26 Mayıs 2024 Pazar

Göçmenlerin Kültür, Kimlik ve Aidiyet Sorunsalı


Avusturya - Türkiye İşgücü Anlaşması (Avusturya’ya Türk İşgücü Celbi ve Türk İşçilerinin Avusturya’da İstihdamına Dair Türkiye Cumhuriyeti ile Avusturya Cumhuriyeti Arasındaki Anlaşma) 15 Mayıs 1964 tarihinde imzalanmış; 17 Eylül 1964 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Toplam 17 maddeden oluşan bu anlaşma, Türk işçilerinin Avusturya'ya göç etmelerini ve orada çalışmalarını kolaylaştırmak amacıyla yapılmıştır. Bu tür anlaşmalar, o dönemde Avrupa'nın işgücü ihtiyacını karşılamak ve Türkiye'nin döviz kazancını artırmak için önemli birer araç olmuştur. Anlaşma metni incelendiğinde işgücü piyasasının ihtiyaçları göz önünde bulundurularak hazırlanmış olup, işgücü olarak görülen kişilerin birer insan oldukları ve insani ihtiyaçlarının da olabileceği gibi hususların göz ardı edilmiş olduğu anlaşılacaktır.


Bu makalede Avusturya ile Türkiye arasında imzalanan İşgücü Anlaşmasının 60. Yılı bağlamında, toplumda sıkça gündeme gelen ve Avrupa'da giderek yükselen ırkçılık ve yurtseverlik duyguları ile bu iki kavramın toplum üzerindeki etkilerine dair bir değerlendirme yapılacaktır.

 

Bilindiği üzere, Avrupa'da son yıllarda hem ırkçılığın hem de yurtseverlik duygularının giderek yükseldiği gözlemlenmektedir. Bu iki duygunun bazen birbiriyle iç içe geçtiği, zihinlerde soru işaretlerinin belirginleştiği, insanların zihinlerindeki çatışmaların günlük hayatta insan ilişkilerine yansıdığı durumlar görülebilmektedir. Her şeyden önce Irkçılığı ve yurtseverliği objektif olarak tanımlayabilmek, sınırlarını çizebilmek için her iki olguya da geniş bir çerçeveden bakmak önemlidir:

 

Avrupa'da ekonomik krizlerin hüküm sürdüğü, yaşam şartlarının ağırlaştığı dönemlerde „kültürel kimliklerin korunması“ ve „ulusal bağımsızlığın tehdit altında olduğu“ şeklindeki algılar güçlenmekte, „yabancılar olmasaydı işsizlik de olmazdı“ gibi yanılsamaların sıkça dışa vurulduğu görülmektedir. Dolayısı ile küreselleşmenin ve Avrupa Birliği politikalarının ulusal egemenlik üzerindeki „olumsuz“ (?) etkilerine tepki olarak halk ve yerel politikacıların bir kısmı milliyetçi bir tutum ortaya koymaktadır.

 

Irkçılık, özellikle 11 Eylül 2001 günü New York'taki Dünya Ticaret Merkezine ve Washington, DC'deki Pentagon binasına yapılan saldırıların tetiklediği İslamofobi ve bununla ilişkilendirilen terörizm korkuları ile yoğunluk kazanmış, buradan dünyaya yayılmıştır. Ardından Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan Arap Baharı ve olumsuz sonuçlarına bağlı olarak hızla artan göçmen sayısı, bazı yerel halklar arasında ekonomik kaynaklara erişim, işsizlik ve kültürel değişikliklerle ilgili endişeleri yoğunlaştırmıştır. Bu durum, yabancı düşmanlığı ve ırkçı tutumlarla yansıtılmaktadır. Ayrıca, aşırı sağcı partilerin milliyetçi-ırkçı propaganda faaliyetleri, bu tür ırkçı ve yabancı düşmanı duyguları daha da körüklemektedir.

 

Bu durumda günlük hayatta karşılaşılan ve pek de istisna olmayan durumların yurtseverlik mi yoksa ırkçılık mı olduğu konusundaki görüşler kimi zaman bulanıklaşabilmektedir. Yurtseverlik, söz konusu olduğunda insanlar „ulusal kimliği ve değerleri koruma“ arzusuyla motive olurken, ırkçılık, eğilimleri belirli bir ırkın veya etnik grubun diğerlerinden üstün olduğu inancına dayanır. Sağlıklı bir yurtseverlik, diğer uluslarla ve kültürlerle karşılıklı saygı ve iş birliği içinde olurken, ırkçılık ayrımcılık ve dışlama yaratır. Bu durum sıradan vatandaşların duygu dünyasında "ulusal kimlik krizi" ya da "milliyetçilik krizi" yaşanmasına neden olabilir. Bir yandan yurtseverlik ve ulusal bağlılık hisleri, diğer yandan ırkçı veya ayrımcı duygular arasında gerilim yaşayan bireyler veya topluluklar bu duygularını istenmedik şekillerde dışa vurma eğilimi gösterebilirler. Bu durumda kişinin veya topluluğun kendi kimliğini ve diğerleriyle olan ilişkilerini nasıl tanımladığına dair iç çatışmalar da yaşanabilir. Ayrıca, toplumsal ayrışmayı ortaya koyan "etnik milliyetçilik" ya da "popülist milliyetçilik" gibi durumlar görülebilir.  Hatta yurtseverliği aşırı ve dışlayıcı bir kimlik politikası şeklinde yorumlayan, marjinal siyasi hareketlerle ilişkilendiren görüşler bile öne sürülebilir.

 

Örneğin Almanya’da yurttaşlık yasasının değiştirilmesi ile birlikte Alman vatandaşlığı için kan bağı şartı kaldırıldı. Bundan sonra Alman vatandaşlığı alanlar ile kuşaklar boyu Alman vatandaşı olanları ayırmak için „Biodeutsch“ (Organik Alman) veya sonradan Alman olanlar için „Deutsche/r mit Migrationshintergrund“ (Göçmen kökenli Alman) gibi terimler kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum bilinçaltının dile yansıması şeklinde değerlendirilebilir. Almanya veya Avusturya’da dünyaya gelmiş, iki dilli yetişmiş, eğitim ve kültürleme süreçlerini bu ülkede almış olan „ebeveynleri veya kendileri sonradan Alman/Avusturyalı olma“ vatandaşlar tanımlanırken dahi „ayrımcılığa“ maruz bırakılmaktadır. Aynı tanımlama Polonyalı, Macar, Kazak, Romanyalı Almanlar için kullanılmamaktadır.

 

Bu tür ayrımcı, dışlayıcı eğilimler politika yapıcılar, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşlar için önemli zorluklar oluşturmakta; Avrupa'nın siyasi ve sosyal yapısını olumsuz bir imgelemle şekillendirmektedir. Politikacılar göçmenlerin ve azınlık grupların, toplumda çoğunluk tarafından benimsenen kültürel değerleri, normları ve yaşam tarzlarını olduğu gibi, eleştirel süzgeçten geçirmeden, kendi köken kültürleri ve değerleri ile sentezlemeden benimsemelerini istemekte, bunu da azınlıkların toplumsal ve sosyal uyumu olarak değerlendirmektedir. Bu uyum anlayışı aslında azınlık kültürün çoğunluğun kültürünün içinde erimesi, yani asimilasyon şeklinde tanımlanan süreci de ister istemez beraberinde getirmektedir. Köken kültürünü taşıyan azınlıkların, çoğunluğun kültürünün kendi köken kültürlerinden farklı olduğunun bilinci içinde hareket etmesi, öteki olarak etiketlenmesine veya uyumsuz olduğu şeklinde değerlendirilmesine neden olmaktadır. Oysa, her iki tarafın da farklı olanın farkına varması ve kültürel farklılıklara karşılıklı olarak saygı göstermesi hayatın doğal akışı içinde zorunluluk olarak görülmektedir. İkinci durumda kültürleme tek yönlü değil, çift yönlü olacak, ortaya çıkan çok dilli ve çok kültürlü yaşam biçiminde farklılıklar zenginlik olarak değerlendirilecektir. Bu süreçte göçmenler bir yandan ırkçılıkla mücadele ederken, öte yandan yurtseverlik duygularını sağlıklı bir şekilde ifade etme becerileri geliştirmek durumundadır. Avrupa ülkelerinde yaşayan yurttaşların karşı karşıya bulunduğu önemli sorunlardan birinin de bu konu olduğu değerlendirilmektedir.

 

Vatanını sevmek, vatanı için çalışmak, birçok kültürde ve toplumda önemli değerler arasında yer alır. Bu tür bir bağlılık, kişisel ve toplumsal kimlik hissinin güçlenmesine katkıda bulunur, topluluk içinde birlik ve beraberlik duygusunu pekiştirir. Yurt sevgisi ile ilgili değerlendirme yaparken göz önünde bulundurulabilecek bazı hususlar şunlar olabilir:

 

1. Ulusal Birlik ve Dayanışma,

2. Toplumsal Sorumluluk,

3. Kişisel Gelişim ve Katkı,

4. Kültürel Mirasın Korunması,

5. Milliyetçilik ve Aşırı Vatanseverlik,

6. Global Vatandaşlık

 

Burada önemli olan, millet sevgisinin hoşgörü, saygı ve insan haklarına saygı çerçevesinde ifade edilmesidir. İnsanların kendi kültürlerini kutlamaları ve onurlandırmaları doğal ve sağlıklıdır, ancak bu, diğer kültürlerin ve milletlerin aynı şekilde saygı görmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Millet sevgisi, diğer milletlerle karşılıklı saygı ve iş birliği ruhu içinde dengelenmeli ve küresel bir perspektiften bakıldığında evrensel insanlık değerlerini desteklemelidir.

 

Bir başka ülkeden gelip Avusturya’ya yerleşen, bu ülkeyi yurt edinen „göçmen kökekli“ yurttaşların ülkeye sadakatleri, aidiyetleri ve kimlikleri de zaman zaman sorgulanabilmektedir. Sadakat, genel olarak bir kişinin ülkesine karşı duyduğu bağlılık, destek ve itaat anlamına gelir. Burada söz konusu edilen sadakat kavramının kapsamı ve boyutları, etik değerler, kişisel inançlar ve toplumsal normlar ile şekillenir. Bir kişinin vatandaşı olduğu ülkeye olan sadakatinin değerlendirilebileceği bazı boyutlar şunlardır:

 

1. Yasal Sadakat,

2. Ahlaki Sadakat,

3. Toplumsal Sadakat,

4. Milli Sadakat

Bu başlıkların her biri ayrı bir yazı konusunu oluşturacağından, detay bilgi verilmemiştir. Konuya ayrı bir akademik çalışmada yer verilecektir.

 

Sadece göçmen kökenli değil, her hangi bir vatandaşın yaşadığı ülkeye sadakati, özellikle ulusal güvenlikle ilgili meselelerde veya büyük politik değişiklikler sırasında gündeme gelebilir. Örneğin, bir vatandaşın yabancı bir güçle işbirliği yapması, yolsuzluk yapması veya terörizmle bağlantılı olması gibi durumlar sadakatin sorgulanmasına neden olabilecek durumlardır. Bunun dışında yukarıda sayılan hususlarda görev ve sorumluluklarının bilincinde olan vatandaşların sadakatinin sorgulanması doğru bir yaklaşım olarak değerlendirilmemelidir.

 

Vatandaşların, hükümetin veya diğer resmi otoritelerin her eylemini sorgulamaksızın kabul etmeleri beklenmez. Demokratik toplumlarda sadakat, eleştirel düşünceyi ve haksızlık karşısında ses çıkarmayı da gerektirir. Bir ülkenin sağlıklı bir demokrasiye sahip olması için, vatandaşlarının hem sadık hem de eleştirel olmaları önemlidir.Formun Üstü Gerçek sadakat, bir bireyin hem yasalara uymasını hem de toplumun genel iyiliği için ahlaki ve etik standartları korumasını gerektirir.

 

Dışlanma ve ayrımcılık, öğrencilerin okul başarılarını ve çalışanların iş hayatını olumsuz etkileyebilir. Öğrenciler için, ayrımcılık ve yabancılaşma hissi akademik motivasyonu ve okula katılımı azaltabilir, öğrenme süreçlerini zorlaştırabilir. Çalışanlar için ise, iş yerinde maruz kalınan ayrımcılık iş tatminini, performansı düşürebilir ve kariyer gelişimini engelleyebilir. Bu durumlar, bireylerin genel refah düzeyini ve toplum içindeki etkileşimlerini de negatif yönde etkileyebilir. Bu nedenle, eğitim ve iş yerlerinde kapsayıcılığı ve çeşitliliği destekleyen politikaların önemi büyüktür.

 

Göçmenlerin toplumda çalışma hayatının yanı sıra siyasal ve sosyal hayatın içinde aktif roller üstlenmesi, gönüllü toplumsal hizmetlerde görev almaları, onların görünürlüklerini artırır ve karşılıklı anlayışın gelişmesine katkı sağlar. Bu durum, göçmenlerin kültürel kimliklerini ifade etme ve baskın kültürle etkileşimde bulunma fırsatlarını artırır, aynı zamanda yerel toplulukların göçmenleri daha iyi anlamalarını ve kabullenmelerini sağlar. Toplumsal uyum ve bütünleşme süreçleri, bu tür katılımlarla desteklenerek daha sağlıklı ve işlevsel hale gelebilir. Bütün bunların tersi, toplumsal ayrışmayı ve birlikte değil yan yana yaşamayı, birlikte konuşmayı değil, birbiri hakkında konuşma pratiğini geliştirir. 


Türkiye ile Avusturya arasında köklü ve derin ilişkilere dayanan bir geçmiş bulunmaktadır. Bu sağlam temeller üzerine kurulu ilişkiler, gelecekteki sarsılmaz dostluğun ve işbirliğinin parlak umut ışıklarını oluşturmaktadır. İki ülkenin kültürel ve ekonomik bağları, ortak değerler ve hedefler doğrultusunda güçlenmeye devam edecektir. Göçmenlerin, Avusturyalı Türklerin desideratı (ideal değerleri, istekleri ve yaşam hedefleri) bundan ibarettir.


Not:

Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi Mayıs 2024 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya https://avrupa.at/gocmenlerin-kultur-kimlik-ve-aidiyet-sorunsali/ adresinden erişilebilmektedir.

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Çok dillik ve çok kültürlülüğün aile ve toplumsal boyutu

 

Çok dillilik, kültürlerin gittikçe daha fazla iç içe geçtiği ve kültürel çeşitliliğin arttığı günümüz dünyasında, hem bireysel hem de toplumsal açıdan irdelenmesi gereken önemli konulardan biridir. Bu nedenle bu ayki yazıda, çok dillilik ve çok kültürlülüğün bireysel ve toplumsal faydaları ele alınmaya çalışılacak; çok kültürlü ortamlarda yetişen çocukların dil becerileri, kültürel farkındalıkları, sosyal uyumları ve sahip oldukları bilişsel avantajlar gibi konular üzerinde durulacak; aile içinde çok kültürlülükten kaynaklanan zorluklara ve çözüm yollarına değinilecektir.

 

Pakistan'ın milli şairi ve İslam düşünürü Muhammed İkbal (1877-1938)’in tanımlaması ile „500 yıl İslam’a muhafızlık, mazluma hamilik yapan bir milletin“ çok kültürlü ortamlarda yetişen, geçmişinden habersiz çocuklarının diğer çocuklara göre bazı özel durumları, potansiyel avantajları vardır. Bu çocuklar içinde bulunduğu derin uykudan uyandırılmalı, bu avantajlı durumlar hayatın gerçeklerine aktarılmalıdır. Bu uyku hali sona erdiğinde Avrupalıların çok kültürlü ve çok dilli yetişen Türk çocukları üzerinden önemli kazanımlar elde edeceği aşikardır. Bu kazanımlardan bazıları aşağıda sıralanmış olup; genellikle sosyal, dil, bilişsel ve duygusal becerilerle ilgilidir:

 

1.       Dil Becerileri: Çok kültürlü ortamlarda yetişen çocuklar, genellikle birden fazla dili öğrenme ve kullanma fırsatına sahip olurlar. Erken yaşta birden fazla dilin öğrenilmesi, dil gelişimi ve iletişim becerilerini artırabilir.

2.       Kültürel Farkındalık ve Empati: Çok kültürlü ortamlar, çocuklara farklı kültürel arka planlara sahip insanlarla etkileşimde bulunma fırsatı sunar. Bu durum, çocukların kültürel farkındalıklarını ve empati yeteneklerini geliştirebilir.

3.       Sosyal Uyum Becerileri: Farklı kültürel değer ve normlara maruz kalan çocuklar, sosyal uyum becerileri geliştirmede daha yetenekli olabilirler. Bu, çeşitli sosyal ortamlarda rahat etme ve etkileşimde bulunma yeteneğini içerir.

4.       Açık Fikirlilik ve Yaratıcılık: Çok kültürlü ortamlarda büyüyen çocuklar genellikle daha açık fikirli olurlar ve farklı bakış açılarını kolayca kabul edebilirler. Bu durum, yaratıcı düşünme becerilerini de geliştirebilir.

5.       Problem Çözme ve Bilişsel Esneklik: Farklı kültürler arasında manevra yapabilme yeteneği, problem çözme ve bilişsel esneklik becerilerini geliştirebilir. Çocuklar, çeşitli durumları analiz etme ve çeşitli çözüm yollarını değerlendirme konusunda daha yetenekli olabilirler.

6.       Küresel Farkındalık ve İşbirliği: Çok kültürlü bir arka plana sahip çocuklar, dünya hakkında daha geniş bir perspektife sahip olabilir ve küresel sorunlara karşı daha duyarlı olabilirler.

 

Bütün bu avantajlar, çocuğun yetiştiği çok kültürlü ortamın niteliklerine ve ailenin, okulun ve toplumun bu çeşitliliği nasıl desteklediğine bağlı olarak değişebilir. Her çocuğun deneyimi ve gelişimi farklıdır. Bu nedenle çok kültürlü bir ortamın tüm çocuklar üzerinde aynı etkisi olmayabilir.

 

Çok kültürlülük, zaman zaman aile içinde de anlaşmazlıklara da neden olabilmektedir, özellikle farklı kültürel arka planlardan gelen aile bireyleri arasında çatışmalar yaşanabilir. Bu tür çatışmalar genellikle bireylerin önceki hayatlarında edindikleri farklı kültürel deneyimler, değerler, gelenekler, beklentiler ve iletişim tarzlarından kaynaklanır.

 

Aile üyeleri arasında farklı kültürel normlar ve anlayışlar aşağıdaki iletişim zorluklarına yol açabilir veya bireylerin birbirlerini yanlış anlamaları nedeniyle sorun kaynağı olarak görülebilir.

 

1.       Değer ve Gelenek Farklılıkları: Aile üyeleri arasında, özellikle farklı kültürlerden gelen kişiler arasında, evlilik, eğitim, cinsiyet rolleri ve aile yapısı gibi konularda farklı değerler ve gelenekler olabilir.

2.       Dil Engelleri: Aile içinde farklı diller konuşuluyorsa, bu durum iletişim engellerine ve yanlış anlamalara neden olabilir.

3.       Eğitim ve Disiplin Yaklaşımları: Çocukların eğitimi ve disiplini konusunda farklı kültürel beklentiler ve yaklaşımlar çatışma kaynağı olabilir.

4.       Kültürel Kimlik ve Aidiyet: Bireylerin kendi kültürel kimliklerini nasıl ifade ettikleri ve bu kimliklerin aile içinde nasıl algılandığı çatışmaya yol açabilir.

5.       Sosyal ve Kültürel Baskılar: Aile üyeleri, kendi kültürel topluluklarından veya daha geniş toplumdan gelen baskıları farklı şekillerde deneyimleyebilir ve bu da iç çatışmalara neden olabilir. İnsan dünyada neyin güzel olduğunu anladığı an tutkularının esiri olmayı bırakır ve iç huzuru bulur.

 

Bu tür çatışmaların üstesinden gelmek için, aile üyeleri birbirlerinin kültürel arka planlarını anlamaya çalışmalı ve hem birbirlerine hem de bireysel değer yargılarına saygı göstermeye istekli olmaları önemlidir. Açık iletişim, empati ve esneklik, farklı kültürel arka planlara sahip aile üyeleri arasındaki etkili ilişkilerin temelini oluşturur. Kültürel farklılıkların kabul edilmesi ve özel günlerin kutlanması, aile içinde daha uyumlu ve anlayışlı bir ortam yaratılmasına yardımcı olabilir. Bu durum, tek bir milletin farklı kültür coğrafyalarından gelen bireyleri arasındaki iletişim ortamı için de geçerlidir.

 

Birden fazla etnik kökenin olduğu ve birden fazla dilin konuşulduğu aile ortamında büyüyen çocuklar üzerinde bir dizi olumlu ve bazen zorlayıcı etkiler görülebilir:

 

1.       Dil Becerileri: Çocuklar, erken yaşlarda birden fazla dili öğrenme ve akıcı bir şekilde konuşma fırsatına sahip olabilirler. Bu, onların iletişim becerilerini ve dil öğrenme yeteneklerini geliştirir.

2.       Kültürel Farkındalık ve Esneklik: Çocuklar, farklı kültürel arka planlara sahip insanlarla etkileşimde bulunarak daha yüksek bir kültürel farkındalık ve esneklik geliştirebilirler. Bu, onların farklı bakış açılarına açık olmalarını ve empati yeteneklerini artırabilir.

3.       Bilişsel Avantajlar: Araştırmalar, birden fazla dili konuşan çocukların bilişsel becerilerde ve yaratıcı düşünmede avantajlar yaşayabileceğini göstermektedir. Bu, problem çözme ve çok yönlü düşünme yeteneklerini içerir.

4.       Kimlik Gelişimi: Birden fazla kültürel ve etnik arka plana sahip çocuklar, kendi kimliklerini keşfetme ve ifade etme konusunda daha karmaşık yollara sahip olabilirler. Bu durum, hem zenginleştirici hem de zorlayıcı olabilir.

5.       Sosyal Uyum: Çok dilli ve çok kültürlü bir arka plana sahip çocuklar, farklı sosyal ortamlara uyum sağlama konusunda daha yetenekli olabilirler.

6.       Eğitim Zorlukları: Bazı durumlarda, birden fazla dil konuşan çocuklar, özellikle okul öncesi dönemde, eğitim sistemine uyum sağlamakta zorlanabilirler. Dil becerileri ve akademik beceriler arasındaki dengesizlikler, öğrenme süreçlerini etkileyebilir. Okullarda kapsayıcı ve ayrımcılığa mahal vermeyen öğrenme ortamları oluşturulmalı, ayrımcı tutum sergileyen öğretmenlerin dikkati çekilmelidir.

7.       Aile İçi İletişim: Aile içindeki farklı diller ve kültürler, bazen iletişim zorluklarına ve yanlış anlaşılmaların yaşanmasına neden olabilir.

 

Genel olarak, birden fazla etnik kökenin ve dilin konuşulduğu ailelerde büyüyen çocuklar, hem zengin bir kültürel mirasa erişim hem de bazı özel zorluklar yaşayabilirler. Bu çocuklar, genellikle çok yönlü, esnek ve kültürel olarak duyarlı olurlar.

 

Bireylerin farklı inançlara sahip olmaları, insanlık durumlarına veya toplum içindeki rollerine etki etmemelidir. Kültürlerel zenginliklerin yaşatılabilmesi için hoşgörü ve çeşitliliğin kabulü, karşılıklı anlayış ve saygı gerekir. Her bireyin kendi inancına göre yaşaması, ancak bu inançların başkalarının yaşam tarzlarına zarar vermemesi gerekir. Bu yaklaşım, toplumsal ve sosyal hayatın içinde de bireysel özgürlüklerin ve farklılıkların saygı görmesini teşvik eder ve kültürel çeşitliliği destekler. Toplumların barış içinde bir arada yaşaması için din, dil, ırk gibi farklılıkların yarıştırılmaması gerekir ve insanların ortak kimlik altında birleşmesi tercih edilir. Bu tür bir bakış açısı, farklı inanç sistemlerine sahip insanlar arasında diyalog ve anlayışın gelişmesine de yardımcı olurken, toplumsal ve sosyal barışın korunması, vicdan ve düşünce özgürlüğünün gelişmesine katkıda bulunur; bu anlayışın gelecek kuşaklara aktarılması için de temel altyapıyı oluşturur.

 

Avrupalıların altmış küsur sene önce ülkelerine işçi olarak kabul ederken dişlerindeki çürüğe ve hatta bacak aralarına kadar kontrol edip ülkesine kabul ettiği insanların dördüncü kuşak temsilcileri yetişiyor. Bu çocukların yaşadıkları ülkeye uyum sağlamasının yollarından biri, kimilerine göre çocukların geçmişleriyle ilgili kültürel bağlarının koparılması olarak görülse de bu durum, içinde yaşanılan iletişim çağında yanılsamadan öte geçmeyecektir. Ayrıca kimi Avrupalıların ülkelerinde doğup büyüyen „organik“ Alman olmayan Alman vatandaşları ile eşit göz hizasından konuşmayı beceremediği (!), Türkiye ve Türkiye kökenlilere üstenci bakış açısı ile hitap etmeye devam etme gayretkeşliğini gösterdiği herkesin malumu[1]. Almanların ısrarla ve inatla Türkiye ve Türkleri tanımamaya, kendi kafalarında oluşan şablona göre Türk imgesi oluşturma gayretlerine devam etmeleri onların kusurudur. Bununla birlikte Türklerin de kendilerini ifade etme konusunda biraz daha girişimci ve özgüvenli olması gerekir.

 

Türklerin tarihinde Türk ulusunun direncini ve kendi kaderini tayin etme iradesini vurgulayan bir figür olarak ön plana çıkan, bağımsızlık ve özgürlüğün yanı sıra liderlik ve cesaret gibi değerleri de simgeleyen, kamu kurum ve kuruluşlarının sembolü olarak kullanılan „bozkurt“ son dönemde Avrupa ülkelerinde siyasi bir sembol olarak görülüp yasaklanırken; Berlinliler için sağlamlığın, temizliğin ve gücün simgesi olarak kabul edilen „ayı“ kelimesi kullanılmaya devam edilmektedir. Karşılıklı kültürel değerlere saygı duyulması ve önyargıların tutsağı olunmaması gerekir.

 

Bitirilirken belirtilmesi gereken bir diğer husus da şu ki, Türk entelektüellerinin Avrupa'ya her çıkışında soydaşlarının ve yurttaşlarının çilesini, sıkıntısını gördükçe, yüreklerine bir hüzün çöküyor. Avrupalılar ile Türkler, onca yıl yan yana yaşamış olmalarına rağmen, her iki taraf da birbirleri hakkında yeterli, doğru bilgiye sahip değil; bunun için gerekli irade ve çaba da yeterli değil; her iki taraf birbiri hakkında konuşmaya devam ediyor. Oysa toplumsal ve sosyal hayatın paylaşımlarının karşılıklı olarak artmasıyla, karşılıklı anlayış eksikliği ortadan kalkacak, ortak bir gelecek için amaç birliği de sağlanacaktır.



[1] Berlin’de yaşayan Türkiye kökenli Alman siyasetçi Ekin Deligöz’ün aile hekiminin „kötü ve ayrımcı tutumu“ veya Solingen’de otuz yılı aşkın bir süre sonra yeniden bir Türk ailenin yakılarak öldürülmesi.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...