Avusturya’ya yaptığım iş
gezilerinde vatandaşlarımızla beraber oluyor; onların dertleriyle dertleniyor;
ufak mutlulukları ile mutlu olmaya çalışıyoruz. Bu arada Türkiye kökenli gençlerin
kimi zaman, ezilmişliklerine kimi zaman da yürek burkan fukaralıkları ile gönüllerinin
sınır tanımayan engin zenginliğine tanıklık ediyoruz. Onlarla yaşadığımız anın
bize sunduğu duygudaşlığı paylaşıyoruz. Bu ufak ziyaretler benim için paha
biçilmez gözlem ve deneyimlere vesile oluyor. Bu yazımda bunlardan bir kesit
sunacağım.
Yaşadıkları türlü sıkıntılara
rağmen kimliklerini kaybetmemeye çalışan gençlerin adeta “Bütün savaşlar önce
kültür cephesinde kazanılır; bu savaşı kaybeden her şeyini ve geleceğini
kaybeder” sözünü doğrularcasına ettikleri cenge tanıklık ediyoruz. Öyle bir
çetin yolda ilerliyorlar ki içlerinden çıkan ama bir türlü özüne dönemeyen
ruhsuz, omurgasız, günübirlik menfaatlerin tutsağı olmuş mankurtların önlerine
çıkardığı türlü engellere rağmen doğru bildikleri yoldan sapmıyorlar. Bu süreçte
kendi kültür hamurları ile yoğrulmuş, Çin İmparatoru Qin Shi Huang'ın MÖ 210
yılından bu yana ilk günkü canlılığını koruyan taş ordusu Terra cotta askerleri
gibi zamanın seyrine kafa tutacak, zaman geçse de güncelliğini kaybetmeyen
adsız kahramanlarını, liderlerini arıyorlar. Bu kahramanlara öyle bir görev
düşüyor ki adeta Ortaçağ Almanya’sının Hameln köyüne gelen kavalcı misali,
bütün kötülükleri peşi sıra sürükleyip, Avrupa Türklerini refaha erdirecek masal
kahramanı Rattenfänger von Hameln (Fareli köyün kavalcısı) olsun.
Haksız da sayılmazlar. Hayatın en
zor dönemlerinde ortaya çıkan bu kahramanlar toplum içinde rol model olarak
benimsenir; bazen de Türkiye’den ithal edilir. Bunlara insanüstü güçler
vehmedilir. Bu liderler, özellikle ihmal edilmiş; toplum içinde
ötekileştirilmiş olanları fareli köyün kavalcısı gibi ardından sürükler. Ancak
nereye gittiğini, hangi amaca hizmet ettiğini bilmeyen yığınlar, bu rol
modellerin peşine takılıp giderken, kendinden sonraki kuşakların da felaketine
neden olabilir. Bu gibi durumlarda duyguların esiri olmak yerine, aklın efendisi olmak gerekir. Akıl, ara sıra sürünün içinde kaale alınmayan kör, sağır
ve topal olanlara da kulak verilmesini, yerele dayalı çözümler aramanın bazı durumlarda istendik
sonuçlara daha kolay ulaşılabileceğini söyler.
Benzetmek yerinde olacaksa, bugünün
Avrupalı Türkleri adeta Hristiyan bir coğrafyanın içine girerek varlığını uzun
süre devam ettirmeye çalışan Altın Orda Devletinin Hanı Toktamış Bey gibi tarih
sahnesinde var olmak ile yok olup gitmek gibi bir mücadele veriyorlar. Bir kulakları
“yaşadığın topluma uyum sağla”, öbür kulakları “asimile olma” sesleri ile
uğulduyor; bölünmüş kimliklerle yaşamaya, var olmaya çalışıyorlar.
60’lı yılların başında gelen ve türlü
çeşit ağır işler yaparak rızkını kazanmaya çalışan elleri öpülesi ceddimiz Türkiye’ye
dönünce bir yerlerde alacağı küçük bir arsanın veya bu arsanın üzerine kuracağı
bir gecekondunun hesabını yaparken, bugünün gençleri daha farklı bir anlayışın
temsilcisi. Yeni ufuklar peşinde koşuyor, her geçen gün hedeflerini büyütüyorlar;
hemen her biri ayrı bir başarı öyküsü ile destanlaşıyor. Bununla birlikte
içlerinden bir kısmı adeta Karagöz oyunundaki şımarık, kötü zengin tiplemesini
canlandırıyor gibi bir haller içinde geziyor. Bazen ağzından kaçan bir sözle
evin büyüğünü mahcup eden anlayış yerini etraftakileri de rahatsız eden, ulu
orta yerde ağzı bozuk, küfürbaz, sorunlarını kaba kuvvetle çözmeyi marifet sayan,
toplum dışına itilmiş eğitimsiz tiplere dönüşüyor. Bunlarda yobazlık,
küfürbazlık meşru bir hale dönüyor. Dünün tasvip edilmeyen davranışları, pek
çoğumuzu rahatsız etse de bugünün sıradan davranış modaları halinde, marifetmiş
gibi sergileniyor.
Kendi halinde yaşayan sade
vatandaşlarımız bu durumdan mustarip; kendi isyanlarına, çözüm arayışlarına,
kimi zaman ezilmişliklerine ve hatta fukaralıklarına yine kendi emekleri ile
oluşturdukları sivil toplum kuruluşlarında camilerde, derneklerde ortak bularak,
birbirlerine yoldaş olarak, hasbihal ederek rahatlıyor, hafifliyorlar; böylece hayatı
anlamlandırma, daha yaşanılır kılma adına evlerine mutlu bir şekilde dönüyorlar.
Avusturyalılara da haliyle bu “sıra
dışı tiplerle” komşuluk yapmak ister misiniz diye sorunca, pek de istekli, heveskâr
olmadıkları görülüyor. Yabancılar fabrikada çalışsın, yardımcı işlerimizi
görsün, ama hayatımıza girmesin diyorlar. Onlara Karagöz-Hacivat misali bir
perde oyunu, hayal olarak görünenler, aslında Avrupalı Türklerin yaşadığı
gerçekler, hayatın ta kendisi. Yerli halk temaşa ettiklerinden, kimi zaman
keyif alır, mesut mutlu yaşarken, zamanın değişimine ayak uyduramayan sistem
içindeki “öteki” olarak görülen hayali figürlerin canlanmasıyla birlikte,
çoğunluk olarak yaşayanlardan bir dizi taleplerde de bulunmaya başlıyorlar.
Yani yaşananlar hayal olmaktan çıkıyor, gerçeğin kendisine dönüveriyor; demir
gibi ağır bir yüke dönüşüyor. Görüp yaşananlara katlanmak Avusturyalılar için kızgın
bir patates misali, yutsa midesini yakıyor, tükürse masadakilere ayıp oluyor.
Çözümsüzlük adeta bir çözüm gibi duruyor. Oysa çözümün sırrı belli: Avrupalı
Türkleri toplumsal bir gerçek olarak kabul etmek ve benimsemek. Çokça sözü
edilen “uyumun anahtarı” da “Yahu bu Türklere n’oluyor?” sorusunun cevabı da
burada gizli.
Bitirirken Avrupalı Türklere şunu
belirtmekte yarar var. Evlatlarınızın, ama önce kendinizin aydınlık geleceğine
giden yol eğitimden geçiyor. İhmal etmeyin. Eğitim, bireyin hayatında ona
yaşantıları yoluyla istenen, arzu edilen olumlu davranışları kazandırma
etkinliğidir. Eğitim ailelerde verildiği gibi okullarda da etkili bir şekilde
veriliyor. Okulda başarılı olmak için Almanca öğrenin. Geçmişle bağlarınızı korumak
istiyorsanız, evlatlarınızı gönderdiğiniz okullarda verilen anadili Türkçe
derslerini takip edin. Hayatı günün türlü gaileleriyle yorgun argın geçirseniz
de, çocuklarınızın hangi sınıfa gittiğinden bihaber olmak yerine, onların geleceği
için bir adım atın ve gelecek yıl açılacak Türkçe dersi için okula gidin ve
çocuğunuzun öğretmeniyle irtibata geçip, kaydını yaptırın.
Toplumsal değişim kuralları da
doğa kuralları ile benzeşir; etrafa bakıp örnek alın. Biz istemesek de içinde
yaşadığımız şartlar değişir. İnsanların varlıklarını sürdürebilmeleri için bu
değişimi anlamaya, anlamlandırmaya çalışması ve kendilerini de yeni şartlara uydurmaya
çalışması gerekir. Hayat ileriye yürür, dünde durmaz. Değişime direnen canlılar
yok olur.
Not: Bu yazı, Europa-Journal / Haber Avrupa gazetesinin Nisan ayı sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya, http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/april2017/cakir042017.jpg (05.05.2017) adresinden ulaşılabilir.
Not: Bu yazı, Europa-Journal / Haber Avrupa gazetesinin Nisan ayı sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya, http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/april2017/cakir042017.jpg (05.05.2017) adresinden ulaşılabilir.