Geçenlerde Afara adlı bir programa denk geldim. Sunuculuğunu Uğur Aslan’ın yaptığı programda Neşet Ertaş’tan söylenen türkü de bizi, Avrupalı Türkleri anlatıyordu. “İnsan ölür ama ruhu ölmez”.
Türküyü dinlerken malihulyalara daldım; kopup uzaklara gittim. Bir süre sonra programa adı verilen kelimenin anlamına baktım, lügatlerde "Harman yerinde toprağa karışıp kalan taneler" diye yazıyordu. Bir başka yerde de “bahçe ve bostanlardaki kalıntı, bir şeyin en son kalan döküntüsü” diye açıklanıyor.
Kurcaladıkça, kullanıma göre özel anlamlar yüklendiğini gördüm. Eskiden makine ile değil de döven ile harman yapıldığı zamanlarda, harman yerindeki hububatın taş ve toprak ile karışık kalıntısına da afara derlermiş.
Sigara tiryakileri, sigarayı saranlar veya bir zamanlar tütün tarımı ile uğraşanlar da kurutulmuş tütünün tozuna, yani ufalanan tütüne de afara derlermiş. Hatırladığım kadarı ile annem de köy yerinde beslediğimiz hayvanların kışlık yiyeceği, saman, ot, mısır sapı v.b. olan alaftan geri kalanlara da afara derdi.
Edebiyatta ise ”uzun da olsa iki yakamızın bir araya gelemediği, gizli sevdalara tutulduğumuz, yokluğun içinde doyduğumuz, mutlu olmak için bolluğa ihtiyaç duymadığımız, hayatı ıskalamadığımız, hayatın geniş paçalarına tutunduğumuz bir dönemi” anlatmak için kullanılıyormuş afara.
Program ise şimdilerde artık afara olan Türk musikisinin klasikleşmiş parçaları ile biraz da arabesk yanı ağır basan, afara kalan ahlak, afara kalan gazino kültürü, afara kalmış bir nostaljik döneme selam gönderiyor.
Afara; gurbeti yurt edinenleri Türkiye ile bağını koparmamakta ısrar edenleri de ne güzel anlatıyor. Beti benzi solmuşları, evinde-ocağında beti bereketi olanları, hayatın anlamını Türk dilinde, kültüründe arayan bir avuç insanı anlatıyor.
Bu insanların vatan edindikleri yerde birlikte yaşadıkları toplum içinde dile getirdikleri haklı talepleri, dilini, kültürünü, örfünü yaşatmak için ortaya koydukları duruş, baskın kültürün taşıyıcıları tarafından ne yazık ki tek bir kelime ile “kontraproduktiv” (ters etki yapan) olarak değerlendirilebiliyor ve baskın kültürün temsilcileriyle olan diyalog girişimleri kesilebiliyor, sonuçsuz kalabiliyor. Türkçe dersi talepleri bu duruma bir örnek teşkil ediyor desek yanılır mıyız, bilemiyorum.
Avrupalının tarihinde varız, ama kültüründe yokuz. Bunun bilincindeyim. Farklı bir coğrafyadan geldik ve ödünç alınan gök kubbenin altında kalıcı bir yaşam kurmaya çalışırken de yapılan bir tercihin sonuçlarını yaşıyoruz. Aklın yerini duygular, hizmetin yerini politik kaygılar alınca ilişkiler tersine dönebiliyor. Baskın kültürün içinde sürekli eleştiren, düşüncelerini, yaptıklarını karşısındakine empoze etmeye çalışan, çenesi kapanmak bilmeyen bir sevgili durumuna düşülebiliyor. Haklı iken haksız muamele görülebiliyor. Din görevlileri ile ilgili uygulama da bu duruma bir örnek sanırım.
Toplum içinde afara durumuna düşen topluluğun ileri gelenleri hakkını, hukukunu talep ettiğinde adeta zanlı durumuna düşebiliyor. Diyelim ki yapılan kimi uygulamalarda hatalar tespit edildi… Bu durumda hukukun evrensel ilkesi “in dubio pro reo” yani şüpheden sanık yararlanır ilkesi kabul görmeli. Ahmet Hamdi Tanpınar boşuna dememiş; “Zulmü her kabul ediş, daha büyüğünü doğurur.” diye. O halde suskun kalmak yerine, çözüm üretmeye bakmalı.
Benim önerim; toplum liderlerinin, politikacıların durum değerlendirmesi yapması; bütün paydaşların muhatapları ile ilişkilerine bakıp yeniden pozisyon alması. Türk toplumu da “Çevrenizde Müslümanlığınıza özenen, sizi örnek alan kimseler yoksa imanınızı gözden geçirin” sözünün anlamına uygun davranışlar ortaya koymaya bakmalı. Özüne dönmeli, uyanmalı. Bu öze dönüş de “Türkçülük adı altında, aşırı ve takıntılı bir milliyetçilik” veya dindarlık adı altında “katı bir bağnazlık” olmamalı. Uyanmak ise kişinin birey olduğunun, yaşadığı toplum içinde hak ve yükümlülükler açısından bilinçli bir yurttaş olduğunun farkına varması şeklinde değerlendirilmeli.
“O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı.” (Secde-7) hükmünü doğrularcasına harman yerinde kalan afaralar, bir süre sonra rahmet yağmurunun etkisi ile yeşerir, harman yerinde tadına doyum olmayan bir manzaraya dönüşür. Ortaya çıkan yeni mahsulün kimi otundan, kimi buğdayından, ürününden nasiplenir de herkes gönlünce, ihtiyacına göre istifade eder.
Bugün göz olup dağın ardını görme vakti, akıl olup başa geleceği bilme ve insanı insan olarak görmenin vakti. Ertelenen her şey insana daha büyük bir maliyetle geri döner.
Büyük ustanın dediği gibi; “İnsan ölür, ama ruhu ölmez. Cehennem azabı zordur, çekilmez”