5 Mayıs 2017 Cuma

Hayat dünde durmaz

Avusturya’ya yaptığım iş gezilerinde vatandaşlarımızla beraber oluyor; onların dertleriyle dertleniyor; ufak mutlulukları ile mutlu olmaya çalışıyoruz. Bu arada Türkiye kökenli gençlerin kimi zaman, ezilmişliklerine kimi zaman da yürek burkan fukaralıkları ile gönüllerinin sınır tanımayan engin zenginliğine tanıklık ediyoruz. Onlarla yaşadığımız anın bize sunduğu duygudaşlığı paylaşıyoruz. Bu ufak ziyaretler benim için paha biçilmez gözlem ve deneyimlere vesile oluyor. Bu yazımda bunlardan bir kesit sunacağım.

Yaşadıkları türlü sıkıntılara rağmen kimliklerini kaybetmemeye çalışan gençlerin adeta “Bütün savaşlar önce kültür cephesinde kazanılır; bu savaşı kaybeden her şeyini ve geleceğini kaybeder” sözünü doğrularcasına ettikleri cenge tanıklık ediyoruz. Öyle bir çetin yolda ilerliyorlar ki içlerinden çıkan ama bir türlü özüne dönemeyen ruhsuz, omurgasız, günübirlik menfaatlerin tutsağı olmuş mankurtların önlerine çıkardığı türlü engellere rağmen doğru bildikleri yoldan sapmıyorlar. Bu süreçte kendi kültür hamurları ile yoğrulmuş, Çin İmparatoru Qin Shi Huang'ın MÖ 210 yılından bu yana ilk günkü canlılığını koruyan taş ordusu Terra cotta askerleri gibi zamanın seyrine kafa tutacak, zaman geçse de güncelliğini kaybetmeyen adsız kahramanlarını, liderlerini arıyorlar. Bu kahramanlara öyle bir görev düşüyor ki adeta Ortaçağ Almanya’sının Hameln köyüne gelen kavalcı misali, bütün kötülükleri peşi sıra sürükleyip, Avrupa Türklerini refaha erdirecek masal kahramanı Rattenfänger von Hameln (Fareli köyün kavalcısı) olsun.

Haksız da sayılmazlar. Hayatın en zor dönemlerinde ortaya çıkan bu kahramanlar toplum içinde rol model olarak benimsenir; bazen de Türkiye’den ithal edilir. Bunlara insanüstü güçler vehmedilir. Bu liderler, özellikle ihmal edilmiş; toplum içinde ötekileştirilmiş olanları fareli köyün kavalcısı gibi ardından sürükler. Ancak nereye gittiğini, hangi amaca hizmet ettiğini bilmeyen yığınlar, bu rol modellerin peşine takılıp giderken, kendinden sonraki kuşakların da felaketine neden olabilir. Bu gibi durumlarda duyguların esiri olmak yerine, aklın efendisi olmak gerekir. Akıl, ara sıra sürünün içinde kaale alınmayan kör, sağır ve topal olanlara da kulak verilmesini, yerele dayalı çözümler aramanın bazı durumlarda istendik sonuçlara daha kolay ulaşılabileceğini söyler.

Benzetmek yerinde olacaksa, bugünün Avrupalı Türkleri adeta Hristiyan bir coğrafyanın içine girerek varlığını uzun süre devam ettirmeye çalışan Altın Orda Devletinin Hanı Toktamış Bey gibi tarih sahnesinde var olmak ile yok olup gitmek gibi bir mücadele veriyorlar. Bir kulakları “yaşadığın topluma uyum sağla”, öbür kulakları “asimile olma” sesleri ile uğulduyor; bölünmüş kimliklerle yaşamaya, var olmaya çalışıyorlar.

60’lı yılların başında gelen ve türlü çeşit ağır işler yaparak rızkını kazanmaya çalışan elleri öpülesi ceddimiz Türkiye’ye dönünce bir yerlerde alacağı küçük bir arsanın veya bu arsanın üzerine kuracağı bir gecekondunun hesabını yaparken, bugünün gençleri daha farklı bir anlayışın temsilcisi. Yeni ufuklar peşinde koşuyor, her geçen gün hedeflerini büyütüyorlar; hemen her biri ayrı bir başarı öyküsü ile destanlaşıyor. Bununla birlikte içlerinden bir kısmı adeta Karagöz oyunundaki şımarık, kötü zengin tiplemesini canlandırıyor gibi bir haller içinde geziyor. Bazen ağzından kaçan bir sözle evin büyüğünü mahcup eden anlayış yerini etraftakileri de rahatsız eden, ulu orta yerde ağzı bozuk, küfürbaz, sorunlarını kaba kuvvetle çözmeyi marifet sayan, toplum dışına itilmiş eğitimsiz tiplere dönüşüyor. Bunlarda yobazlık, küfürbazlık meşru bir hale dönüyor. Dünün tasvip edilmeyen davranışları, pek çoğumuzu rahatsız etse de bugünün sıradan davranış modaları halinde, marifetmiş gibi sergileniyor.

Kendi halinde yaşayan sade vatandaşlarımız bu durumdan mustarip; kendi isyanlarına, çözüm arayışlarına, kimi zaman ezilmişliklerine ve hatta fukaralıklarına yine kendi emekleri ile oluşturdukları sivil toplum kuruluşlarında camilerde, derneklerde ortak bularak, birbirlerine yoldaş olarak, hasbihal ederek rahatlıyor, hafifliyorlar; böylece hayatı anlamlandırma, daha yaşanılır kılma adına evlerine mutlu bir şekilde dönüyorlar.

Avusturyalılara da haliyle bu “sıra dışı tiplerle” komşuluk yapmak ister misiniz diye sorunca, pek de istekli, heveskâr olmadıkları görülüyor. Yabancılar fabrikada çalışsın, yardımcı işlerimizi görsün, ama hayatımıza girmesin diyorlar. Onlara Karagöz-Hacivat misali bir perde oyunu, hayal olarak görünenler, aslında Avrupalı Türklerin yaşadığı gerçekler, hayatın ta kendisi. Yerli halk temaşa ettiklerinden, kimi zaman keyif alır, mesut mutlu yaşarken, zamanın değişimine ayak uyduramayan sistem içindeki “öteki” olarak görülen hayali figürlerin canlanmasıyla birlikte, çoğunluk olarak yaşayanlardan bir dizi taleplerde de bulunmaya başlıyorlar. Yani yaşananlar hayal olmaktan çıkıyor, gerçeğin kendisine dönüveriyor; demir gibi ağır bir yüke dönüşüyor. Görüp yaşananlara katlanmak Avusturyalılar için kızgın bir patates misali, yutsa midesini yakıyor, tükürse masadakilere ayıp oluyor. Çözümsüzlük adeta bir çözüm gibi duruyor. Oysa çözümün sırrı belli: Avrupalı Türkleri toplumsal bir gerçek olarak kabul etmek ve benimsemek. Çokça sözü edilen “uyumun anahtarı” da “Yahu bu Türklere n’oluyor?” sorusunun cevabı da burada gizli.

Bitirirken Avrupalı Türklere şunu belirtmekte yarar var. Evlatlarınızın, ama önce kendinizin aydınlık geleceğine giden yol eğitimden geçiyor. İhmal etmeyin. Eğitim, bireyin hayatında ona yaşantıları yoluyla istenen, arzu edilen olumlu davranışları kazandırma etkinliğidir. Eğitim ailelerde verildiği gibi okullarda da etkili bir şekilde veriliyor. Okulda başarılı olmak için Almanca öğrenin. Geçmişle bağlarınızı korumak istiyorsanız, evlatlarınızı gönderdiğiniz okullarda verilen anadili Türkçe derslerini takip edin. Hayatı günün türlü gaileleriyle yorgun argın geçirseniz de, çocuklarınızın hangi sınıfa gittiğinden bihaber olmak yerine, onların geleceği için bir adım atın ve gelecek yıl açılacak Türkçe dersi için okula gidin ve çocuğunuzun öğretmeniyle irtibata geçip, kaydını yaptırın.


Toplumsal değişim kuralları da doğa kuralları ile benzeşir; etrafa bakıp örnek alın. Biz istemesek de içinde yaşadığımız şartlar değişir. İnsanların varlıklarını sürdürebilmeleri için bu değişimi anlamaya, anlamlandırmaya çalışması ve kendilerini de yeni şartlara uydurmaya çalışması gerekir. Hayat ileriye yürür, dünde durmaz. Değişime direnen canlılar yok olur.

Not: Bu yazı, Europa-Journal / Haber Avrupa gazetesinin Nisan ayı sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya, http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/april2017/cakir042017.jpg (05.05.2017) adresinden ulaşılabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...