15 Eylül 2015 Salı

Kongre organizasyonları üzerine

Bilgi; yaşam kalitesini yükselttiği, işleri ve ilişkileri geliştirdiği, sorunları çözdüğü, verimi, huzuru, güveni ve morali artırdığı ölçüde değeri yükselen bir sermaye olarak kabul görmekte; sahibi için karmaşık bir süreci anlaşılabilir ve üstesinden gelinir bir hale sokmaktadır. Bu nedenle bilimsel bilgi üretimi üniversiteler için öncelikli alanlardan biridir.

Üniversitelerin sayıları hızla artınca, öğretim üyesi ihtiyacı da arttı. Mevcut üniversiteler bir yandan yeni öğretim üyesi yetiştirmek, öte yandan öğrenci yetiştirmek ve bilimsel çalışmalar yaparak uluslararası platformlarda ülkenin sesini duyurmaya çalışmak gibi bir dizi görevle karşı karşıya kaldılar. Zaten eğitim öğretim ve yayın faaliyetleri akademik personelin asli faaliyeti. Bununla birlikte yolunda gitmeyen, adını koymakta zorlandığım kimi hususlar var. Ağırlıklı olarak yeni kurulan kimi üniversitelerde görevli öğretim elemanları yurt dışı yayını yapmak; uluslararası etkinlik düzenlemek gibi bir dizi girişimlere başladılar; bu etkinlikleri düzenleyenlerin bilimsel yetkinliklerinden ziyade tanınırlıklarını artırmak, yapılan organizasyonlardan ekonomik birikim elde etmek ve burada değinmek istemediğim başka amaçlara yönelmeye başladılar. Kimi öğretim üyeleri, katıldığı bir yurt dışı etkinliğinde tanıştığı öğretim elemanlarıyla anlaşıp, bu kişilerin adını kullanarak uluslararası bilimsel etkinlik düzenliyor veya akademik yayın faaliyetleri yapmaya başlıyor. Gün geçmiyor ki e-posta kutusuna bir iki etkinlik duyurusu, yayın hayatına yeni başlayan bir dergi için hakemlik, yazarlık vd gibi çağrılar geliyor.


Ulusal olması gereken etkinlikler artık "uluslararası katılımlı" değil; "uluslararası" diye adlandırılıyor. Toplantılarda hemen herkes Türkçe konuşuyor; bildiriler Türkçe sunuluyor; katılımcılar kahır ekseriyetle Türkiye’deki üniversitelerden geliyor. Arada bir iki kişi yurt dışından gelirse geliyor; o kadar.

İnternet üzerinden veya eşzamanlı olarak basılı nüshaları ile yayın yapan ciddi dergileri tenzih ederek söylemek isterim ki yeni kurulan ve internet üzerinden yayın yapan dergilere bakınca, yayın yerlerinin yurt dışında bir yer olduğu bilgisinin dışında akademik ağırlığı olmadığını görüyorum. Kim nereden yayın yapıyor; arkasındaki akademisyenler kim belli değil. Hatta kimi dergiler var, bir iki sayı sonra yayın hayatına son veriyor. Sürdürülebilirlikleri yok. 

Bu mecrada da bilimsel faaliyetlerin ticarileştiğini görmek, gerçek anlamda bilimsel çalışma yapanları, bilimsel bilgi üretenleri rahatsız edici boyutlara ulaştı.

Yukarıda da değindiğim gibi, artık ulusal boyutlarda bir etkinlik düzenlenmiyor. Düzenlense de bu etkinliklere itibar eden yok. Bu etkinlikler de konuşmacıya verilen bir çeyrek saatle sınırlı. Bu sürede konuşmacı hangi bilimsel sorunu gündeme getirsin; ele aldığı konunun hangi boyutunu kiminle nasıl tartışsın; belli değil. Çeviri için yapılan bir benzetme aklıma geldi.  Özgün eserin önemine vurgu yapmak üzere, “Çeviri, sevgiliyi peçe üzerinden öpmeye benzer” demiş bir düşün adamı. Bizim kongreler de o hesap, bilimsel bilgiyi bilgi şölenlerinde tadıyor, ama masadan doyamadan kalkıyoruz.

Biraz ilgi uyandıran tebliğleri “kongre bildiri kitabında” ara ki bulasın. Bildiriler yayımlandığında daha düşük puan getirmesin diye, kenarından köşesinden düzeltip, “hakemli” bir dergiye makale olarak postalanıyor. Böylece “makale” adı altında yayımlanan “bildiriler” sahibine akademik yükseltilme süreçlerinde hem daha yüksek puan getiriyor, hem de “indexler tarafından taranan” bir dergide yayın yapmış olmanın hazzını tattırıyor.

Sanal bir örnek üzerinden gidelim: Bir üniversitede görev yapan bir grup çalışan, bilimsel bir etkinlik düzenlemeye karar veriyor. Önce Türkiye’de alanda kariyer yapmış öğretim elemanları “Google” üzerinden taranıyor ve bilim kurulu, hakem kurulu için isimler derleniyor; bunlardan görece olarak daha deneyimli ve kıdemli olanlar danışma kuruluna, yıldızı yeni parlayanlar bilim kuruluna, diğerleri de hakem kuruluna yazılıyor. Rektör ve bilumum üst yöneticiler de onur kuruluna yazılıyorlar. Organizasyonla ilgili web sayfası hazırlanıp yayına veriliyor. İşin ticari boyutuna gelince... Gelecek konukların konaklama ve iaşelerinin karşılanması, organizasyon giderleri yaklaşık olarak hesaplanıyor. Acenteler ile görüşmek yerine ya kişiler ya da döner sermaye işletmeleri devreye giriyor. Oteller ile acente fiyatı üzerinden anlaşılıyor. Üniversitelerdeki yemekhanelerden günlük tabldot yıldızlı otel fiyatı üzerinden ücretlendiriliyor. Sponsorlar bulunup kongre kiti bedavaya getiriliyor veya maliyetler düşürülüyor. Bundan sonra hazırlanan bir iki sayfalık kongre duyurusu gerek hazırlanan kongre sayfası üzerinden, gerekse e-posta ile üniversitelere duyuruluyor. Başvurular alınıyor. Döner sermaye veya dış alım yoluyla dört beş yıldızlı oteller ile kamu misafirhanesi fiyatı üzerinden anlaşılıp; kayıt ücreti dışında tam pansiyon konaklama kaydı ile günün rayiç bedelleri üzerinden pazarlama yapılıyor. Katılımcılara otel ücretinin de üniversitenin döner sermaye işletmesi veya dışarıdan anlaşılan şirketin hesabına yatırılması isteniyor. Kongreye önerilen bildirilerin hemen hiç biri bir ön elemeden, değerlendirmeden geçirilmiyor. Başvurular, neredeyse hakem görüşü alınmadan, içeriklerin bilimsel yetkinlikleri denetlenmeden, sorgulanmadan kabul ediliyor. Yeterli başvuru alamayan organizasyonlar başvuru süresini "gösterilen yoğun ilgi" nedeniyle defalarca uzatmakta bir sakınca görmüyor. Katılımcılara üniversitenin yemekhanesinde çıkan tabldottan öğle yemeği veriliyor. Sabah ve öğleden sonraki oturumlar için verilen birer arada kâğıt/plastik bardaklarda çay, kahve ve -çoğu zaman- bayatlamış kuru pasta ikramı yapılıyor. Sabah kahvaltısı ve akşam yemekleri zaten otellerde, misafirhanelerde veriliyor. Gala yemeği de organizatörün keyfine kalmış. Kimi yerlerde onlar da verilmiyor. Çünkü organizasyona gelen katılımcılar ya bildirisinin olduğu gün geliyor yahut bir arkadaşına ricacı olup, bildirisinin okumasını sağlıyor. Bir destekleyici firmadan alınan çanta içine sempozyum programı, bildiri özet kitabı biri ki bloknot ile katılımcılara kayıt sırasında takdim ediliyor.

Kongre otellerine gelince, onlar da bir başka konu. Oteller, kongre için gelen katılımcılara fatura vermiyor; muhatap olarak üniversite döner sermaye işletmesini, organizasyon sekretaryasını veya hizmet alımı yapılan şirketi muhatap olarak gösteriyor. Fatura için ısrar edenlere de kendilerinin döner sermaye işletmesi (DSİ) ile acente fiyatı üzerinden toptan anlaştıklarını belirtilip, konaklama sırasındaki ekstra harcamalar için belge veriyorlar. Bu otellerde sabah kahvaltısı, akşam yemeği verilmekle birlikte, su dâhil her türlü içecek ekstra olarak kabul edilip konuklardan yabancı para cinsi üzerinden talep ve tahsil ediliyor.

Bir konuda karar verdim. Türkiye’de duygusal nedenlerle, uluslararası bir kongre organizasyonuna katılmayacağım. Hele yeni kurulan bir üniversiteyi desteklemek; gelişimine katkıda bulunmak gibi idealist ayaklara yatmayacağım; organizasyonu sorup soruşturup öyle katılacağım. Ama merakımı mazur görün, bu üniversitelerde çalışanlar, bir yandan akademik etkinlik düzenleyip performans puanı biriktirirken, öte yandan para kazanmayı kimden ve nereden öğrenmişler? Onları bu tür davranışa yönelten nedenler neler? Olası cevaplar üzerinde günlerce tartışılabilir.

Peki, ne yapmak lazım?

Aslında ne yapmak gerektiğini ben de tam olarak bilemiyorum. Ama kongre organizatörleri ile akademisyenleri birbirinden ayırmak lazım. Kongre organizasyonlarının kongre otellerinde/kongre merkezlerinde bu işin profesyonellerince kurulan, deneyimli, saygınlık kazanmış şirketler üzerinden yapılması gerektiğini düşünüyorum. Alan uzmanlarının da ego tatmini, kıskançlık, menfaat ve çıkar ilişkilerinden arındırılmış bilimsel programların oluşturulması konusunda ciddi mesai harcaması gerektiğini...

Bir uzakdoğu sözüyle bitireyim: Unutmamalı ki pirincin içindeki siyah taşları ayıklamak kolaydır; asıl incelik dişleri kıran beyaz taşların ayıklanmasında yatmaktadır. Yoksa hepimiz kırılan dişlerin sorumlusu olacağız.

Gurbette geçmiş yoksa gelecek de yoktur

Geride bıraktığımız yaz aylarında yurdundan uzaklarda, yeni yurt bellediği diyarlarda kendilerine istikbal hazırlamaya çalışan pek çok gurbetçiyi Türkiye’de izin yaparken gördük. Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk… Kim olduklarının farkı yoktu. Her biri gönüllerince eğleniyor; Türkiye’de sevdikleri ile birlikte olmanın dayanılmaz hazzını yaşıyordu.

Türkiye’de bazen imrenilerek, bazen de kıskanılarak takip edilen bu göçmen kuşları, kimine göre “Almancı” kimine göre de “gurbetçi” idi. Onlara sorsanız, onlar “Avrupalı Türk” olarak görülmeyi tercih ediyordu. Gurbet, tanımlanması zor bir kavram onlara göre. Bazen Türkiye, bazen de yurt edinmeye çalışılan topraklar gurbet olarak görülüyor. Türkiye’de yaşayanlar alışageldikleri toprakları, yeni vatanlarını; yeni vatanda yaşayanlar da Türkiye’yi özlüyor; anılarıyla birlikte büyüdükleri topraklara dayanılmaz bir özlem duyuyorlar. Benim kanaatime göre her iki duygunun, arada kalmış olmanın, nasıl bir ruh hali yarattığına ayrı ayrı bakmak uygun olacaktır.

Yurt sevgisi her bir kişinin kökünü arama çabasıyla da ilişkili bir dışa vurumdur. Gerek yurdundan uzakta yaşayanlar gerekse yeni vatanlarında doğup büyüyen yeni kuşak gençler, zaman zaman zihinlerini “Buraya nereden geldim?” veya “Aslım ne?” gibi sorularla meşgul ederler. Bu sorular, yaşadıkları çevrede ötekileştirildikleri veya yabancı olarak dışlanmaya maruz bırakıldıkları anlarda daha da kuvvetlenir ve kar topu gibi büyüyen, kimi zaman içinden çıkılmaz bir hal alan soru ve sorunlara cevap aramaya başlarlar.

Adeta “Bir geçmişimiz var. Olmaması da mümkün değil. Oraya dönmek, nefes almak istiyorum.” diyerek yeni vatanlarındaki duygusal örselenmişliğin verdiği yürek ezikliğine teselli aramaya çalışırlar. Yani asıl olanın peşine düşerler. Haksız da sayılmazlar.

Geçmişini merak etmeyenler, modern çağda yaşandıklarını ve modernitenin, yaşanılan çevreye uyum sağlayarak geçmişten bağı koparmayı gerektirdiği gibi bahaneler üretip, geçmişle ilişkisini kesmeye çalışsalar da buna güçleri yetmez. Er geç, asıllarına dönmeye ve kaybettikleri zamanı bir şekilde telafi etmeye çalışırlar.

İster gurbet elde, ister sılada yaşayan gençler bir dizi olumlu-olumsuz deneyimden sonra hem tarihsel asıllarına dönerek, hem de manevi bağlarına daha bir sıkı sarılarak rahatlamaya çalışırlar. Edindikleri hayat tecrübeleri kendilerini bir yerlere getirdiğinde, geleceklerini geçmiş yaşantılarının üzerine kurmaya çalışırlar. Bazen iş işten geçse de “zararın neresinden dönülse kardır” diyerek yeni başlangıçlar yapmaya gayret ederler.

Geçmişi olmayan ve geçmişten söz edemeyenler, yenilik iddiasında bulunamazlar. Yeni ile eski arasındaki ayırımı nasıl yapsınlar? Öyle ya, geçmiş yoksa gelecek, yani yeni de olamaz.

Yenilik ve buna bağlı bir dizi söylemlerin oluşturulabilmesi için geçmiş ve tarihle ilişkilerin koparılmaması gerekir. Geçmişle bağlar koparıldığında kimliksiz bir nesil yetişmeye başlar. Böyle olunca da yenilik iddiası ortadan kalkar.

Geçmişle kurulabilecek en güçlü bağ, köken dilinin kaybedilmemesi ile mümkündür. Bireyler hangi ortamda, hangi şartlarda yaşarsa yaşasın, dilini ve kültürünü ötekileştirmemelidir. Dil ve kültürü ile bağını koparan bireyler, içinde bulunduğu modern düşünce tarzının kendilerine sunduğu yeni hayat biçimi içinde boşluğa düşer; tutunacak dal ararlar. Kuşkusuz, gelenekçi düşünenlerin modernistlere göre farklı bir davranışı, dünya görüşü ve dış görünüşü vardır. Modern çağ, yeni hayat şekillerini de beraberinde getirir ve geçmiş ile yaşanan zamanın değerlerinin birleşmesiyle yeni bir sentez ortaya çıkarır.

Bireyler kendi kimliklerini başarı ile taşıdığı sürece toplum içinde belli bir konuma ulaşıp, o konumunu muhafaza edebilir; anlamlandırabilir; hayata anlam katabilir. Böylece geçmiş ile gelecek arasında da bir köprü kurulabilir. Çünkü geleceğin gövdesi geçmişin üzerinde yeşerir, bedeni geleceğe doğru yol alırken, kökleri geçmişten beslenir; kuvvet alır. Geçmişi olmayan, yok edilen bir kuşak; çimlenmek üzere suya koyulan bir çiçek dalı gibidir. Çimlenen dal toprağına kavuşmadığında çürümeye mahkûmsa, geçmişle bağını koparanların da geleceğini sağlam temellere oturtabilmesi düşünülemez.

İnsanlar yaşanılan her anın keyfini çıkarırken, geçmişin zengin kültürel mirasının verdiği güven duygusunu da hisseder, geleceğe dair bir dizi umutlar besler. Yeni sözler söyler, söylediği sözler ve davranışlar da buna göre anlam kazanır.


Not:
Bu çalışma Europa-Journal Eylül 2015 sayısı için hazırlanmıştır. Dergiye şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.yumpu.com/de/document/view/53877706/europa-journal-haber-avrupa-september-2015 (17.09.2015)

3 Eylül 2015 Perşembe

homo homini lupus

Her yeni güne alışılmadık duygularla başlıyoruz. Her bir yeni gün, bir zamanlar İstanbul’da çıkan “halka ve olaylara” Tercüman adlı günlük gazetenin alt başlığındaki sloganı çağrıştırıyor: “Her sabah dünya yeniden kurulur; her sabah taze bir başlangıçtır.”

Son yıllarda bu taze başlangıçlar hiç de hayra alamet başlangıçlar gibi görünmüyor. Türkiye’de ilginç olaylara tanık oluyoruz. Nedenini bilemediğimiz, aklımızın almadığı olaylar birbirini izliyor. Bir kesimin, “yıllarca dışlanan, tepeden bakılan, adam yerine koyulmayan, adeta sömürülen, köylü, çoban, baldırı çıplak, makarnacı, kömürcü, cahil gözüyle bakılan en alttaki insanların toplum içinde ayağa kalkmasından son derece rahatsız olmaya başladığı” görülüyor. Bir başka kesimin de dün canım, ciğerim dediği; birinin ötekinin derdiyle dertlendiği günleri geride bıraktığı; karşıt kutuplara geçtiği görülüyor.

Adeta, dünün doğruları, bugünün yanlışları olarak anlatılıyor. Vatandaşın kafası karışmış; geçim derdinde.  

Millete hizmet edenler ile milletin oluşturduğu katma değerlerden nemalanmaya çalışanlar ayrı sevdaların peşinde; menfaat sahipleri kol kola görülüyor. Kim haklı, kim mağdur anlamak adeta mümkün değil.

Dün siyaset sahnesinde birbirine demedik laf bırakmayanlar; düşmanların kavgada söylemediği sözleri bırakmayanlar, bugün birbirinin destekçisi gibi görünüyor[1] veya bunun tam tersi. Siyasi literatür tahammül sınırlarını zorlayan söz ve söylemlerle doluyor. Birisi veya birileri ortaya çıkıyor, sosyal medya üzerinden ‘yakında operasyonlar başlayacak’ gibi gündem oluşturacak haberleri paylaşıyor; kimi doğru da çıkıyor; lakin bu şahsın kim olduğu tespit edilemiyor.

Bir bayram sabahı uyanıyorsunuz. Bütün medya trafik teröründe hayatını kaybeden veya yaralan vatandaşların haberini öne çıkarmış; lokmalar boğazınızdan geçmiyor. Her geçen gün yeni yollar yapılmış; araçların standartları gelişmiş ülkelerdekilerden hiç de geri değil. Lakin aracın üstüne çıkan, birbirine saygıyı unutuyor; kural tanımaz birer canavara dönüşüyor.  Alınan hiçbir tedbir, tam olarak amacına ulaşamıyor.

Başka bir günün aydınlık sabahına merhaba demek istiyorsunuz; ne mümkün. O gün güvenlik güçlerine kurulan kalleş pusularda hayatını kaybeden askeri, polisi, kamu görevlilerinin olduğunu öğreniyor veya dinliyorsunuz; terörün her türlüsüne lanet olsun demekten başka bir çıkar bulamıyorsunuz. Kimin neyi paylaşmak istediğini soruyor, sorguluyor, cevabını bulamıyorsunuz. Okuduklarınız, kendinizce yaptığınız analizleriniz iç ve dış bağlantıların safları sıklaştırdığını haber veriyor sanki…

Foto: Hürriyet-DHA, Nilüfer Demir
Yaşadıklarımıza tanıklık etmenin yanında, defolarımıza da dikkat çekmek üzere yazdığım bu satırları okuduktan sonra söylenecek başka sözün kalmadığını, insanların her gün insanlıklarından utandıkları yeni bir güne merhaba dediğini anlayacaksınız. Bir zamanlar vizesiz, pasaportsuz gittiğimiz dost ve kardeş ülke Suriye’nin bugün türlü hesaplar uğruna perişan edilmiş vatandaşlarının sahile vurmuş cesetleri, yaşanan insanlık dramını ortaya koyarken yüreklerimizi de dağlıyor.

Bu konuya ilişkin olarak sosyal medyada pek çok tepki yer aldı. Sanırım en anlamlısı da Ahmet Ümit’in ve ona benzer mesajların içeriğinde gizliydi. “İnsanlığın bittiği yer filan yok, o bir ütopyaydı, insanlık hiç başlamadı ki bitsin.”

Gerçekten Türkiye’yi mesken tutan Suriyelileri “muhacir” olarak görüp, onlara “ensar” olmaya çalıştık; bir yere kadar lokmalarımızı da paylaştık; ama bir yere kadar; olmadı, Türkiye’nin imdat çığlıklarını duyan “medeni” Avrupalının yardım sesi duyulmadı. Akdeniz, çaresiz insanların can pazarına döndü. Birileri bunların üzerinden para kazandı; birileri de insanlık dersleri vermeye kalktı; lakin, pek azı sahile vuran balinaya gösterilen ilgiyi gösterdi. Aksine, Avrupalının yabancı düşmanlığı damarı tuttu; kimi şehirlerdeki gösterilerde ayranı kabardıkça kabardı.

Bir başka gün, gazetelerden Ege Denizi’ne açılan, Yunanistan adalarına çıkmak, oradan da Avrupa ülkelerine gitmeyi hayal eden Suriyeli mültecilerin botlarının Yunan sahil güvenlik teknelerindekilerce patlatıldığını ve geri dönmeye zorlandıklarını okuduk. Haberlerde insanların bu yolla Avrupa sevdalarından vaz geçmelerinin sağlanılmaya çalışıldığını okuduk. Balıkçılar can pazarına dönen denizden insan bedenlerini sayarak toplarken, çağdaş, medeni Avrupalı dostlarımızın, kendi aralarında yaptıkları istişarelerde, bu insanların Türkiye’de tutulmasının yollarını tartıştığını öğrendik.

İnsanların çaresizliği, yeni bir hayat için beslediği umutlar kimi hemcinsleri için çoktan yeni bir geçim kaynağı olmuş durumda. Çarşıda, pazarda bir umut peşinde kumsallarda bekleşen insanlara bot, can yeleği vs satılırken, kimsenin “N’oluyor?” diye sormaması akıllara zarar. Muşambadan, kıymık süngerlerden üretilmiş, hayat kurtarmaktan ziyade kendine hayrı olmayacak mamullerden para kazananların yanı sıra bir de “beach” müdavimleri var. Gazeteciler sabahları sahile vurmuş çocuk cesetlerini fotoğraflarken, akşamları kumdan kaleler yapan çocukların ablalarının veya abilerinin sıra dışı eğlencelerini haber yapıyor.

Ülkeyi yönetmeye talip olanlara “inat etmeyi bırakın; millet kavga değil, çözüm üretmenizi bekliyor” demek hayır etmiyor. Akıl yerini hırslara terk etmiş. Ülkemiz, insanlarımız, örfümüz, insanlığımız giderek kirleniyor. Ülke, gereksiz tartışmalarla vakit kaybediyor. Ülkeye, idareye başkaldırının adı "sivil itaatsizlik" diye allanıp pullanıyor. Dün kardeş, barış sözlerini ağızlarından düşürmeyenler, bugün kamu görevi yapmaktan başka bir dahli olmayanlara tuzak kuruyor; ülkede terör ve teröristlere övgüler düzenler çıkıyor; aynı gök kubbenin altında barış ve huzurla yaşayanlar şucu, bucu diye ayrıştırıldıkça ayrıştırılmaya çalışılıyor. Heinrich Böll’ün II. Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı gibi artık evlerin bacası tütmüyor, çocuklar yetim, öksüz büyüyor. Ortalık yangın yerine dönmüş; halkın sabrı zorlanıyor. 

Avrupalı Türkiye’nin her yeni gün bir krizden ötekine savrulmasını adeta elini ovuşturarak seyrediyor. Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavarlar, çaresiz insanlara yardım etmek bir yana, bir yandan Türkiye’nin verdiği mücadeleye “aferin” çekiyor; güzel sözlerle gönlümüzü almaya çalışıyor, öte yandan kirli savaşın etkisiyle ekonomisini düzeltmeye çalışıyor. İnsanlık, bazen iki ülkeyi ayıran sınırdaki tel örgülerin altında aç, susuz dipçik yerken, bazen bir aracın kapalı tentesinde can verirken, bazen de Akdeniz’in soğuk sularında yeni bir hayat peşindeyken batan, batırılan botlarda, sandallarda, insan tacirlerinin elinde çoktan boğulmuş. Dünyanın gözü önünde bir tiyatro oynanıyor.

Özetle, ülkede adeta Romalı komedi yazarı Titus Maccius Plautus (MÖ 254–184) tarafından yazılan Asinaria (Eşeklik) adlı güldürüde geçen homo homini lupus durumları[2] yaşanıyor. İnsanların bir kısmı uzayın derinliklerini keşfetmeye çalışırken, bizim coğrafyamıza yakın bir kısmı cehaletin pençesinde ortaçağ karanlığına geri dönüyor; tarifi imkansız acılarla boğuşuyor. Bodrum sahillerinde yaşanan dram, İngiliz devlet adamı ve filozof Thomas Hobbes’in insanları ve devletleri kendi arasında sınıflandırırken Plautus'tan uyarladığı “insan, insanın kurdudur” ifadesinin ete bürünmüş hali olarak zuhur ediyor.









[1] Bkz.: Yılmaz Özdil (02.09.2015). Müsvedde. Sözcü Gazetesi. http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/yilmaz-ozdil/musvedde-925646/ (2 Eylül 2015/Çarşamba).
[2] Plautus, özgün metinde Merc, Leonida’ya şöyle der: lupus est homo homini, non homo, quom qualis sit non novit. (İnsan, tanımadığı insana insan değil, bir kurttur.) Bkz.: Titus Maccius Plautus: Asinaria, 495. In: http://www.thelatinlibrary.com/plautus/asinaria.shtml (03.09.2015). Artur Brückmann ise Almanca çeviri eserde Kaufmann’ın ağzından bu ifadeyi “Çünkü İnsan, tanımadığı insana insan değil, bir kurttur; bu durum insanların birbirini tanımasına kadar geçerlidir” şeklinde tercüme eder (Bkz.: http://gutenberg.spiegel.de/buch/asinaria-1786/4 (03.09.2015)). Bu söz bilahare İngiliz devlet adamı ve filozof Thomas Hobbes tarafından yazılan Devonshire Dükü William Cavendish’e ithaf edilen De Cive adlı eserde kullanması üzerine yeniden gündeme gelmiş ve bilinir hale gelmiştir. Burada yurttaşları ve devletleri kendi arasında karşılaştırırken “İnsan insan için bir tanrıdır” ve “insan insan için bir kurttur” ifadeleri geçmektedir. Bkz.: Thomas Hobbes Lehre vom Bürger. Latince aslı: "Profecto utrumque vere dictum est, Homo homini Deus, & Homo homini Lupus". Elementa philosophica de cive. Amsterdam 1657, S. 10. (https://books.google.de/books?id=PeoTAAAAQAAJ&pg=PP10&hl=tr#v=onepage&q&f=false).

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...