27 Aralık 2021 Pazartesi

Eğitimli bireylerin değeri


Kadim kültürümüz der ki; "kem âlât ile kemâlât olmaz." Günümüz Türkçesindeki karşılığı "sıradan aletlerle mükemmellik yakalanmaz." demektir. Bu yolla olsa olsa vasat, yani ortalama olan yüceltilir, vasat zorlandığında, yarım debriyaj ile rampa çıkmaya çalışan araç gibi patinaj yapılır. Patinaj ile çıkılmaya çalışılan rampadan bazen düzlüğe çıkılır; bazen de motor yanar; araç yola çıkılan noktadan daha geri gider. Zararın telafisi pahalıya mal olur. Bu nedenle bir araç satın alacaklar önce “Beygir gücü ne kadar?” diye sorar. Kimse aldığı arabanın arkadaş sohbetlerinde eleştiri konusu yapılmasını istemez; aksine iftihar vesilesi olsun ister. Bu insan hayatı için de böyledir. Uluslararası milletler cemiyetinde rekabet edebilmek için hedefimiz; sıradan, vasat insanlar değil; üstün nitelikli insan gücü yetiştirmek olmalıdır. Bu da eğitime önem vermekle, eğitimli insana değer vermekle olur.

Eğitimi ekonomiden ayrı düşünmek mümkün olmaz. Ekonomik açıdan bakıldığında, iki değerden söz edilir. İngiliz ekonomist Adam Smith kullanım ve değişim değeri olmak üzere iki ayrı ekonomik değerden söz eder. Smith, bu ayrımı yaptıktan sonra kullanım değeri fazla ilgilenmez; hatta bunun değişim değeri için bile gerekli olmadığını savunur. Smith, konunun anlaşılabilmesi bakımından elmas ve su örneğini verir. Elmasın fiyatı çok pahalıdır, değişim değeri (Smith buna gerçek fiyat der) çok yüksektir. Fakat buna rağmen elmasın günlük hayatta kullanım değeri yok denecek kadar sınırlıdır. Suda ise bu durum tam tersinedir. Su çok yüksek bir kullanım değerine sahiptir, çünkü susuz yaşamak mümkün değildir. Burada suyun kullanım değeri, elmasın değişim değerine göre çok düşüktür. Kullanım değerinin ölçüsü fayda, değişim değerinin ölçüsü ise emektir. Başka bir deyişle, bir malın gerçek fiyatı yani değişim değeri, o malı üretirken harcanan emekle ölçülür.

Konu eğitim açısından incelendiğinde, eğitilmiş insanın yetiştirilmesi için geçen zamanda harcanan emek, yani değişim değeri çok yüksektir. Ancak günlük hayatta eğitilmiş insana verilen değer adeta sınırlıdır. Hâlbuki kullanım değeri de göz önünde bulundurulmalı ve eğitimin günlük hayatta ihtiyaç duyulan su gibi, bakkaldan alınan ekmek gibi önemli olduğu unutulmamalıdır.

David Ricardo (1772-1823)  ise malları nitelikleri bakımından ikiye ayırır. Birinci grup mallar, yeniden üretilmesi mümkün olmayan mallardır. Örneğin, kıymetli tablolar, heykeller, kitaplar, antika paralar ve pullar gibi. Bunların değeri kıt olmalarından ve bu malları satın alanların isteği ile gelirinden doğar. Bu tür malların dışında kalan mallar ise ikinci gruba girmektedir. Bu tür mallar yeniden üretilmesi emek harcanarak mümkün olan mallardır ve değişim değeri hem kıtlık derecesine ve hem de üretimleri için gerekli olan emek miktarına bağlıdır. 

Ricardo, tarihin hiçbir döneminde emeğin tek başına üretimde kullanılmadığını ve mutlaka bir araçla kullanıldığını söyler. Ona göre, “Herhangi bir silah olmadan ne kunduzu ve ne de geyiği avlamak mümkündür; bu nedenle değişim değerleri de sadece onları yakalamak için harcanan zaman ve emekle değil, fakat aynı zamanda avcının kapitalinin, yani hayvanları yakalamak için kullandığı silahların üretimi için gerekli zaman ve emek ile birlikte belirlenir”.

O halde eğitimli insanlar, toplumun değerlerini ileri taşımak, öngörülen hedeflere ulaşmak, idealleri gerçekleştirmek için gereklidir. Onlara sahip çıkılmalıdır. Her bir insan özel bir değer olmakla birlikte, eğitimli insan yeniden üretilmesi kolay olmayan insandır ve kıymetli tablolar gibi ihtimam gösterilmeye değer. 

Türkiye sıra dışı marka olmak istiyorsa, sıra dışı beyinler de cazibe merkezi haline gelmelidir. Tıpkı en iyi beyinlerin göç ettiği ülkeler gibi biz de beyin ekonomisinden faydalanmalıyız. Avrupalı Türklerin aklını başkalarına emanet eden bir güruha değil, aklı ve ruhuyla hareket eden, kendi olabilen ve aynı zamanda milletine aidiyet bilinci yüksek, eğitimli bireyler yetiştirmesi gerekir. Türk toplumunun geleceğini ancak eğitimli insanlar aydınlık yarınlara taşıyabilir. Bunun için yegâne amaç eğitimli bireyler yetiştirmek olmalıdır.

Not: Bu yazı Post Bayern Aralık 2021 sayısında yayımlanmıştır.

19 Aralık 2021 Pazar

Herkes her şeyi biliyor


Bu sefer bilindik bir öykü ile başlayalım. Adamın birinin babadan yadigâr antik ipek bir halısı varmış. Satmaya karar vermiş. Ona göstermiş buna göstermiş, ama kimse talip olmamış. Sonunda zengin birini bulmuş ve ona götürmüş.

Zengin halıya bir bakmış ve sormuş, “Kaç para istiyorsun?” Adam cevap vermiş “100 altın”. Zengin tereddüt etmeden tamam demiş ve çıkartıp 100 altın vermiş.

Adam sevinmiş. O sırada zengin sormuş “Bu halının kaç para ettiğini biliyor musun?” Adam cevap vermiş “Hayır bayım”. Zengin devam etmiş “En az 3000 altın eder”. Adam susmuş. Zengin sormuş, “Niye 100 altına verdin?” Adam biraz düşünmüş ve cevap vermiş; “Bayım, bağışlayın ama benim bildiğim en büyük rakam 100!”

Avusturyalı, matematikçi, mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunmuş olan ve 20. Yüzyılın en önemli filozoflarından biri olarak gösterilen Ludwig Wittgenstein (1889-1951) bu öyküyü doğrularcasına şu veciz sözü söylemiş: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” Yani; dilin anlam zenginliği ve anlam derinliği gelişmedikçe o dil ile yapılan iş sayısı sınırlı kalacaktır.

Bu sözü bir de şöyle açıklayalım: Konuşma dili 150-200 kelime/dakika ve okuma dili 200-250 kelime/ dakika iken, düşünme dili 1300-1800 kelime/dakika düzeyindedir. Bu yüzden yeterince sözcük, anlam, kavram ve düşünsel bağlantıya sahip olmayan zihin kısır döngüde çıkmazları yaşar. Yani 200 kelime ile düşünen, 2000 kelime ile düşüneni anlamaz, anlamakta güçlük çeker. İnsanlar insanlara iste bu nedenle “Dilin kadar varsın " diyor.

Yapacak bir şey yok. İnsanın tercihleri, yaşam şeklini belirliyormuş. O nedenle “sen, ben yok, biz varız.” diyoruz. Biz dilimize, kimliğimize sahip çıkarsak, bir durum karşısında yüreklerimiz aynı hislerle dolar, adeta tek yumruk olursa biz oluruz. Ben olmaya çalışanların sonu ibrişimi kopmuş tespihe döner; her bir tane bir yere dağılır, kaybolur gider. Yeniden toplamak, tespih olarak kullanmak ve bir imamenin altına dizmek zaman ve zahmet gerektirir. Toplumsal hayatın içinde bazılarımız dağılan tespihi dizmeye çalışırken, bazılarımız da hacca gidiyor ama “şeytan taşlamaktan tavaf etmeye vakit bulamayıp” geri dönüyor, döndüğü yerde yine birini ötekileştirmeye devam ediyor; toplum da birleşmek yerine ayrışmayı tercih eden bir görüntü sergiliyor. Unutmayalım ki insan insana yüreği kadar yakındır, bu yakınlık da insanın insanla hemdert olması, hemhal olması ile mümkün olabilir. İnsanız, endişelerimiz de var, sevgilerimiz de sevdalarımız da…

Mehmet Kaplan bir yazısında “Batılılar kendi kahramanları olan Sezar ve İskender’i göklere çıkardıkları halde Attila ve Cengiz’i olumsuz görürler. Bu hissi bir davranıştır. Kahramanlık bakımından Attila ve Cengiz, Sezar ve İskender’den daha aşağı çapta şahsiyetler değildir. Batılıların Sezar ve İskender’i büyük görmelerinin sebebi, kendileriyle onları birleştirmeleridir.” diyor. Bizim Batılıların rahle-i tedrisatından geçen gençlerimiz, ecdadı hakkında ne düşünecek acaba?

Biz diyoruz ki “Çocuklarınızı Türkçe dersine gönderin” Ama biz söyleyip biz dinliyoruz. Türkçenin evde kullanılan iletişim aracı olduğu yanılsaması ile avunuyorlar. Türkçe sadece bir dersin adı veya aile içinde kullanılan bir dil değildir. Türkçe; kadim Türk tarihini, kültürünü geçmişten günümüze taşıyan önemli bir araçtır. Öyle bir araç ki ecdat yadigârı, gelecek kuşaklardan ödünç alınmış, geçmişle gelecek arasındaki görünmeyen bir bağdır. Bugün geçmiş ile gelecek arasında yaşayanlar, bu bağa özen göstermez, tespih taneleri gibi dağıtırlarsa, çocuklarımızın da Türkiye ve Türklük ile bağı kopar. Her biri bir tarafa dağılır gider.

Türk’ü hakir gören Batıya karşı milli tarihine sahip çıkacak olanlar da yine diline, dinine ve kültürüne bağlı, bilinçli yetiştirilen gençler olacaktır. Bu gençler, kendini üstün gören Batı medeniyeti ile Orta Doğudan yükselen İslam medeniyetinin birbirinden çok da uzak olmadığını, hatta bugünkü modern Batının kültür temellerini oluşturan dinlerin de aslında Orta Doğu kökenli olduğunu öğrenip anlatacaktır. Bu girişim Türk-Alman ilişkilerinin de eşit paydaşlar seviyesinde ve aynı göz hizasında kurulmasına yardımcı olacaktır. Türkiye ile bağı koparılmamış Avrupalı Türkler; karşı karşıya kaldıkları ya da bırakıldıkları kimi özensiz davranışların, hal ve hareketlerin nedenlerini, kökenini geçmişten günümüze uzanan tarihi olayların bilinç dışına yansıması olarak değerlendirecek; olaylar ve olgular arasındaki neden sonuç ilişkisini doğru kuracaktır.

Avrupalı Türklerin yaşadıkları ülkelerde özgür ve rahat bir hayat sürebilmesi için eğitime yatırım yapması, her yeni kuşağın bir önceki kuşaktan daha ileri eğitim alması ve kendilerini bilimsel bilgi ile donatması gerekir. Türkler bu bilince ulaştıktan sonra Batının kendi özeleştiri yeteneğinden mahrum, üstün olma yanılsaması ve avuntusu ile hareket ettiğinin farkına varacaktır. Çünkü kendini tanımayan, ötekini hiç tanımaz; özgüveni düşük, sonbahar rüzgârı ile oradan oraya savrulup giden bir yaprağa döner.

Şu hususun akıllardan çıkarılmamasında yarar var; insanların bulunduğu ortam dışarıya verilen bir mesajdır. Dolayısı ile insan insanının aynasıdır ve insanlar birbirini yontar; eğitir. İmtihan zamanları, insan hayatında zor olduğu gibi en mutlu anları da kapsayabilir, zor veya mutlu olsun ortak özelliği, insanın hayatında yaşadığı bir zaman kırılması olmasıdır. Bu zaman kırılması, insanın imtihanını başaramaması “Gönül bağlarıma karlar yağdı yazın… “ diye türkü olup dile gelince anlaşılır.

Hayat dün bugün ve yarından oluşan bir süreçtir. Dün yaşandı bitti, yarın meçhul. O halde bugünün iyi değerlendirilmesi ve yaşanılan olumsuzluklar karşısında yılmadan dik durulması lazımdır. Başarısızlık; öğrenmenin ilk adımıdır. Yaptıklarımızdan dersler çıkarıp ileri bakmak gerekir.

Süleyman Demirel (1924-2015)’in dediği gibi; “Sonuçları çözmeye çalışırken sebepleri gözden kaçırırsanız yeni sonuçlarla muhatap olmak zorunda kalırsınız. Eğer sonuçları bırakır sebeplere odaklanırsanız, bir süre sonra sonuçlara siz karar verir hale gelirsiniz.” Bunun için de öğrenme süreçlerinin ihmal edilmemesi gerekir.

Herkes her şeyi biliyor.  Toplumda herkes doğuştan âlim. Lakin kimse neyi ne kadar bildiğini bilmiyor ya da neyi bilmediğinin farkında değil. Tevfik Fikret’in dediği gibi “Bahçıvan bir gül için bin dikene katlanır” misali ortak hayatları paylaşmaya devam ediyoruz.

Dilimize sahip çıktığımız gibi, inançlarımıza da sahip çıkalım. Halis inanç sahipleri hiss-i kabl-el vuku sahibidir, yani olacağı önceden sezerler. Hayatın gerçeklerinde iyilikler olduğu gibi kötülükler de vardır, ama iyiler kötülerin kendi iç dünyalarını karartmasına izin vermezler. Bunun için de kötülüklerden uzak dururlar. Seneca; “İyilerin başına hiçbir zaman kötü bir durum gelmez” derken, aslında iyilerin kötülüklerden uzak durduğu ve bu nedenle başlarına kötü bir durumun gelmeyeceği gerçeğinin altını çizmektedir. İyiyi kötüden ayırma yetisi de eğitimle kazandırılır.

Azerbaycan edebiyatının önde gelen şair, yazar ve filozoflarından Mirza Feteli Ahundov (1812-1878) der ki "Tarihte Araplar kadar güzel masal uyduran, Farslar kadar bu masalı güzel anlatan ve Türkler kadar da bu masala inanan ikinci bir millet yoktur." O halde gelin siz siz olun, hayatın gerçeklerine yoğunlaşın ve içinde yaşadığınız toplum içinde ayakta kalabilmek, itibar sahibi olabilmek için en iyi yatırımı eğitime yapın. Çalışma hayatında başarı öyküleri yazabilmek için de Ludwig Wittgenstein’a kulak verip dilinizi geliştirmeye ve kimliğinizi unutmamaya bakın. Soba sönmeden güğümün şarkısı bitmezmiş, o hesap… 

Bizim kurtuluşumuz nihayetinde hikaye-i avdette, yani öze dönüştedir.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...