoruz? Anadolu’dan gelen herkese Türk değil, Türkiyeli derken, bazılarının yakıştırması ile “Anadolu halklarını” mı vurgulamak istiyoruz? Bu ifade öyle göründüğü gibi masum olmaktan çıkıyor ve bizleri ayrıştırmaya çalışan ideolojinin söylemine dönüşüyor. Biz Türk dersek, “Birileri rahatsız olmasın” diye bir çekincemiz mi var? Türk derken, bu kavramın etnik bir grubu tanımlamadığını, hissetmekle ilişkili olduğunu söyledik. Türk, kederde, kıvançta bir olmayı, ortak hedeflere birlikte yürümeyi bilenleri bir araya getiren bir kavramdır. Aşık Veysel’in deyişi ile “Babadan kalan mirastır”. Anayasamızda öyle tanımladık; evimizde öyle öğrendik, okullarımızda da öyle öğretiyoruz. Türk, Avrupa ya da Asya’da, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, bitip tükendi denilen her zaman, yeniden küllerinden doğmasını bilmiş, başarıları ile güneş gibi parlarken, mazlum milletlerin umudu ve rol modeli olmuştur. Zaman zaman kim olduğumuzu umursamaz hale gelsek, unutsak bile; muhataplarımız unutmuyor, hiç beklemediğimiz bir anda bize kim olduğumuzu gayet güzel hatırlatıyorlar.

Her nereye gitsem, geride bıraktığım ve artık bacası tütmeyen evime duyduğum özlemi, yüreğimi kavuran kor ateşe dönüştüren memleket hasretini meftunu olduğum aziz milletimizin fertleri ile bir araya gelerek hafifletiyor; rahata ermenin yolunu onlarla hasbıhal etmekte buluyor; onlarla aynı havayı teneffüs ederek memleket özlemini gideriyorum. Anadolu’nun dört bir yanından gelmiş ve dayanışma içinde ortak hareket edenlerin oluşturduğu dostluğun sıcak esintisini her hangi bir bahar sabahında açan nergis kokusu gibi içime çekerek rahatlıyorum. Yaşadığım toplumun sıradan bir ferdi olmak yerine, milletime hadim olmayı, atide Türk adı oldukça onun varisi olan evlatlarımızı içinde bulundukları derin gaflet ve uykudan uyandırmayı, ilahi bir güneş gibi parlayan eğitim ve bilimin ateşi  ile aydınlatmayı, milletimizin bu vesile ile kendine geldiğini görmeyi hayal ediyorum. Bu hayali benimle birlikte yaşayanlara Türk diyor; Türkiyeli demekten imtina ediyorum.

Avrupa ülkelerinde yaşayan kardeşlerim; bu aziz milletin tarihi öyle öykülerle bezenmiş ki hangi sayfasını açsanız, boğucu bir zulmetten sonra ilahi bir ışık gibi parlayan yeni bir destanla, kutsal bir zaferle karşılaşıyorsunuz. Bir yanda bu kadim milletle dost olmayı beceremeyen ve Türk adını duyunca korkudan ödleri kopanları, öbür yanda onun dostluğunu kazanmak için mütemadiyen çaba sarf edenleri görüyoruz. Tarihin her döneminde Türk milletini bir umut, Anadolu’yu kurtuluş vesilesi olarak görenlerin oluşturduğu Türk yurduna ve onu yüceltmek için duyulan ortak güvene layık olmaya çalışıyoruz.

Hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, çocuklarımıza kendini öteki milletlerle körü körüne yarıştırmaya kalkışmanın, kendini diğerlerinden ayrıcalıklı, üstün görmenin bireyi ırkçılığa sevk ettiğini; ırkçılığın ise sağlıklı bir ruh halini yansıtmadığını, buna karşılık kendini ait hissettiği milleti sevmenin takdir edilmesi gereken, utanılacak bir durum olmadığını anlatalım. Bunları yaparken de her milletin kendi kültürüne bağlı olmasının doğal olduğunu, milletlere saygı ile yaklaşıldığı durumlarda mütemadiyen tekrar edilen olumlu duygu ve davranışların bireyin özgüvenini pekiştirirken dünya barışına da olumlu katkıları olacağını; buna mukabil ötekine karşı düşmanca hisler beslemenin, kendini yüceltirken ötekini aşağılamanın, kin ve nefret duygularını körükleyerek telafisi imkânsız insanlık suçlarının oluşmasına zemin hazırlayacağını unutturmayın.

Türk olmamız, Türkçe konuşmamız yaşadığımız coğrafyaya uyum sağlamamız için bir engel değil. Bununla birlikte yaşadığımız coğrafyada saygın bireyler olarak toplumsal ve sosyal hayatın içinde yer almak istiyorsak, yaşadığımız çevrenin dilini ve dolayısı ile kültürünü de iyice öğrenmemiz, onlara saygı ile yaklaşmamız ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın anahtarı olan eğitim hakkını ihmal etmememiz gerektiğini, saygı göstermeyenin saygı görmeyeceğini unutmayalım.

Buraya kadar anlattığım bilinç düzeyine ulaşılmakla, Avrupalı Türklerin aydınlanma hareketi de kendiliğinden başlayacaktır. Aydınlanma, bireyin öncelikle kendinden kaynaklanan vesayetten kurtulması; yani, kendi idrak gücünden başkasının yönlendirmesi olmadan yararlanamaması halinden çıkmasıyla mümkündür. Aydınlanmayı yakalayan birey, yaşadığı toplum içinde tutunmak, kabul görmek ve yükselmek için her şeyi mubah saymaz. Kişilikli bireyler uyum gösterdiğini kanıtlamak için bir yerlerde yama gibi durmaz; gerektiğinde “Buraya dikkat edin, bir sorun var” diyerek hak ve hukukun takipçisi olur. Kant’ın 1784’te dediği gibi, “Vesayetin, yani medeni hakları kullanamamanın nedeni, akıl yoksunluğu değil; insanın aklını başkasının yönlendirmesine gerek kalmadan kullanacak kararlılık ve cesaretten yoksun olmasıdır. Yani vesayetin sebebi yine insanın kendisidir.” O halde, bir yerde çekinmeden Türk olduğunuzu söylerken, yurttaşı olduğunuz ülkenin yasal hak ve yükümlülüklerini yerine getirip, sağlanan imkânlardan yararlanmak için de aklınızı kullanacak cesaretiniz olsun! Martin Luther King’in deyişiyle “Ya birlikte kardeş gibi yaşamayı öğreneceğiz, ya da aptallar olarak hep beraber yok olacağız”. 

Not:
Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Europa Journal 'Haber Avrupa' Gazetesinin Nisan 2018 sayısında yer almıştır. Özgün metne,
http://europa-journal.net/images/kolumnen/april2018/cakir042018.jpg adresinden ulaşılabilir.

9 Nisan 2018 Pazartesi

Perspektif Dergisi ile Türkçe üzerine söyleşi: Anadilini öğrenemeyen çocuk...

"Avrupa’da Türkçenin kullanımı ile ilgili çok sayıda araştırmaya sahip olan Münih Eğitim Ataşesi Prof. Dr. Mustafa Çakır ile Avrupa’da Türkçenin durumu ve geleceği hakkında konuştuk." Yasemin Yıldız, Perspektif Muhabiri

Mevcut durumda Türkçeyi nadiren kullanan bir Türk topluluğunun olduğu Avrupa’da, Türkçe Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli gençler için hâlâ “anadili” midir?

Bu soruya cevap vermeden önce, anadili kavramının içeriğinin doğru anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Anadili, toplumda çocuğun aile ve yakın çevresi ile etkileşim sürecinde edindiği ilk dil olarak görülüyor. Bilim dünyasında bu ifadenin Latince “lingua materna” ifadesinden kaynaklanmış olacağı öne sürülürken, anadili teriminin yerine son zamanlarda tercih edilen terimler “birinci dil”, “ikinci dil” şeklindedir. Bu dil, aslında annenin veya ailenin konuştuğu dilden ziyade bireyin öğrendiği dil veya diller arasında kendini en rahat ifade edebildiği dil.

Avrupa ülkelerinde yaşayan çocuklar için geçmişten gelen ve geleceğe uzanan köken dili ve bu dilin kültürünü yansıtan bir yapı var. Bu yapı, onların anadili veya yeni ve daha doğru bir ifadeyle “köken” dilidir. Bu dil ile hayata tutunan çocuk veya gençler, vazodaki ihtişamlı görünümüne rağmen kısa bir sürede solup atılacak bir çiçek değil, kendi has bahçesinde filizlenen bir buğday gibi yeşerip başak bağlayacak ve nihayetinde insanlığın verim alacağı bir canlı organizmaya dönüşecektir. Anadili, yahut köken dili olan Türkçe bu nedenle önemlidir. Türkçeyi yok saydığınızda, vazodaki ihtişamlı çiçek gibi parlasanız da günün birinde solmaya ve işiniz bittikten sonra bir köşeye atılmaya mecbur olursunuz.

Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli çocuklar için iki tane “anadili” olabilir mi?

Türkiye’de yaşayan ve kendi çevresinde Türkçeden başka dil konuşmayan çocuk, genç veya yetişkinlere tek dilli (monolingual) diyoruz. Buna karşılık Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli çocuklar için belli şartların sağlanması hâlinde iki anadillilikten değil; çift dilli (bilingual) veya çok dilli (multilingual) olma hâlinden söz ediyoruz.

Burada Türkiye kökenli ifadesi yanlış anlaşılmasın. Türkiye kökenli Alman, Avusturya, Hollanda gibi ülkelerin vatandaşlarının da kendilerini Avrupalı Türk olarak adlandırmasında da bir sakınca yok.

İnsanlar iki ayrı dili aynı anda öğrenebileceği gibi arka arkaya da öğrenebilir. Bu görüşten yola çıkan araştırmacılar çocuğun aynı anda iki ayrı dili birden edinmesinin mümkün olduğunu savunurken, kimi araştırmacılar da birinci dilin edinimi sürecinin tamamlanması gerektiğini öne sürmektedirler. Ben ilk görüşe katılıyorum. Bu süreçte bazı çocuklarda dil gelişimi ve dolayısı ile iletişim becerileri,  başlarda tek dilli çocuklara göre daha yavaş seyretse de kritik aşama geçildikten sonra iki dilli çocukların tek dilli çocuklara göre daha avantajlı duruma geçtikleri görülüyor. Çocuğun iki dilli yetiştirilmesine karar verildiğinde, sürecin iyi takip edilmesi ve konuşma ile anlama becerilerinin farklı geliştiğinin bilincinde olarak hareket edilmesi gerek. Anlama pasif bir beceri olduğu için üretim gerektiren konuşmaya göre daha ilerdedir ve aralarında altı aylık kritik bir süreç vardır. Çocuğun dil ediniminde ilk üç yıl kritik süreçtir. Bu süreçten sonra çocuk iki dile de aynı düzeyde hâkim olabilir ve bu çocuklar iki dilli olarak adlandırılır.

Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli çocukların Türkçe öğrenme süreçleri nasıl gerçekleşiyor?

Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli çocuklar, daha çok, aile ortamında ve sosyal çevrelerde Türkçe konuşuluyorsa Türkçe öğrenmektedir. Öğrenilen bu dil, ağırlıklı olarak ailenin Türkiye’de yaşadığı bölgedeki yerel ağız ya da şiveyi yansıtmaktadır. Son dönemde sınır ötesine uzanan Türk medyasının uydu yayınları ile de ölçünlü dili edinme veya öğrenme imkânlarının geliştiği görülüyor. Çocuklar evde Türkçe, okulda da akranları ve öğretmenleri ile Almanca iletişim kurabiliyorlar. Bu durum kesintisiz devam ederse ve çocuk okulda verilen Almanca eğitiminin yanı sıra Türkçe ve Türk Kültürü derslerine de devam ederek Türkçe okur-yazar olursa, her iki dili de aksansız konuşma ve yazma becerisine sahip olur.

Çocuğun zamanının önemli bir kısmı okulda, akranları ve öğretmenleri ile geçmektedir ve Türkçe konuşulmazsa çocuğun birinci iletişim dili Almanca olacaktır. Aile, çocuğunun Almanca konuşmasından memnuniyet duyabilir; ancak bu durum iki veya daha çok dilin konuşulduğu, çok dilli ve çokkültürlü toplumlarda çocuğun lehine değil, aleyhine bir senaryonun ortaya çıkmasına neden olacaktır. Dil ve kültür bağını kaybeden çocuk, Almancaya yeterince hâkim olamayan aile bireyleri ve onların sosyal çevresinden iletişim güçlüğü nedeniyle uzaklaşacak ve bir dizi duygusal sorunla mücadele etmek zorunda kalacaktır.

Benim önerim, her anne ve baba, çocuğunu Türkçe ve Türk Kültürü dersini almak için teşvik etmeli; seçmeli, isteğe bağlı olan bu derse devam konusunu çocuğun tercihine bırakmamalıdır.

Sizce çocukların Türkçe öğrenme sürecinde karşılaştıkları engeller neler?

Çok dilli olmayan ailelerde yetişen çocukların iki dili aynı anda edinmesi mümkün olmadığından, birinci dilden sonra ikinci dil olan Almancayı edinebilmesi için üç yaşından sonra aşamalı olarak uygun ortamlara girmesinde yarar vardır. Bunun için okul öncesi eğitim kurumlarında Türkçenin yanı sıra Almancanın doğal ortamlarda kullanıldığı alanların oluşturulması faydalı olabilir. Bu ortamlara katılmayan 3-7 yaş arası çocukların okul çağında bilmediği, anlamadığı yeni bir dil ile karşılaşması, onun akademik başarısını da olumsuz yönde etkileyecek, okul hayatı arzu edilmeyen bir başarı veya başarısızlık öyküsüne dönüşecektir. Çünkü içinde yaşadığı toplumda çok dillilikten söz edilse bile devlet, kendi dil politikası çerçevesinde, belirlediği dilin kamusal alanda kullanılmasını tercih edebilir. Görünüşte çok dilli ve çokkültürlü olan toplumlarda bile özellikle göçmen dili olarak adlandırılan Türkçe, Arapça gibi dillerin kamusal alanda konuşulması çok da desteklenmiyor. Böyle bir durumda egemen dil anlayışı ortaya çıkıyor.

Çocukların Türkçe öğrenme süreçlerindeki engellerden biri, okullarda verilen Türkçe derslerine katılımı konusundaki kararın çocuğun tercihine bırakılmasıdır. Almanya genelinde verilen Türkçe ve Türk kültürü dersleri farklı yapılarda sunulmaktadır. İsteğe bağlı derslere devam konusu, sınıf öğretmenleriyle veliler arasındaki ilişkinin arzu edilen düzeyin gerisinde kalması, Türkçe derslerine devam edilmemesinin ve dolayısı ile yeteri kadar Türkçe öğrenilememesinin nedenleridir.

Bazı okullarda veliler kurdukları sivil toplum kuruluşları veya bir araya gelerek oluşturdukları birlikler vasıtası ile Türkçe derslerinin açılmasını talep edebilirler. Açılan derslerin verimliliğiyle ilgili olarak da öğretmen, okul, veli üçgeninin oluşması için sıkı iş birliği yapılmalıdır. Bu arada Türkiye’den gönderilen öğretmenlerin veliler ve okul yönetimleri ile eşgüdüm içinde çalışabilmeleri için de konsolosluklar veya yerel yönetimler ile iş birliğinden kaçınılmamalıdır. Yazılı iletişimde işlevsel olmayan dil, giderek “günlük yaşamda kullanılan geleneksel dil” hâline gelir ve işlevselliği ile toplumsal bağ özelliğini yitirir.

Bir diğer husus da isteğe bağlı Türkçe ve Türk Kültürü derslerine devam etmek isteyen, bulundukları ülkenin vatandaşı olup, vatandaşlığın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getiren insanların çocukları olan öğrencilerin köken dillerini öğrenme haklarının engellenmesi konusudur. Bu hak çeşitli gerekçeler ile engellenmemelidir. Dersliklerden ücret istemek çağdaş eğitim anlayışı ile bağdaşmadığı gibi, bu sorunun okul yönetimleri, öğretmen ve veli iş birliği ile çözülebileceği unutulmamalıdır.

Daha önceki bir röportajınızda göçmen kökenli çocukların köken dillerini öğrenmelerinin, çocukların bulundukları ülkenin dilini öğrenmelerini kolaylaştırdığını dile getirmiştiniz. Sizce köken dili eğitimini tamamlamayan çocukları gelecekte ne gibi sorunlar bekliyor?

Köken dilini tam olarak öğrenemeyen çocuklar, yaşadıkları toplumun dilini de tam olarak öğrenemeyecektir. İki dilli bir sistem içinde öğrenim gören bir çocuğun iki dilliliği okulda kabul görmez ve desteklenmezse bu durum çocuğun toplumda egemen olan ve okulda geçerli olan ikinci dili öğrenmesinde de ciddi aksamalar meydana gelir. Bunun nedeni, erken ikinci dil ediniminde önemli görülen bilişsel transfer stratejidir. Çocuğun ikinci dil edinimi, birinci dil ediniminden beslenebildiği oranda gelişir ve başarılı olur. İkinci dilin edinimindeki başarıya bağlı olarak çocuğun sosyalleşmesi, soyut düşünme becerisinin gelişmesi, zihinsel esneklik ve hoşgörü becerisi, öğrenme ve problem çözme gibi kritik nitelikteki yetkinlikleri de gelişir. Bunlar da birinci dilin yeterli öğrenilmesi ile mümkün olabilir. Birinci dil öğrenilmediğinde iletişim sorunlarına bağlı olarak aile içi sorunlar, toplumsal ve sosyal olaylar kartopu gibi büyüyebilir. İkinci dili tam olarak konuşamayanlar da aynı şekilde yaşadığı toplumun bireyleri tarafından kabul görmezler. Akademik başarıları istenilen düzeyde gelişmez.

Sizce “Türkmanca” denilen, Türkçe ile Almancanın karıştırıldığı konuşma şeklinin uzun vadede ne gibi olumsuz etkileri olur?

İki dilli çocukların dil gelişimi sürecinde, özellikle geçiş döneminde konuşurken, sözlü iletişim ortamlarında Türkçe ve Almancayı karışık kullanması yadırganmamalı, doğal görülmelidir. Ancak, çocuğun iletişim kurabilmek için Türkçe veya Almanca bir kelimenin karşılığını bulamadığında yerine öteki dilden bir kelime kullanması hâlinde, çocuğun bulamadığı kelimenin karşılığı kullanılarak, sadece bir dilde mesaj yeniden düzenlenmelidir. “Babam bana fahrrad aldı” şeklindeki karışık cümleye, olumsuz tepki verilmeden “Baban sana bisiklet mi aldı?” şeklinde bir soru ile karşılık verilmeli ve çocuğun anlaşıldığı kendisine hissettirmelidir. Bu yolla çocuğun Türkçe karşılığını bulamadığı kavramı öğrenmesi sağlanmalı ve daha da önemlisi çocuğun bu türden karışık, düzenek değiştirilmiş bir cümleyi kurarken duyduğu “dil kullanma gereksinimi” göz ardı edilmeden, iletişim kanalları açık tutulmalı, kendisine yardımcı olunmalıdır. Dilin kullanıldıkça geliştiği unutulmamalı ve çocuğun ileri yaşlarda her iki dili de düzenek değiştirmeden kullanması teşvik edilmelidir. “Türkmanca” olarak adlandırılan bu karışık dil aslında bir ara dil formudur ve zaman içinde dil bilincinin gelişmesi ile birlikte yerini tek dilli cümlelerden oluşan iletişim dizgelerine bırakacaktır.


Almanya’da Türkiye’den gönderilen öğretmenler tarafından verilen Türkçe dersleri son dönemlerde önemli bir tartışma konusu. Almanya, Türkiye’den gelen öğretmenlere ve Türkiye’nin belirlediği ders müfredatına sorunlu yaklaşıyor ve uzun vadede bu dersleri kaldırma temayülünde. Sizce bu derslerin kaldırılması Almanya’da Türkçenin geleceğini nasıl etkiler?

Türkiye’den gönderilen öğretmenler tarafından verilen Türkçe dersleri ile ilgili tartışmaların boyutu ve içeriği eyaletlere göre farklılık gösteriyor. Bu tartışmaları tek bir potada eriterek sıradanlaştırmanın, sorunları genellemenin doğru ve gerçekçi bir yaklaşım olmayacağını, bu yaklaşımın mevcut sorunların çözümüne bir katkı sağlamayacağını söylemek isterim. Kimi tartışmaların ardında siyasal bakış farklılığı ve buna bağlı kaygılar yatarken, kimi tartışmaların ardında da küçük yerel çıkar gruplarının ekonomik kaygıları olabiliyor. Bunu söylerken söz konusu müfredatın mükemmel olduğunu söylemiyorum. Ama çok yakın bir tarihe kadar böyle bir müfredatın varlığının farkında olmayan kimi çevreler, bugün eğitim programcısı edası ile müfredatı eleştiriyor. Bu müfredat yıllar önce eğitim ataşeliklerinin internet sayfalarında yer alıyordu. Eğitim Müşavirliği tarafından yapılan çalışmalarda bu müfredatın içeriği paydaşlara bir kere daha iletildi. Gelişmeye açık konuların ortak bir komisyonca gözden geçirilebileceği bildirildi. Hâlen yeni bir müfredat ve buna bağlı olarak da Avrupa ülkelerinde yaşayan öğrencilerin gereksinimlerini karşılayacak, çağdaş yenilikleri ve Avrupalı Türklerin yaşam biçimini, kültürlerini yansıtan yeni öğretim materyallerinin hazırlığı yapılıyor. Dolayısıyla, müfredat ve öğretim materyallerine ilişkin eleştirileri, konuyla ilgili güncel gelişmelerin kamuoyu ile yeterince paylaşılamamış olmasından kaynaklanan bilgi eksikliğine bağlıyorum.

Türkçe ve Türk Kültürü dersinin kaldırılması konusuna gelince, Almanya ortak Avrupa değerlerine, yurttaş haklarına son derece önem veren ve bu değerler manzumesini örnek kültür olarak sunan köklü bir geçmişe ve anlayışa sahiptir. Göç tarihine bakıldığında da işçi çocuklarının eğitim hakkından mahrum bırakılmaması, onlara köken dillerinin öğretilmesi gibi konularda da girişimlerde bulunmuş, uygulamada öncü rol oynamış önemli bir ülkedir. Gelinen noktada, göçmen kökenlilerin köken dillerini öğrenmeleri, uluslarüstü anlaşmalarla da isteğe bağlı olmaktan çıkarılmıştır.

Bu konuda özetle şunu belirteyim ki bu derslerin kaldırılması yerine, derslerin gerekliliğinin Türk velilere, Alman eğitim uzmanlarına, konuyla ilgili karar vericilere anlatılması ve derslerin sürdürülebilirliğinin sağlanması gerektiği kanaatindeyim.

Son dönemlerde yaşanan sosyal ve siyasi gelişmeleri önüne aldığımızda, Avrupa’da Türkçenin geleceği hususunda nasıl bir çerçeve çizersiniz?

Avrupa Türk toplumu yaşadığı ülkede yerel yasal sorumluluklarını yerine getirirken, haklarını da kullanmayı öğrenmeli. İki ülke arasında yaşanan siyasi tartışmaların ve gerilimlerin kontrol edilebilir düzeyde olduğunu ve sorunların yapıcı bir yaklaşımla uzlaştırıcı bir çözüme kavuşacağına olan inancını yitirmemelidir.

Bu düşünceden hareketle, Türkçenin geleceğine yönelik önerim, bu dersin okul öncesi eğitim kurumlarından başlayarak lise son sınıfa kadar nitelikli bir şekilde öğretilmesi için örgütlü çalışmaların ve taleplerin sürdürülmesi gerektiğidir. Mevcut uygulamaya göre, Türkçe dersi alan öğrencilerin oranı istenilen düzeyin oldukça gerisindedir. Bu durumun düzeltilebilmesi için dersin isteğe bağlı olmaktan çıkarılarak, sınıf geçmeye etkisi olan bir ders olarak tanımlanması ve ders planlarında yer alması gerekir. Bunun gerçekleşebilmesi için de sivil toplum kuruluşlarının yerel makamlarla iş birliği yapması, eğitime dönük projelerin artırılması, sürdürülebilir projelerin hayata geçirilmesi gerekir. Türkçeye olan ilginin artması ancak Avrupa Türk toplumunun nitelikli çalışması ve Türkçe dil bilincinin gelişmesi ile mümkün olabilir.

Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler, büyük ve soylu bir milletin evlatları oldukları bilinciyle kendi köken dillerine sahip çıkmaya devam ederlerse, Türkçenin geleceği de tehlikede olmaz.

Yasemin Yıldız sordu.

Kaynak: Çakır, Mustafa (2018). Anadilini Öğrenemeyen Çocuk Yaşadığı Toplumun Dilini Öğrenemez. Perspektif. 270. ss. 36-42. URL: http://www.perspektif.eu/sayi.php?no=270 (09.03.2018).

5 Nisan 2018 Perşembe

Diziler sanal hayatlar gerçek

Son zamanlarda bir dizi furyası aldı başını gitti. Sınır ötesi yayın imkânlarının gelişmesi ile birlikte bu diziler Türkiye dışında da yoğun bir şekilde izlenmeye başlandı. Kimi ülkeler bu filmlerin kendi toplumsal ve sosyal hayatlarına uygun olmadığı gerekçesi ile yasaklama yoluna giderken, kimi ülkelerdeki televizyon kanalları Türk dizilerini satın alıp, kendi dillerinde seslendirdikten sonra yayımlamayı tercih ettiler. Bu durum aslında hatırı sayılır bir ekonomik girdi de sağlamaya başladı.

Ancak bu filmler göründüğü kadar masum değil. Hatta içerdiği örtük subliminal mesajlarla toplumsal ve sosyal hayata yön veriyor; bir dizide giyilen her hangi bir kıyafet veya başrol karakterinin taşıdığı bir takı dizinin izlenebilirliğine bağlı olarak günlük hayatın aranan objeleri haline dönüşüveriyor. Bu durum reklam verenlerin de dikkatinden kaçmıyor. Filmler bir yandan geleneksel aile yapısını temelden sarsacak mesajlar verirken, öbür yandan da bilinçli veya bilinçaltına yerleşmiş nedenlerle toplum mühendisliği projesinin birer parçasına dönüşüveriyorlar.

Şimdi bazı konulardan örnekler vererek, bu furyanın Türk aile yapısına ne denli zarar verdiğini anlatmaya çalışalım.

Hani yıllar önce TRT’de yayımlanan ve oldukça ilgi gören bir dizi vardı. Yıllar sonra Kanal D tarafından genç ve yakışıklı delikanlılar ile güzel ve alımlı mankenlerin deneyimli sinema ve tiyatro sanatçıları ile desteklenerek çekilen “romantik drama” türündeki “Aşk-ı Memnu” dizisinde ortaya koyulan aile içi karışık ilişkiler, halkın tepkisini çekmek bir yana, izlenme rekorları kırılarak takip edildi. Yaşlısı genci burada ortaya koyulan sapkınlığı ağzı bir karış açık seyrederken, kim bilir, içten içe özenerek, kendini filmin kahramanlarının yerine koyarak izliyordu. Karşı çıkan, bu filmin Türk örf ve adetlerine uygun olmadığını söyleyecek olan veya sesini yükseltmeye çalışanlar hemen yaftalanıyor; susturulmaya çalışılıyordu.

İşte bu özentinin benzeri yukarıda okuduğunuz haber metninde hayata geçiyordu. Lakin iki sene boyunca ballandıra ballandıra anlatılan, aile içi karmaşık ilişkiler ve tozpembe hayaller, hayatın gerçekleri ile uyuşmuyor; aşağıda verdiğim gazete haberindeki gibi felaketle sonuçlanıyordu.

Bugün Türkiye’deki gazeteler “damat-kaynana aşkının ölümle sonuçlandığını” yazıyordu. 28.03.2018 tarihli Hürriyet gazetesinde Mesut Hasan Benli’nin imzası ile yayımlanan haber kısaca şöyle:

Geçen yıl şubat ayında damat Serdar İ. (27), iki ay önce kocasını kaybeden kaynanası Yeter B. (41) ile ilişki yaşamaya başladı. Yeter B.’nin oğlu Serdar B. (23), 14 Mart 2017’de eniştesi ve annesinin davranışlarından şüphelenerek, Facebook mesajlarını inceledi ve ikilinin ilişkisi olduğunu anladı. Serdar B., annesi ve eniştesini tehdit etti. Damat Serdar İ., kayınbiraderinin kendisini tehdit etmesi üzerine evden kaçtı. İki hafta sonra evine döndü. 26 Mart’ta Serdar B., eniştesinin eve döndüğünü fark etti. Bunun üzerine Serdar B., dayısı Yusuf T. ile birlikte damat Serdar İ. ile babası Kasım İ.’ye bıçakla saldırdı. Çıkan arbedede damat Serdar İ., yanında taşıdığı silahla ateş açtı. Açılan ateş sonucu dayı Yusuf T. hayatını kaybetti.
Bu tür örnekler giderek artırılabilir. Ancak bu düzeysiz örneklere daha fazla gerek duymuyorum. Bunun dışında görünürde çok masum görünen, aslında gizli (subliminal) mesajlarla toplumu yozlaştıran, değerlerinden uzaklaştıran, cinsellik veya seks içerikli mesajlar verilmeye, toplum zehirlenmeye devam ediliyor. Bu durumda kadın ve çocuklara yönelik cinsel istismarların artmasının arkasında başka neden olmadığını düşünüyorum. Bunun aksini savunanlar “henüz kırkı çıkmamış bebeğe cinsel istismar haberini” nasıl açıklar bilemiyorum. Eğitimsizlik, cehalet, uyuşturucu bağımlılığı, çarpık ahlak anlayışı ve namus kavramı, değerler sisteminin yok oluşu ve sapıklık eğilimi gibi bahanelerin arkasına sığınmak da toplumun çürümüş yapısını onarmaya yetmez kanaatindeyim.

Gözlemlerime dayalı olarak şunu belirteyim ki toplum ve aile yapısı “sanat” adı altında kerameti kendinden menkul sanatçılar (?) tarafından açık bir saldırıyla baş başa bırakılmış durumda. Verilen mesajlardan bir kısmını tekrar edeyim.
  1. Eşini sevmiyorsan, toplumsal ve sosyal hayatta en yakın çevrende gözüne kestirdiklerinden başlamak üzere, gözünün tuttuğu biriyle aşk-ı memnu yaşayabilir; eşine ihanet edebilir; günlük hayatını da sobelenen kadar hiçbir şey yokmuş gibi sürdürebilirsin.
  2. Bu ve benzeri mesajlar gazete haberleri ile de destekleniyor. Ne sanatçısı olduğu belli olmayan birinin magazin muhabirlerine söylediği bir söz, örneğin “Eşim beni aldatabilir” saçmalığı gazetelerin sayfalarında çok anlamlı bir mesaj gibi yer bulabiliyor. Bunu okuyan gençler de zamanla bu davranışın normal, toplumsal kabul gören durumlar olarak değerlendirmeye başlıyor. Gerçek hayatta deneyenlerin sonu ya cinayet haberlerine ya da gazetelerdeki okuyucu mektuplarına yansıyor (hthayat.haberturk.com). Eşimle yaklaşık 9 yıldır evliyiz ve bir kızımız var, ancak benim iki ayrı sorum var size… Eşim beni uzun süredir aldatıyor ve artık bunu ikimiz de biliyoruz, saklamıyoruz. Ona nedenini sordum, bende olmayan onlarda ne var dedim. O da eksik olan bir şey yok, bu benim hastalığım, kendime engel olamıyorum dedi. Ben de eşimden ayrılamıyorum, bunu yapamıyorum, üstelik şimdi ikinci bebeğime hamileyim. Ve bebeğim aramızı düzeltir diye düşünüyorum. Sizce ne yapmalıyım? Bana yardım edin lütfen[1]İşte böyle. Dizilerdeki toz pembe hayaller, çevrilen entrikalar, gerçek hayatta drama dönüşüyor…
  3. Canın sıkıldığında, moralin bozulduğunda içki içer etrafı dağıtır, oraya buraya sataşır olay çıkarır rahatlarsın (?).
  4. Çok keyifliysen bir puro yakar, bir bardak on the rocks alırsın. Yakışıklı erkek veya dekolte verme konusunda cömert davranan güzel bir bayan da bu sahnelere eşlik eder.
  5.  Çok sevdiğin bir adam veya kadınla evlenme hayalleri kurarken, o şahsın bir başkası ile evlendiğini veya evlilik yolunda adımlar attığını duyarsan, hemen o ilişkiyi bozmaya çalışırsın.
  6. Güç ve toplumsal saygınlık, para ve gayri meşru ilişkilerle kazanılır. Dolayısı ile başarı merdivenlerini çıkmak istiyorsan, ya gayri meşru ilişkiler içinde olacaksın ya da bu tür ilişkiler kuranlarla irtibat kurarak kariyer edinmeye çalışacaksın. Bunları yaparken de tıpkı binbir gece masalları saçmalığı ile yaklaşık iki sene halkı oyalayan dizilerdeki gibi “haklı toplumsal, ailevi nedenlerin” olacak. Kendine Bennu, Kerem’den boşanacak mı? Kerem, Şehrazat’a ne anlatacak? Burhan Evliyaoğlu ailesini nasıl bir hayat bekliyor? Onur, Şehrazat’ın evlenmesine göz yumacak mı? Tüm bu soruların cevabı bu akşamki final bölümde[2] gibi mesajlar veren filmleri izleyerek ekran başında seçtiğin tipleri örnekler alacaksın...
  7.  Hayatın iniş ve çıkışları olduğunu unutup, evde yaşadığın ufak sorunları büyütecek; mutluluğu başka hayatları karıştırmakta, başka insanların yatak odalarında arayacaksın. Erkeksen evde hayatın yükünü çeken eşini, kadınsan “ihtiyaçlarını yeterince karşılayamayan” kocanı suçlayarak kırdığın cevizlere gerekçeler üreteceksin.
  8. Birlikte çalıştığın insanları paydaş, iş arkadaşı değil rakip veya düşman olarak göreceksin. Başarı merdivenlerini çıkarken onların bilgi ve becerilerinden yararlanmak için kendilerine güler yüzlü davranacak, onları basamak olarak kullanacak, arkalarından her türlü entrikayı çevirmeyi ihmal etmeyeceksin.
  9. Ergenlik çağına giren her gencin mutlaka bir sevgilisi olacak. Sevgilisi olmayana “kezban, ezik” gibi akla hayale gelmeyen sıfatlar yakıştırılacak; üniversite çağına geldiğinde cinsel özgürlüğü (?) alabildiğine yaşayacak ortamlar teşvik edilecek. Çevreye “Hayat benim, kim karışabilir” mesajı verilecek. Yuva kurmaya kalkınca da nerede hymenoplasti yaptırabileceğini bileceksin.
  10. Gündelik hayatı tiyatro sahnesinde rol yapan bir sanatçı gibi yaşayacak, her dağıttığın gülücüğün arkasında mutlaka bir B planın, erişmek istediğin hedefe yönelik bir adımın olacak.
  11.  Geleneksel Türk ailesi modeli verilecekse babalar anlayışsız, kaba ve sert; anneler de babanın açtığı yaraları şevkatle sarmaya çalışan masum, çaresiz karakterler veya bunun tam tersi; anneler despot, babalar sevecen olacak. Bu senaryo yeterli gelmiyorsa, her ikisi de evde terör estiriyorsa, çocuk evden uzaklaşmak için masum ve haklı gerekçeye sahip olacak. Sorunların çözümünü dışarıda arkadaş çevresinde arayacak. Bunlar dini yayınlar içerikli kanallarda yayımlanırsa da işin içine dini hurafeleri koyacaksın.
  12. Evlilik demode bir yaşam biçimi olarak sunulacak; seviyeli ilişkiler, düzeyli birliktelikler dizi ve magazin programları ile bilinçaltına işlenecek. Aile büyükleri koruyup kollayıcı değil; aile birliğini temelden bozacak nasihatler verecek. Sözün gelişi, kaynana ise kızıyla işbirliği yapıp damadın kuyusunu kazacak; dünürlerini kötüleyecek; torunlarına babalarının ne hayırsız, yaramaz bir adam olduğundan bahsederek ondan uzaklaşmalarını, ona türlü bahaneler ile kin beslemeleri, fırsatını bulduğunda da intikam almaları sağlanacak.
  13. Haram helal anlayışının yerine, kazanılan paranın her türlüsü mubah, bunun için izlenen yol ve yöntemler meşru sayılacak. Bol para, göz alıcı son moda, pahalı giysiler ve lüks arabalar, mümkünse özel şoförler, hizmetçi ve uşaklar unutulmamalı.
  14. Dizi ve filmlerde çalışma hayatının doğal seyrine yer verilmemeli. Sokağa çıkıldığında görülen insanlar yerine plazalarda çalışan, rezidanzlarda yaşayan karakterlere yer verilmeli. Bakkal, kasap, manav gibi esnaf yerine AVM’ler, olmadı modern butiklere yer verilmeli.
  15. Bütün bunlar anlatılırken, ülkede hayatın tozpembe olduğu, yokluğun, yoksulluğun ve yoksunluğun olmadığı, tüketim ve para harcamanın sınır tanımadığı lüks ve ütopyadan oluşan bir dünya anlatılmalı.
  16.  Maddiyatın öne çıkarıldığı, manevi değerlerin modası geçmiş söylemler olduğu özellikle unutulmamalı.
  17. Dindar, mütedeyyin insanlara yer verilmesi gerekiyorsa, mutlaka dini menkıbeler anlatan, aksakallı dedeler, gözlüklü ninelere yer verilmeli. Abla mutlaka belli bir cenahın kıyafeti, abi ise mahallenin efendisi veya kabadayısı olmalı.
  18. Gençlere derim ki televizyona karşısında saatler geçirmek yerine kitap okuyun, sizi rol model olarak benimseyeceklerin de kitap okumaları için ortam ve fırsatlar yaratın.
Vakit geçirmek ve seyretmiş olmak için seyrettiğiniz; arkadaş ortamlarındaki sohbetlerin yabancısı olmamak adına saatlerinizi verdiğiniz filmleri yukarıda sıraladığım nedenler veya çevrenizde kendini şartlandıranlar insanların onayını almak için seyretmeye ihtiyacınız olmadığını bilin. İhtiyacınız, özgüven ve hayatın yüklediği şartlara karşı mücadele edecek güce ulaşmaktır. Bu güç de bilgiyi doğru ve güvenilir kaynaklardan edinmek ve öğrenilen her yeni bilgiyi yaşam biçimine dönüştürmekten geçer.

Özellikle çocuklarınıza, onların okul dışı hayatlarını sosyal çevresi, kitle iletişim araçlarının etkin şekilde yönlendirdiğini unutmadan, geleceğe uzanan yolun da geçmişten günümüze gelen değerlerimizle bağlantılı olduğunu anlatın; köklerinize sırtınızı dönmeyin. Moderniteyi yok saymayan ama geleneksel yapıyı da muhafaza edebilen yaşam biçiminin utanılacak bir durum olmadığına önce siz inanın, sonra da bu konuda duyduğunuz özgüveni yaşam biçiminizle çevreye gösterin.

Gelecekte “keşke” dememek için, gerekli tedbirleri bugünden almayı ihmal etmeyin. Oscar Wilde’ın dediği gibi, “Hiçbir şey kötülük kadar hızlı yayılmaz”.



[1] Yeşim Tijen’in akla zarar cevabını http://hthayat.haberturk.com/yazarlar/yesim-tijen/1019665-esim-beni-aldatiyor-ama-ayrilamiyorum (28.03.2018) adresinden okuyabilirsiniz.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...