Avusturya - Türkiye İşgücü Anlaşması (Avusturya’ya Türk İşgücü Celbi ve Türk İşçilerinin Avusturya’da İstihdamına Dair Türkiye Cumhuriyeti ile Avusturya Cumhuriyeti Arasındaki Anlaşma) 15 Mayıs 1964 tarihinde imzalanmış; 17 Eylül 1964 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Toplam 17 maddeden oluşan bu anlaşma, Türk işçilerinin Avusturya'ya göç etmelerini ve orada çalışmalarını kolaylaştırmak amacıyla yapılmıştır. Bu tür anlaşmalar, o dönemde Avrupa'nın işgücü ihtiyacını karşılamak ve Türkiye'nin döviz kazancını artırmak için önemli birer araç olmuştur. Anlaşma metni incelendiğinde işgücü piyasasının ihtiyaçları göz önünde bulundurularak hazırlanmış olup, işgücü olarak görülen kişilerin birer insan oldukları ve insani ihtiyaçlarının da olabileceği gibi hususların göz ardı edilmiş olduğu anlaşılacaktır.
Bu makalede
Avusturya ile Türkiye arasında imzalanan İşgücü Anlaşmasının 60. Yılı
bağlamında, toplumda sıkça gündeme gelen ve Avrupa'da giderek yükselen ırkçılık
ve yurtseverlik duyguları ile bu iki kavramın toplum üzerindeki etkilerine dair
bir değerlendirme yapılacaktır.
Bilindiği
üzere, Avrupa'da son yıllarda hem ırkçılığın hem de yurtseverlik duygularının
giderek yükseldiği gözlemlenmektedir. Bu iki duygunun bazen birbiriyle iç içe geçtiği,
zihinlerde soru işaretlerinin belirginleştiği, insanların zihinlerindeki
çatışmaların günlük hayatta insan ilişkilerine yansıdığı durumlar görülebilmektedir.
Her şeyden önce Irkçılığı ve yurtseverliği objektif olarak tanımlayabilmek,
sınırlarını çizebilmek için her iki olguya da geniş bir çerçeveden bakmak
önemlidir:
Avrupa'da
ekonomik krizlerin hüküm sürdüğü, yaşam şartlarının ağırlaştığı dönemlerde „kültürel
kimliklerin korunması“ ve „ulusal bağımsızlığın tehdit altında olduğu“ şeklindeki
algılar güçlenmekte, „yabancılar olmasaydı işsizlik de olmazdı“ gibi
yanılsamaların sıkça dışa vurulduğu görülmektedir. Dolayısı ile küreselleşmenin
ve Avrupa Birliği politikalarının ulusal egemenlik üzerindeki „olumsuz“ (?) etkilerine
tepki olarak halk ve yerel politikacıların bir kısmı milliyetçi bir tutum ortaya
koymaktadır.
Irkçılık,
özellikle 11 Eylül 2001 günü New York'taki Dünya Ticaret Merkezine ve Washington,
DC'deki Pentagon binasına yapılan saldırıların tetiklediği İslamofobi ve
bununla ilişkilendirilen terörizm korkuları ile yoğunluk kazanmış, buradan
dünyaya yayılmıştır. Ardından Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan Arap
Baharı ve olumsuz sonuçlarına bağlı olarak hızla artan göçmen sayısı, bazı
yerel halklar arasında ekonomik kaynaklara erişim, işsizlik ve kültürel
değişikliklerle ilgili endişeleri yoğunlaştırmıştır. Bu durum, yabancı
düşmanlığı ve ırkçı tutumlarla yansıtılmaktadır. Ayrıca, aşırı sağcı partilerin
milliyetçi-ırkçı propaganda faaliyetleri, bu tür ırkçı ve yabancı düşmanı
duyguları daha da körüklemektedir.
Bu
durumda günlük hayatta karşılaşılan ve pek de istisna olmayan durumların yurtseverlik
mi yoksa ırkçılık mı olduğu konusundaki görüşler kimi zaman bulanıklaşabilmektedir.
Yurtseverlik, söz konusu olduğunda insanlar „ulusal kimliği ve değerleri
koruma“ arzusuyla motive olurken, ırkçılık, eğilimleri belirli bir ırkın
veya etnik grubun diğerlerinden üstün olduğu inancına dayanır. Sağlıklı bir
yurtseverlik, diğer uluslarla ve kültürlerle karşılıklı saygı ve iş birliği
içinde olurken, ırkçılık ayrımcılık ve dışlama yaratır. Bu durum sıradan
vatandaşların duygu dünyasında "ulusal kimlik krizi" ya da
"milliyetçilik krizi" yaşanmasına neden olabilir. Bir yandan yurtseverlik
ve ulusal bağlılık hisleri, diğer yandan ırkçı veya ayrımcı duygular arasında
gerilim yaşayan bireyler veya topluluklar bu duygularını istenmedik şekillerde
dışa vurma eğilimi gösterebilirler. Bu durumda kişinin veya topluluğun kendi
kimliğini ve diğerleriyle olan ilişkilerini nasıl tanımladığına dair iç
çatışmalar da yaşanabilir. Ayrıca, toplumsal ayrışmayı ortaya koyan "etnik
milliyetçilik" ya da "popülist milliyetçilik" gibi durumlar görülebilir.
Hatta yurtseverliği aşırı ve dışlayıcı
bir kimlik politikası şeklinde yorumlayan, marjinal siyasi hareketlerle ilişkilendiren
görüşler bile öne sürülebilir.
Örneğin
Almanya’da yurttaşlık yasasının değiştirilmesi ile birlikte Alman vatandaşlığı
için kan bağı şartı kaldırıldı. Bundan sonra Alman vatandaşlığı alanlar ile
kuşaklar boyu Alman vatandaşı olanları ayırmak için „Biodeutsch“ (Organik
Alman) veya sonradan Alman olanlar için „Deutsche/r mit Migrationshintergrund“
(Göçmen kökenli Alman) gibi terimler kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum bilinçaltının
dile yansıması şeklinde değerlendirilebilir. Almanya veya Avusturya’da dünyaya
gelmiş, iki dilli yetişmiş, eğitim ve kültürleme süreçlerini bu ülkede almış
olan „ebeveynleri veya kendileri sonradan Alman/Avusturyalı olma“ vatandaşlar
tanımlanırken dahi „ayrımcılığa“ maruz bırakılmaktadır. Aynı tanımlama
Polonyalı, Macar, Kazak, Romanyalı Almanlar için kullanılmamaktadır.
Bu tür
ayrımcı, dışlayıcı eğilimler politika yapıcılar, sivil toplum kuruluşları ve
vatandaşlar için önemli zorluklar oluşturmakta; Avrupa'nın siyasi ve sosyal yapısını
olumsuz bir imgelemle şekillendirmektedir. Politikacılar göçmenlerin ve azınlık
grupların, toplumda çoğunluk tarafından benimsenen kültürel değerleri, normları
ve yaşam tarzlarını olduğu gibi, eleştirel süzgeçten geçirmeden, kendi köken
kültürleri ve değerleri ile sentezlemeden benimsemelerini istemekte, bunu da
azınlıkların toplumsal ve sosyal uyumu olarak değerlendirmektedir. Bu uyum
anlayışı aslında azınlık kültürün çoğunluğun kültürünün içinde erimesi, yani asimilasyon
şeklinde tanımlanan süreci de ister istemez beraberinde getirmektedir. Köken
kültürünü taşıyan azınlıkların, çoğunluğun kültürünün kendi köken
kültürlerinden farklı olduğunun bilinci içinde hareket etmesi, öteki olarak
etiketlenmesine veya uyumsuz olduğu şeklinde değerlendirilmesine neden
olmaktadır. Oysa, her iki tarafın da farklı olanın farkına varması ve kültürel
farklılıklara karşılıklı olarak saygı göstermesi hayatın doğal akışı içinde
zorunluluk olarak görülmektedir. İkinci durumda kültürleme tek yönlü değil,
çift yönlü olacak, ortaya çıkan çok dilli ve çok kültürlü yaşam biçiminde
farklılıklar zenginlik olarak değerlendirilecektir. Bu süreçte göçmenler bir
yandan ırkçılıkla mücadele ederken, öte yandan yurtseverlik duygularını
sağlıklı bir şekilde ifade etme becerileri geliştirmek durumundadır. Avrupa
ülkelerinde yaşayan yurttaşların karşı karşıya bulunduğu önemli sorunlardan
birinin de bu konu olduğu değerlendirilmektedir.
Vatanını
sevmek, vatanı için çalışmak, birçok kültürde ve toplumda önemli değerler
arasında yer alır. Bu tür bir bağlılık, kişisel ve toplumsal kimlik hissinin
güçlenmesine katkıda bulunur, topluluk içinde birlik ve beraberlik duygusunu
pekiştirir. Yurt sevgisi ile ilgili değerlendirme yaparken göz önünde
bulundurulabilecek bazı hususlar şunlar olabilir:
1.
Ulusal Birlik ve Dayanışma,
2.
Toplumsal Sorumluluk,
3.
Kişisel Gelişim ve Katkı,
4.
Kültürel Mirasın Korunması,
5.
Milliyetçilik ve Aşırı Vatanseverlik,
6.
Global Vatandaşlık
Burada önemli
olan, millet sevgisinin hoşgörü, saygı ve insan haklarına saygı çerçevesinde
ifade edilmesidir. İnsanların kendi kültürlerini kutlamaları ve
onurlandırmaları doğal ve sağlıklıdır, ancak bu, diğer kültürlerin ve
milletlerin aynı şekilde saygı görmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Millet
sevgisi, diğer milletlerle karşılıklı saygı ve iş birliği ruhu içinde
dengelenmeli ve küresel bir perspektiften bakıldığında evrensel insanlık
değerlerini desteklemelidir.
Bir
başka ülkeden gelip Avusturya’ya yerleşen, bu ülkeyi yurt edinen „göçmen
kökekli“ yurttaşların ülkeye sadakatleri, aidiyetleri ve kimlikleri de zaman
zaman sorgulanabilmektedir. Sadakat, genel olarak bir kişinin ülkesine
karşı duyduğu bağlılık, destek ve itaat anlamına gelir. Burada söz konusu
edilen sadakat kavramının kapsamı ve boyutları, etik değerler, kişisel inançlar
ve toplumsal normlar ile şekillenir. Bir kişinin vatandaşı olduğu ülkeye olan
sadakatinin değerlendirilebileceği bazı boyutlar şunlardır:
1. Yasal
Sadakat,
2.
Ahlaki Sadakat,
3.
Toplumsal Sadakat,
4. Milli
Sadakat
Bu
başlıkların her biri ayrı bir yazı konusunu oluşturacağından, detay bilgi
verilmemiştir. Konuya ayrı bir akademik çalışmada yer verilecektir.
Sadece
göçmen kökenli değil, her hangi bir vatandaşın yaşadığı ülkeye sadakati,
özellikle ulusal güvenlikle ilgili meselelerde veya büyük politik değişiklikler
sırasında gündeme gelebilir. Örneğin, bir vatandaşın yabancı bir güçle
işbirliği yapması, yolsuzluk yapması veya terörizmle bağlantılı olması gibi
durumlar sadakatin sorgulanmasına neden olabilecek durumlardır. Bunun dışında
yukarıda sayılan hususlarda görev ve sorumluluklarının bilincinde olan
vatandaşların sadakatinin sorgulanması doğru bir yaklaşım olarak değerlendirilmemelidir.
Vatandaşların,
hükümetin veya diğer resmi otoritelerin her eylemini sorgulamaksızın kabul
etmeleri beklenmez. Demokratik toplumlarda sadakat, eleştirel düşünceyi ve
haksızlık karşısında ses çıkarmayı da gerektirir. Bir ülkenin sağlıklı bir
demokrasiye sahip olması için, vatandaşlarının hem sadık hem de eleştirel
olmaları önemlidir.
Dışlanma
ve ayrımcılık, öğrencilerin okul başarılarını ve çalışanların iş hayatını
olumsuz etkileyebilir. Öğrenciler için, ayrımcılık ve yabancılaşma hissi
akademik motivasyonu ve okula katılımı azaltabilir, öğrenme süreçlerini
zorlaştırabilir. Çalışanlar için ise, iş yerinde maruz kalınan ayrımcılık iş
tatminini, performansı düşürebilir ve kariyer gelişimini engelleyebilir. Bu
durumlar, bireylerin genel refah düzeyini ve toplum içindeki etkileşimlerini de
negatif yönde etkileyebilir. Bu nedenle, eğitim ve iş yerlerinde kapsayıcılığı
ve çeşitliliği destekleyen politikaların önemi büyüktür.
Göçmenlerin toplumda çalışma hayatının yanı sıra siyasal ve sosyal hayatın içinde aktif roller üstlenmesi, gönüllü toplumsal hizmetlerde görev almaları, onların görünürlüklerini artırır ve karşılıklı anlayışın gelişmesine katkı sağlar. Bu durum, göçmenlerin kültürel kimliklerini ifade etme ve baskın kültürle etkileşimde bulunma fırsatlarını artırır, aynı zamanda yerel toplulukların göçmenleri daha iyi anlamalarını ve kabullenmelerini sağlar. Toplumsal uyum ve bütünleşme süreçleri, bu tür katılımlarla desteklenerek daha sağlıklı ve işlevsel hale gelebilir. Bütün bunların tersi, toplumsal ayrışmayı ve birlikte değil yan yana yaşamayı, birlikte konuşmayı değil, birbiri hakkında konuşma pratiğini geliştirir.
Not:
Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi Mayıs 2024 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya https://avrupa.at/gocmenlerin-kultur-kimlik-ve-aidiyet-sorunsali/ adresinden erişilebilmektedir.