Bu sefer bilindik bir öykü ile
başlayalım. Adamın birinin babadan yadigâr antik ipek bir halısı varmış.
Satmaya karar vermiş. Ona göstermiş buna göstermiş, ama kimse talip olmamış.
Sonunda zengin birini bulmuş ve ona götürmüş.
Zengin halıya bir bakmış ve
sormuş, “Kaç para istiyorsun?” Adam cevap vermiş “100 altın”. Zengin tereddüt
etmeden tamam demiş ve çıkartıp 100 altın vermiş.
Adam sevinmiş. O sırada zengin
sormuş “Bu halının kaç para ettiğini biliyor musun?” Adam cevap vermiş “Hayır
bayım”. Zengin devam etmiş “En az 3000 altın eder”. Adam susmuş. Zengin sormuş,
“Niye 100 altına verdin?” Adam biraz düşünmüş ve cevap vermiş; “Bayım,
bağışlayın ama benim bildiğim en büyük rakam 100!”
Avusturyalı, matematikçi, mantık
ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli
katkılarda bulunmuş olan ve 20. Yüzyılın en önemli filozoflarından biri olarak
gösterilen Ludwig Wittgenstein (1889-1951) bu öyküyü doğrularcasına şu veciz
sözü söylemiş: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” Yani; dilin anlam
zenginliği ve anlam derinliği gelişmedikçe o dil ile yapılan iş sayısı sınırlı
kalacaktır.
Bu sözü bir de şöyle açıklayalım:
Konuşma dili 150-200 kelime/dakika ve okuma dili 200-250 kelime/ dakika iken,
düşünme dili 1300-1800 kelime/dakika düzeyindedir. Bu yüzden yeterince sözcük,
anlam, kavram ve düşünsel bağlantıya sahip olmayan zihin kısır döngüde
çıkmazları yaşar. Yani 200 kelime ile düşünen, 2000 kelime ile düşüneni anlamaz,
anlamakta güçlük çeker. İnsanlar insanlara iste bu nedenle “Dilin kadar varsın
" diyor.
Yapacak bir şey yok. İnsanın
tercihleri, yaşam şeklini belirliyormuş. O nedenle “sen, ben yok, biz varız.”
diyoruz. Biz dilimize, kimliğimize sahip çıkarsak, bir durum karşısında
yüreklerimiz aynı hislerle dolar, adeta tek yumruk olursa biz oluruz. Ben
olmaya çalışanların sonu ibrişimi kopmuş tespihe döner; her bir tane bir yere
dağılır, kaybolur gider. Yeniden toplamak, tespih olarak kullanmak ve bir
imamenin altına dizmek zaman ve zahmet gerektirir. Toplumsal hayatın içinde
bazılarımız dağılan tespihi dizmeye çalışırken, bazılarımız da hacca gidiyor
ama “şeytan taşlamaktan tavaf etmeye vakit bulamayıp” geri dönüyor, döndüğü
yerde yine birini ötekileştirmeye devam ediyor; toplum da birleşmek yerine
ayrışmayı tercih eden bir görüntü sergiliyor. Unutmayalım ki insan insana
yüreği kadar yakındır, bu yakınlık da insanın insanla hemdert olması, hemhal
olması ile mümkün olabilir. İnsanız, endişelerimiz de var, sevgilerimiz de
sevdalarımız da…
Mehmet Kaplan bir yazısında “Batılılar
kendi kahramanları olan Sezar ve İskender’i göklere çıkardıkları halde Attila
ve Cengiz’i olumsuz görürler. Bu hissi bir davranıştır. Kahramanlık bakımından
Attila ve Cengiz, Sezar ve İskender’den daha aşağı çapta şahsiyetler değildir.
Batılıların Sezar ve İskender’i büyük görmelerinin sebebi, kendileriyle onları
birleştirmeleridir.” diyor. Bizim Batılıların rahle-i tedrisatından geçen
gençlerimiz, ecdadı hakkında ne düşünecek acaba?
Biz diyoruz ki “Çocuklarınızı
Türkçe dersine gönderin” Ama biz söyleyip biz dinliyoruz. Türkçenin evde
kullanılan iletişim aracı olduğu yanılsaması ile avunuyorlar. Türkçe sadece bir
dersin adı veya aile içinde kullanılan bir dil değildir. Türkçe; kadim Türk
tarihini, kültürünü geçmişten günümüze taşıyan önemli bir araçtır. Öyle bir
araç ki ecdat yadigârı, gelecek kuşaklardan ödünç alınmış, geçmişle gelecek
arasındaki görünmeyen bir bağdır. Bugün geçmiş ile gelecek arasında yaşayanlar,
bu bağa özen göstermez, tespih taneleri gibi dağıtırlarsa, çocuklarımızın da
Türkiye ve Türklük ile bağı kopar. Her biri bir tarafa dağılır gider.
Türk’ü hakir gören Batıya karşı
milli tarihine sahip çıkacak olanlar da yine diline, dinine ve kültürüne bağlı,
bilinçli yetiştirilen gençler olacaktır. Bu gençler, kendini üstün gören Batı
medeniyeti ile Orta Doğudan yükselen İslam medeniyetinin birbirinden çok da
uzak olmadığını, hatta bugünkü modern Batının kültür temellerini oluşturan
dinlerin de aslında Orta Doğu kökenli olduğunu öğrenip anlatacaktır. Bu girişim
Türk-Alman ilişkilerinin de eşit paydaşlar seviyesinde ve aynı göz hizasında
kurulmasına yardımcı olacaktır. Türkiye ile bağı koparılmamış Avrupalı Türkler;
karşı karşıya kaldıkları ya da bırakıldıkları kimi özensiz davranışların, hal
ve hareketlerin nedenlerini, kökenini geçmişten günümüze uzanan tarihi
olayların bilinç dışına yansıması olarak değerlendirecek; olaylar ve olgular
arasındaki neden sonuç ilişkisini doğru kuracaktır.
Avrupalı Türklerin yaşadıkları
ülkelerde özgür ve rahat bir hayat sürebilmesi için eğitime yatırım yapması,
her yeni kuşağın bir önceki kuşaktan daha ileri eğitim alması ve kendilerini
bilimsel bilgi ile donatması gerekir. Türkler bu bilince ulaştıktan sonra
Batının kendi özeleştiri yeteneğinden mahrum, üstün olma yanılsaması ve
avuntusu ile hareket ettiğinin farkına varacaktır. Çünkü kendini tanımayan,
ötekini hiç tanımaz; özgüveni düşük, sonbahar rüzgârı ile oradan oraya savrulup
giden bir yaprağa döner.
Şu hususun akıllardan çıkarılmamasında
yarar var; insanların bulunduğu ortam dışarıya verilen bir mesajdır. Dolayısı
ile insan insanının aynasıdır ve insanlar birbirini yontar; eğitir. İmtihan
zamanları, insan hayatında zor olduğu gibi en mutlu anları da kapsayabilir, zor
veya mutlu olsun ortak özelliği, insanın hayatında yaşadığı bir zaman kırılması
olmasıdır. Bu zaman kırılması, insanın imtihanını başaramaması “Gönül bağlarıma
karlar yağdı yazın… “ diye türkü olup dile gelince anlaşılır.
Hayat dün bugün ve yarından
oluşan bir süreçtir. Dün yaşandı bitti, yarın meçhul. O halde bugünün iyi değerlendirilmesi
ve yaşanılan olumsuzluklar karşısında yılmadan dik durulması lazımdır.
Başarısızlık; öğrenmenin ilk adımıdır. Yaptıklarımızdan dersler çıkarıp ileri bakmak
gerekir.
Süleyman Demirel (1924-2015)’in
dediği gibi; “Sonuçları çözmeye çalışırken sebepleri gözden kaçırırsanız yeni
sonuçlarla muhatap olmak zorunda kalırsınız. Eğer sonuçları bırakır sebeplere
odaklanırsanız, bir süre sonra sonuçlara siz karar verir hale gelirsiniz.”
Bunun için de öğrenme süreçlerinin ihmal edilmemesi gerekir.
Herkes her şeyi biliyor. Toplumda herkes doğuştan âlim. Lakin kimse
neyi ne kadar bildiğini bilmiyor ya da neyi bilmediğinin farkında değil. Tevfik
Fikret’in dediği gibi “Bahçıvan bir gül için bin dikene katlanır” misali ortak
hayatları paylaşmaya devam ediyoruz.
Dilimize sahip çıktığımız gibi,
inançlarımıza da sahip çıkalım. Halis inanç sahipleri hiss-i kabl-el vuku
sahibidir, yani olacağı önceden sezerler. Hayatın gerçeklerinde iyilikler olduğu
gibi kötülükler de vardır, ama iyiler kötülerin kendi iç dünyalarını
karartmasına izin vermezler. Bunun için de kötülüklerden uzak dururlar. Seneca;
“İyilerin başına hiçbir zaman kötü bir durum gelmez” derken, aslında iyilerin
kötülüklerden uzak durduğu ve bu nedenle başlarına kötü bir durumun gelmeyeceği
gerçeğinin altını çizmektedir. İyiyi kötüden ayırma yetisi de eğitimle
kazandırılır.
Azerbaycan edebiyatının önde
gelen şair, yazar ve filozoflarından Mirza Feteli Ahundov (1812-1878) der ki "Tarihte
Araplar kadar güzel masal uyduran, Farslar kadar bu masalı güzel anlatan ve
Türkler kadar da bu masala inanan ikinci bir millet yoktur." O halde gelin
siz siz olun, hayatın gerçeklerine yoğunlaşın ve içinde yaşadığınız toplum
içinde ayakta kalabilmek, itibar sahibi olabilmek için en iyi yatırımı eğitime
yapın. Çalışma hayatında başarı öyküleri yazabilmek için de Ludwig
Wittgenstein’a kulak verip dilinizi geliştirmeye ve kimliğinizi unutmamaya
bakın. Soba sönmeden güğümün şarkısı bitmezmiş, o hesap…
Bizim kurtuluşumuz nihayetinde hikaye-i avdette, yani öze dönüştedir.