Türkiye'nin gündemi çok hızlı değişiyor. Geride bıraktığımız hafta başında ilk ve orta
dereceli okullarda eğitim öğretim başladı; haftanın sonuna doğru sınırlarımıza
akın eden yüz bine yakın Suriyeli göçmen ile güney doğu komşularımızdaki siyasal
olaylar, NATO ülkesi olarak Türkiye’ye verilmek istenen rol veya roller gündemi
yoğun bir şekilde işgal etti. Bugün de üç ayı aşkın bir süreden bu yana Suriye’de
malum gruplarca alıkonan dışişleri personeli ve bunların yakınlarının Türkiye’ye
intikali konuşuluyor.
Güneydoğu
ve doğu illerimizde ise anadilde eğitim konusu yoğun bir şekilde tartışılıyor.
Şu veya bu şekilde ortaya atılan söz ve eylemlerle galeyana gelen (ve/veya
getirilen) halk, kamunun kaynakları ile inşa edilen okullara ve bu okullarda
görev yapan öğretmenlere fiili müdahalede bulunuyor.
Bu yazıyı yazdığım sırada geride bıraktığımız hafta içinde yirmi üç (23) okulun yakılarak kullanılamaz hale getirildiğini; kimi şehirlerde devletin resmi okullarına alternatif eğitim kurumları oluşturulmaya ve buralarda eğitim verilmeye çalışıldığını öğreniyorum. Yaşanan bu fiili duruma kamu görevlileri müdahale edip; “izinsiz açılan” bu kurumların faaliyetini önlemeye çalışırken, seçilmiş yerel yöneticiler de halkın anadilde eğitim hakkı olduğunu öne sürerek, devleti gerekli hizmeti vermemekle, bir hakkın gaspına göz yummakla suçluyor. Öne sürülen görüş özetle şöyle:[1],
Ülkemizde
ilköğretime başlayana kadar tek bir Türkçe kelime bilmeyen birçok çocuk var.
Yalnızca anadilinde konuşabilen ve en önemlisi anadilinde düşünebilen bu
bireylerin vatandaşı oldukları ülkenin en temel görevi olan eğitim haklarını,
henüz bilmedikleri ülkenin egemen diliyle almaları, egemen dille düşünmeye
zorlanmalar bu çocukların başarılı olma ihtimallerini çok büyük bir oranda
düşürüyor. Zaten eğitim sisteminden kaynaklı düşünememe yetisi bu bireylere bir
de anadil yönünden darbe etmekte.
Bu
görüşler, “eğitim hakkı engellenemez” tavrının “anadilde (Kürtçe) eğitim hakkı”
yaklaşımına dönüştüğünü ve her öğretim yılı başında gündeme getirilen
taleplerin bu öğretim yılı başında gerek okul yakmalar, gerekse özel eğitim
kurumları oluşturmak suretiyle daha ses getirecek yöntemlerle (?) tekrar
edildiğini gösteriyor.
Bölgede
kanaat önderliği yapan güçler, çocukların devletin okullarının yerine, yerel
girişimlerce açılan öğretim kurumlarına gönderilmesini istiyor. Merkezi idare, “bize
özel okul açmak için yapılmış bir başvuru yok” diye kendini savunuyor ve
ekliyor “Başvuru olsaydı, değerlendirirdik”.
De facto ortaya çıkan bu durum karşısında görüş belirten kimi entelektüeller de konuyu “sivil itaatsizlik” olarak değerlendiriyor. Alanyazında bu konuya ilişkin şu tanım yer almaktadır (Altunel 2011: 444):
Haksızlığa uğrayan birey, haksızlığın giderilmesi için yasal yolları denedikten sonra sorun çözümlenmemişse, pasif direnme olarak tanımlanan sivil itaatsizlik türü eylemlere başvurmakta; böylelikle yönetim ve kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmaktadır. Bu sayede haksızlığın giderilmesi noktasında devlete/yönetime baskı oluşturma gayesi güdülür.
Özgürlüklerin
korunması ve adaletin temini bakımından etkili bir yöntem olarak
değerlendirilen sivil itaatsizlik, bir eylemin suç olduğunun bilinmesine
rağmen, verilecek cezayı da göze alarak yapılan
bir eylemdir. Eylem, haksız alınan bir vergiye karşı gelme ile başlamış,
değişik alanlara yayılmış ve günümüzde içi değişik şekillerde doldurulan oldukça
esnek bir tanım haline gelmiştir. Kimine göre kesin suç olan eylemler, kimine
göre suç unsuru taşımamaktadır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu bile son eylemlerde
polise taş atanların yargılanmasıyla ilgili bir başvuruyu “düşünce ve kanaat açıklama
yöntemi” olarak değerlendirmiştir[2].
Halbuki ortada
MEB’nın özel öğretim kurumlarının açılmasına ilişkin olarak düzenlediği bir yönetmelik
var. Özel öğretim kurumu açmak isteyen herkes, burada öngörülen şartları yerine
getirdikten sonra bakanlığa başvuruda buluyor; yapılan incelemelerden sonra da
gerekli izinler verilip eğitim öğretime başlanması sağlanıyor. Kavga etmeye,
okul yakmaya ne hacet.
Kürtlerin,
biz okul açmak istiyoruz diye bir talepleri oldu da geri mi çevrildi? Kaldı ki
Kürtçenin öğrenilmesi konusundaki talepler için önce “özel dil kursları”
üzerinden izin verildi. İngilizce, Almanca gibi Kürtçe de kurs programlarına
alındı. Yoğun ilgi görmesi beklenen bu uygulamaya vatandaş ilgi göstermedi;
buna karşılık “anadilinin para verilerek öğrenilmesi” uygulamasının doğru olmadığı,
devletin bu talebi okullarda karşılaması gerektiği görüşü öne sürüldü[3]. Bunun
üzerine anayasa ve yasalardaki düzenlemeler yapılarak Kürtçenin devlet okullarında
öğretilmesi yönündeki taleplere olumlu karşılık verildi.
Mardin
Artuklu Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulan Türkiye'de Yaşayan Diller
Enstitüsü’nün “Kürt Dili ve Kültürü Ana Bilim Dalı” bünyesinde “Kürtçe Tezli
Yüksek Lisans” programı açılarak Zazaca ve Kurmancca öğretimi başladı. Muş
Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kürt Dili ve Kültürü Ana
bilim Dalı’nda tezli ve tezsiz yüksek lisans programları açılarak gereksinim
duyulan öğretmenlerin yetiştirilmesi için gerekli altyapılar oluşturuldu.
Milli
Eğitim Bakanlığı (MEB), 2012-2013 eğitim öğretim yılından itibaren geçerli
olacak haftalık ders çizelgesinde yerel dil ve lehçelerin devlet okullarında
seçmeli ders olarak okutulmasına imkan sağlayacak gerekli düzenlemeyi yaptı ve ”Yaşayan
Diller ve Lehçeler” dersine yer verdi. Böylece sadece Kürtçe değil, diğer yerel
dillerde de eğitim verilmesinin önü açıldı. İlk yıl gösterilen yoğun ilgi
yerini başka alanlara bıraktı. Bu defa da eğitimin tamamının yerel dilde
yapılması gerektiği konusu gündeme taşındı.
Bu
tartışmalar yeni değil; hatta cumhuriyet öncesine kadar geri gidiyor. Ulusal
kurtuluş savaşını birlikte yaptık, cumhuriyeti birlikte kurduk diyen bir gruba
karşı, biz de kendi devletimizi kurmalıydık diyen bir başka grup karşı çıkıyor
ve bu tutumunu geçmişte olduğu gibi günümüzde de sürdürmek istiyor.
Bir
yakınım 1977 yılında doğu illerimizden birinin bir mezrasına sınıf öğretmeni
olarak atanmıştı; görev yapmak üzere gittiğinde, köylülerin direnişleriyle karşılaştığını,
çocuklara Türkçe öğretilmesinin, bayrağın göndere çekilmesinin istenmediğini,
ulusal marşımızın söylenilemediğini anlatıyordu. Anlatılanlara göre, geçen yıl kaldırılması
büyük tartışmalara neden olan andımızın o yıllarda bile okunmasına imkan ve
ihtimal yoktu.
Devlet vatandaş ilişkisinin askeri darbe ve olağanüstü hal uygulaması dönemlerinde daha can yakıcı bir hal aldığı biliniyor; burada tekrar etmeye, olumsuz anıları hatırlatmaya lüzum yok. Yaşanan olumsuzluklardan dolayı, doğu ve güneydoğu insanının bölgede görev yapan kamu görevlilerine mesafeli yaklaştığı ve özellikle öğretmenlere karşı giderek artan bir baskının uygulandığı herkesin malumu. Yaşanmış pek çok örnek olmasına karşın, sadece birini hatırlatmak isterim. 1993 yılında Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde “Bayrağımızın dalgalandığı her yere giderim” diyerek yola çıkan ve tek amacı karanlığa ışık tutmak, çocuklara okuma-yazma öğretmek olan Neşe Alten (1972-26.10.1993) öğretmen, idealizminin bedelini canı ile ödedi.
Geçmişte
devletten talebi olanlar ve bu talepleri karşılık bulmayanlar masum insanların
canını alarak, okulları yakarak sivil itaatsizlik yapıyor.
Anadili
öğrenme talebini okul yakarak, “yerel kaynaklarımızdan ürettiğiniz enerjiden kazandığınız
paraları bize aktarmıyorsunuz” diye ortaya çıkıp, vatandaşa elektrik parasını ödetmeyip,
türlü gerekçelerle adeta “sivil itaatsizlik” yapmaya teşvik etmek, barışa giden
yol olarak adlandırılan “çözüm süreci” ile ne kadar bağdaşıyor? Yaşananların
doğru tanımlanması, adının iyi koyulması gerekir. Bu eylemler, “Siyasi ve
ekonomik özerklik istiyoruz[4]” diyen,
karnından konuşan, paydaşlarını niyet okumaya zorlayan görüşün dışa yansıması olup,
sıradan yurttaşların öne sürdüğü bahaneler değil; daha örgütlü davranan iç ve
dış paydaşların birlikte planladığı bir politikadır ve sorumlu davranmayı
gerektirmektedir.
Bu
satırları yazdığım gün, ülkemizde Gaziler Günü münasebetiyle törenler
düzenleniyor, terörden muzdarip insanlar duygularını anlatıyordu. Bir vali
"Bu milletin vatanı, milleti için bütün değerleri için verdiği mücadelenin
bitmemesini diliyoruz. Mücadele biterse vatan bitmiş demektir" diye nutuk çekerken,
bir muharip gazi de şu sözlerle sitem ediyordu[5]:
Ne
yazık ki bu toprak için canımızı verme şerefine eremedik. Fakat bu toprak için
canını verme şerefine eren şehitlerimiz ile yan yana savaşma onurunu yaşadık.
Bir elimize şehadet kapısının tokmağı dokunurken diğer elimizle geçip giden
zamanın kapısının kolunu tutmaktayız. Belki de bu şehadet kapısının tokmağına
dokunduğumuz için, ölümün nefesini soluduğumuz için, düşmanın hain suratını
defalarca gördüğümüz için bu mücadeleyi, bu kana kan, göze göz, dişe diş
mücadeleyi duymayanları, duyamayanlara, hissetmeyenlere, hissedemeyenlere
duyurmak, anlatmak bize düşer. Biz Diyadin'de kurşun yiyen kardeşimizi de
Saray'da şehit olan teğmenimizi de Abalı'da havalanan karakolumuzu da
iliklerimize kadar hissettik. Günlerce açılmayan yollara, yakılan okullara ses
çıkarmayan yöneticileri de gördük, duyduk ve ıstırabını çektik. Fakat biliyoruz
ki görmeden ümit ettiğimiz bu vatan için ölürsek yazılsın kabrimize vatan
mahsun, biz mahsun.
Geride bıraktığımız
ve onlarca yıl süren, binlerce insanın hayatını kaybettiği acılı günlerden sonra
yaşananlardan çok dersler çıkarıldı; “kavga etmek yerine barışalım” dendi. Gerçekten,
gelin artık, bu sürece destek olalım; barışalım, hayatı kolay ve anlamlı
kılalım. Onca sorunun çözümünü biraz da zamana yayalım.
Unutulmamalı
ki Türkiye, dünyanın pek çok yerinde yaşayan mazlum milletler için hala bir
umut ülkesi. Bugünlerde saat başı dinlediğim haberlerde bazen Suriyelilerin bazen
Iraklıların sınırları zorladığı, milyonlarca canın Türkiye’ye sığındığı, bu
sayının geriden gelmesi beklenenlerle birlikte daha da artacağı belirtiliyordu.
Televizyonlarda bir ananın iki aylık bebeğini terk ederek Türkiye’ye kaçtığı;
parçalanan ailelerin yürekleri sızlatan türlü çeşit öyküleri, insanlık dramları
anlatılıyordu.
Bunlardan
ders veya dersler çıkaralım. Hangi kesimden olursa olsun, halen Türkiye’de
yaşayan ve bu topraklardan beslenen, bu ülkenin kaynaklarıyla yetişen aydınlar,
münevverler bugünlerde ateşle imtihan oluyorlar. Başta siyasetçilerimiz olmak
üzere herkesin azami sorumluluk bilinciyle hareket etmesi, kişisel menfaat ve
hırslarına yenik düşmemesi, ülkenin topyekûn menfaatleri etrafında birleşmesi gerekiyor.
Zira, verilecek olumsuz bir mesajın telafisi güç bedelleri olabilir.
Türkiye
gelişiyor, dönüşüyor; buna karşın istikrarsızlığa sürüklenmeye çalışılıyor.
Hantal bürokrasinin yeniden yapılandırılması; kanayan sorunlara yaşanan günün
ötesinde ufuk açısı çözümler üretilmesi zaman alıyor. Sorunlara çözüm üretmesi
gereken entelektüellerin siyasal bağnazlıktan sıyrılması ve konuyu ideolojik
değil, ülke yararına kaygılarla değerlendirmesi, sahada çalışanlara yol ve yön
göstermesi, yardımcı olması gerekiyor.
Bu
bağlamda, pek çok insanın farkında olmadığı, sessiz ve derinden yürütülen
önemli projeler var. Onlardan biri doğu illerimizdeki çocuklarımızın okula
devam oranlarının artırılması ve okul başarılarının sürdürülebilir hale
getirilmesine ilişkin. Adına İlköğretim
Kurumlarına Devam Oranlarının
Artırılması Teknik Destek Projesi (TR2010/0136.05-01/001) demişler.
AB ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından finanse ediliyor; MEB tarafından
yürütülüyor[6].
Çok dilli eğitim, yabancı dil öğretimi, anadili öğretimi gibi çeşitli ayakları
var ve bunlardan biri ve belki de en önemlisi anadilde eğitim sorununa çözüm
arayan ayağı.
Şu veya bu
kesimden, ister dağdan ister ovadan, türlü çeşit hesaplar yapanlar ile bunların
paydaş grupları, sahip oldukları ekonomik kaynakların kurutulması, bölge
insanlarının üzerindeki etkinliklerinin giderek azalması ile tedirgin oluyorlar.
Çözüm arama derken; siyasi otoritenin, bürokrasinin Türkiye eğitim sistemindeki
sorunların çözümü üzerine gerçekten kafa yorduğunu, projeler ürettiğini görmek,
iyi örnek uygulamaları yapanları yüreklendirmek ve daha iyileri için de çözüm
önerileri sunmak lazım. Çözüm aramaya, sorun çözmeye, kültürler arasında bağ
kurmaya, mevcut bağları pekiştirmeye yönelik çalışmalar, ne kadar iyi ne kadar
başarılı olursa olsun, gerilimden nemalanmaya alışmış, varlık nedenleri tam da
ülkede yaşanan sorunlardan beslenen bir kesimin işine gelmiyor; dolayısıyla
yapılan başarılı çalışmalar da ya tamamen yok sayılıyor ya da çeşitli engeller
ve engellemelerle değersizleştirilmeye çalışılıyor.
Dolayısıyla
“Analar ağlamasın!” diye nutuk çekenlerin, “ana” dertlerinin annelerin ağlaması
olduğundan; anadili derken de ana sütü gibi helal bir dilin peşinde olup
olmadıklarından endişelerim var.
İster
doğu, ister batı olsun, bu ülkede yaşayan herkesin ana sorunu iştir, aştır.
Karnı tok, sırtı pek yurttaşların sonraki ihtiyaçları da eğitim, sağlık ve
adalettir. Varlığımız elbette bu millete armağan olsun; lakin bizler hediyelik
eşya muamelesi görmek yerine, eşit yurttaşlar olmak istiyoruz! Zira, gelişmiş
ülkelerde devlet, millet ortak gelecek için farklılıkları zenginlik olarak
görüp ona göre organize olur. Ülkede bu bilinç gelişmeye, yerleşmeye başladı.
Cumhuriyeti kurduğunu savunan elitlerin dönüşememesi, politikalarını
geliştirememesi, ülkeyi sosyolojik olarak karmaşık bir sürece soktu. Olay kimilerinin
öne sürdüğü gibi ne din, ne başka bir şey. Eşit yurttaşlık, değer yaratma ve
yaratılan değerlere sahip çıkma ve eşit pay alma konusu. Eğitim de sağlık da bu
dönüşümleri görmek lazım. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yegâne sınıf
atlama aracı olan eğitimin elit bir kesimin tekelinden çıkması, sıradan
insanların da eğitim alarak ekonomik ve sosyal refahını artırması ve yöneten
kesime paydaş olması söz konusu.
Bugün,
bütün farklarımızı bir kenara bırakıp inatlaşmak yerine konuşmak, halleşmek
gerekiyor. Geçmişin hatalarını, bugünün sorunu gibi tekrar gündeme getirmenin,
öznel menfaatlerin peşinde koşmanın anlamı ve gereği yok. Mahpus damlarında
yaşanan dramların hatırlatılmasının ve zihinlerin bulandırılmasının lüzumu yok.
Camide, kilisede, havrada veya cem olunan her yerde dileyen dilediği gibi
sosyal, kültürel hayatına devam etsin.
İnsanları
anadili öğretimi diye ayrıştırmanın gereği de lüzumu da yok. Anayasa ve yasalarda
yapılan değişikliklerle, iyileştirmelerle isteyenin istediği dili öğrenmesinin
önünde her hangi bir engel kalmadı. Anadolu insanının deyimiyle, “sabırla koruk
helva olurmuş” ya o misal. İşin sırrı biraz daha sabır, biraz daha hoşgörüde.
Bilimsel
araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre, bir sınıfta aynı anda hem Türkçe,
hem yerel dilde eğitim veremezsiniz. Verseniz bile bu uygulamayı ileri eğitim
basamaklarına taşıyamazsınız. Bunlar örneğin Kanada gibi çok uluslu, çok dilli
gelişmiş ülkelerde 1969 yılından itibaren denenmiş ve başarılı sonuçlar
alınamayınca Quebec eyaleti dışında terk edilmiş uygulamalardır. Atalarımız “su-i
misal emsal olmaz” demişler, ya o misal. Ayrıca İsviçre de çok dilli bir
politika izliyor. Bununla birlikte her ülkenin demografik yapısı birbirinden
farklı.
Kanada’nın
uzun bir tarihsel süreç içerisinde belirlenen ilkeler üzerine kurulu dil
politikasından çoğul olarak bahsetmek gerekiyor[7]. Zira
eyaletlerin demografik yapısı uyarınca, bölgesel makamlarda veya eğitim
alanında uygulamaları farklılık gösteriyor. 2006 verilerine göre Kanadalıların
yüzde 58’inin anadili İngilizce iken, anadilleri Fransızca olanlar ise nüfusun
yüzde 22’sini oluşturuyor. Ancak Kanada’da kayda değer bir iç göç olmadığı
için, resmi olarak çok dilli eyaletlerin sayısı yalnızca dört. Eğitim
programlarının fiilen eyalet hükümetlerinin yetki alanına girmesi nedeniyle de
eyalet kademesinde sürdürülen politikalar önem teşkil ediyor. Bu dört eyalet,
Fransızca ve İngilizcenin resmi olduğu New Brunswick ile Yukon, bu iki dille
beraber İnuvitçenin de resmi statüye sahip olduğu Nunavut ve yerli halkların
dillerinin de tanındığı Northwest Territories. Quebec’te ise 1969’dan beri tek
resmi dil Fransızcayken, diğer altı eyalette ise İngilizce.
Geçmişe
değil geleceğe odaklanmalı, sevinç ve kederlerimizi paylaştığımız gibi geleceğe
yönelik projelerimizde işbirliği yapmalı, “ateşle imtihan edildiğimiz” bu zor
günleri aydınlık yarınlara çevirmenin planlarını birlikte yapmalıyız. Dünyanın “Türkiye,
kontrol edilebilir krizlerin ülkesi” algısını boşa çıkarmalı; ayrışmanın,
yumrukları sıkmanın değil; kucaklaşmanın, kırgınlıkları kardeşliğe
dönüştürmenin yollarını aramalıyız. İçinde bulunduğumuz coğrafya başta olmak
üzere, bütün Avrasya ateş topuna dönmek üzere. Kuzeyimizdeki ülkelerin
hesapları başka; güneyimizdeki halkların dertleri başka. Neredeyse üçüncü cihan
harbinin ayak sesleri hissediliyor. Önümüzdeki fırsatları iyi değerlendirmeli,
gelecekte yaşanması olası kimi pişmanlıkların esiri olmamalıyız.
Bu ülkede eşit
paydaşlar olarak yaşayan hiçbir yurttaşın dilini konuşması, öğrenmesi, öğretmesine
kimsenin bir sözü yok. Olamaz, olmamalı. Çok dilliliğin zenginlik olduğu, yeni
ufuklar açıcı olduğu bilimsel olarak da kanıtlanmış. Çok dilli yetişen, geniş
ufuklu, uzak görüşlü aydın gençleri tek bir dilin tutsağı olarak yaşamaya sevk
edecek tek dilli uygulamalardan; kulağa hoş gelmesine karşın olumsuz sonuçlara
gebe olan kimi dayatmalardan, manipülasyonlardan uzak durmalıyız.
Türkiye’nin
demografik yapısı tarihin derinliklerinden kaynaklanan köklü geçmişi ve gelecek
kuşaklardan ödünç alınan mirası ile adeta mahir bir ebru ustasının elinden
çıkmış harika bir sanat eserine benzemektedir. Seyrine doyum olmayan bu esere, paha
biçilemeyen kültürel mirasımıza sahip çıkmalı, bu mirası yok etmek yerine, her
bir yerel değeri evrensel değerlerimiz olarak anlatmaya, tanıtmaya devam
etmeliyiz.
Yetişen
gençleri her hangi bir yerel dilin sınırlarında yaşamaya mecbur etmek yerine, onları
birbirlerinin yerel dillerini de anlayacak şekilde yetiştirmeli; birbirine ölüm
tuzakları kuracakları anlamsız ve kirli savaş iklimlerinin yerine sevgiyle kucaklaşacakları
ortamlarını iş işten geçmeden inşa etmeye bakmalıyız[8].
İster
doğuda, ister batıda maddi durumu yerinde olan herkes ne Türkçe ne de bir başka
yerel dilde eğitimi düşünüyor. Bu ülkede tuzu kuru olan mutlu azınlıklar iyi
eğitim almanın gereğine inanıyor; en az bir dünya dilini ileri düzeyde öğrenmeye,
çocuklarına da öğretmeye çalışıyor. Biliyor ki eğitim kurtuluşa, refaha ermek;
yokluk ve yoksunluğun zincirini kırmak, sınıf atlamak için birincil ve en
etkili araçtır.
Türkiye
coğrafyasında yaşayan, kıt kanaat imkanları ile geçinmeye çalışan saf ve temiz
Anadolu çocukları, birbirinizle anlamsız yere tartışmak, kin ve nefret tohumlarını
yeşertmeye çalışmak, anlamsız bir savaşı sürdürmek yerine, uyanıp kafanızı
kaldırıp etrafınıza bakarsanız, ne büyük bir hazineye sahip olduğunuzun farkına
varacak, ne şekilde aldatıldığınızı göreceksiniz. Böylece bu sayede bu
topraklarda yeşermiş, eşitler arasından seçilmiş, yıldız gibi parlayan pek çok iyi,
özgün ve güzel örnekler yardımıyla, size gerçek diye sunulan öykülerin nasıl
bir yanılsamaya dayandırıldığını da anlayacaksınız.
Kaynak:
Altunel,
Mesude (2011). Sivil İtaatsizlik ve Mohandas K. Gandhi. TBB Dergisi 2011/93, 443-458.
URL: http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2011-93-700 (son erişim: 20.09.2014).
Not: Bu yazıyı oluşturan düşünce kırıntılarını ara başlıklarla daha kolay okunur hale getirmek, toparlamak istediysem de bütünlüğün kaybolduğunu, daha da dağıldığını gördüm. Umarım bu haliyle de kolay okunur.
[1] Ozan İke
(2014). neden anadilde eğitim? diskordans.
s. 23.
http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/c8dcf919f8a604f_ek.pdf?dergi=D%DDSKORDANS%20DERG%DDS%DD
(19.09.2014).
[2] Bkz.: Kemal Göktaş. Polise taş atma
ifade yöntemi. Milliyet İnternet 19.09.2014. http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/c8dcf919f8a604f_ek.pdf?dergi=D%DDSKORDANS%20DERG%DDS%DD
(19.09.2014).
[3] Dündar Sansur. Ana dilde (Kürtçe)
eğitim haktır. Dündar Sansur Web Sitesi.
http://www.dundarsansur.com/yazilarimdetay.asp?id=670&kategori=YAZILARIM (Son erişim: 19.09.2014)
[4] Bkz.: İhlas Haber Ajansı: Hem siyasi
hem mali özerklik istedi. http://www.iha.com.tr/haber-hem-siyasi-hem-mali-ozerklik-istedi-390711/
(son erişim: 20.09.2014).
[5] Malul Gazi Jandarma Binbaşı Mehmet Bedri Aluçlu. Hürriyet
Internet. 19.09.2014. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27237005.asp (Son
erişim: 19.09.2014)
[6] .
İlköğretim Kurumlarına Devam
Oranlarının Artırılması Teknik Destek Projesi için bkz.: http://mebidap.meb.gov.tr/
(19.09.2014).
[7] Demografik açıdan Frankofonların
çoğunlukta olduğu tek eyalet olan Quebec’te bile İngiliz dili ve kültürüne
özellikle üst sınıfların, yani ekonomik ve siyasi yaşama egemen olan kadroların
hakim olması, dil odaklı bir “var olma” (la survivance) fikri ile hareket eden
halk tabanlı “Quebec” milliyetçiliğini de berberinde getirerek çift dillilik
tartışmalarını başlatmış. 1969 yılında yürürlüğe giren ve federal makamlarda
Fransızca ve İngilizceye eşit statü tanıyan Resmi Diller Kanununa göre, Federal
Parlamento’da her iki dil de geçerli. Yasalar ve yönetmelikler her iki dile de
çevrilmek zorunda. Bununla beraber, Kanadalılar federal kurumlarda bu iki
dilden birinde hizmet alıyor; aynı şekilde mahkemelerde de duruşmanın
gerçekleşeceği dili seçebiliyor. Ayrıca kanundaki yükümlülüklerin nasıl
uygulandığı ve verdiği sonuçlar düzenli olarak denetleniyor. Benzer uygulama
İsviçre’de de yürürlükte. Bkz.: Çok dilliliğin beşiği Kanada. Taraf Gazetesi.
23.12.2010. URL: http://www.taraf.com.tr/haber-cok-dilliligin-besigi-kanada-62721/
(son erişim: 20.09.2014).
[8] Türkiye’nin demografik yapısına
güzel bir örnek teşkil eden Düzceli çocuklar birbirleriyle Türkçe, Tatarca, Lazca,
Abazaca, Çerkezce, Gürcüce, Rumca ve kimi zaman Romanca konuşur, oynar; biraz
büyüdükten sonra düğün derneklerine bile katılırdı. Marmara depreminde yaşanan
felaketten sonra, şehrin demografik yapısı göç alıp vermeler nedeniyle
değişince, sözü edilen diller arasına Zazaca ve Kurmancca da eklendi. Çocukların
en şanssız olanları da tekdilli Türkmen çocukları idi ki onların ikinci dili
öğrenme süreçleri iki dilli yaşıtlarına göre bir adım geriden geliyordu. Halkı sıkı
bir hemşehrilik dayanışmasını birleştiriyor; Düzceli olmanın ötesinde kimin
hangi bir etnik kökenden geldiğinin sorulması, sorgulanması bile yadırganıyordu.
Büyükler arasında “Kürt Ahmet”, “Laz Hüseyin” gibi karşılıklı takılmalar,
kişileri aşağılamaktan ziyade onurlandırmak için kullanılıyordu.