26 Ekim 2020 Pazartesi

Duyguların dili de Türkçe

Geçenlerde bir söz okudum. “Hz. Adem ve Havva'dan bu yana, bilinmez kim yaşadı en güzel aşkı, kimi çığlık oldu dilden dile, kimi sulakta boğuldu kimi kuyu dibinde.” Sonra bir başkası içindeki yürek yangınını “Nasibimize aşk düşer inşallah!” diye dua ederek söndürmeye çalışıyordu. Birden aklıma “Güle sorma, o bilmez aşkı sevdayı” diyen Erol Sayan’ın saba makamındaki şarkısı aklıma düştü. “Ben burada yetişen gençlerin yerinde olsaydım, acaba bütün bunları Almanca nasıl söylerdim?” diye düşündüm. Onca yıl Almanca tahsil etmiş biri olarak, Türkçenin ifade ve anlatım gücü karşısında nutkum tutuldu, nefesim kesildi. “Tanrım, bizi bu şarkılardan mahrum etme” deyiverdim.

Türkçemizin gücüne bir kere daha hayran oldum. Nasıl olmayayım; âşık maşukuna “Gidip de yorulma çok uzaklara, Sen ‘sen’i gel, benim içimde ara!” diye seslenirken söz söyleme sanatının zirvesine çıkmış. Almanya’da yetişen çocuklarımız sevdiklerine bu duyguları anlatmaya kalkarlarsa, korkarım işleri hiç de kolay olmayacak.

İnsanoğlu yaşadığı duyguları dışa vurmak, boğazındaki düğümleri çözebilmek için en az bir dili çok iyi bilmeli. Hayatın bizi getirdiği bu topraklarda hem ana yurda hem de yurt edinilen yere karşı sorumluluklarımız var. Dolayısı ile çocuklarımızla birlikte yurt edindiğimiz bu yeni vatanda bir yandan evlatlarımız Almanca öğrenip bize göre daha iyi eğitim alsınlar; kısacası “Adam olsunlar!” diye çırpınıyor, öte yandan da kadim kültürümüzü unutmasınlar; farklı kültürler içinde eriyip kaybolmasınlar diye çabalıyoruz. Çocuklarımızı okuldan arta kalan zamanlarında yağmur yağmış, güneş açmış, hiç üşenmeden camilere, cem evlerine, özel kurslara, özel derslere taşıyıp duruyoruz. Avuç dolusu para harcıyor; Anadolu deyimiyle “Yemeyip yediriyor, giymeyip giydiriyoruz”. İyi yetişsinler diye yoluna yol olduklarımızdan bazıları bir yolunu bulup kendileri yok olsalar, Türk toplumuna karşı en etkili muhalefeti yapsalar da yaklaşık 60 senelik göç tarihinde Türkiye’yi ve Türk insanını en özgün özellikleri ile anlatmak için ilk günkü heyecanını kaybetmeyenler, kendilerinden önceki kuşakların açtığı yolda mücadele etmeye devam ediyor; kültürler arasında köprüler kurmaya, gönüller yapmaya çalışıyorlar.

Anadolu’ya binlerce yıl yaşamış, düğüm düğüm halı, ilmek ilmek kilim gibi çağlar ötesine dayanan kadim kültürümüzün taşıyıcısı olan ana dilimiz Türkçe, Avrupa ülkelerinde sadece konuşup anlaşmaya değil; aynı zamanda toplumun geçmişini, bugününü ve yarınlarını da güvenceye alan sigortası, bizi biz yapan, ortak bir paydada buluşturan etkili bir araç haline gelmiştir. Bu kadim dili ve dolayısı ile kültürü öğren(e)meyen çocuklarımız, Almancayı da tam olarak öğrenemez; bir kanadı kırık kuş gibi, her daim bir yerlerde, adını koyamadığı bir şeylerin eksikliğini yüreğinde hisseder. Türkçe öğrenmenin, Türkçe konuşmanın Almanca öğrenmeye engel olmadığı bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır. “Bir lisan, bir insan” diye çağlar ötesinden seslenen atalarımızın sözüne kulak verelim ve çocuklarımıza hem Türkçeyi hem de Almancayı öğretmekten vaz geçmeyelim. Çok dilli insanların gelecek vizyonu ve başarı şansları tek dillilere göre daha parlaktır. Avrupalı Türklerin çok dilli olmaları, yaşadıkları bu topraklar için de önemli bir kazanımdır. Uyum uğruna tek dilliliğe dönülmesi, göçmenlerin köken dillerini ve dolayısı ile kültürlerini bırakması halinde, Avrupalılar da sahip oldukları, ancak çoğu kere görmezden geldikleri zenginliklerinden çok şey kaybettiklerini, -kim bilir?, belki de iş işten geçtikten sonra fark edeceklerdir.

Çocuklarımıza anadilini doğru dürüst öğretemezsek, yarın bu çocuklar içinde kopan fırtınayı, aşkı, sevdayı nasıl anlatacak; sazın teli, sözün özü kaybolduğunda duygu ve düşüncelerini nasıl dışa vuracak? Hiç düşündünüz mü? Elimizi vicdanımıza koyup biraz düşündüğümüzde, biraz özeleştiri yaptığımızda, Türk toplumunda yer yer görülen aile içi iletişimsizliklerin, geçimsizliklerinin bir kısım nedeninin dil ve kültür aktarımındaki yetersizliğimizden, ana dili bilincinin giderek yok olmasından kaynaklandığını göreceğiz. Duygularımızı anlatabilmek, kendimizi ifade etmek için yurt bellediğimiz bu topraklarda konuşulan dilleri bildiğimiz kadar, ana dilimize de hâkim olmalıyız. Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu öğrenilmesi gereken dil birden fazla olmalı diyor ve ekliyor;  

“En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin / En azından üç dil / Birisi ana dilin / Elin ayağın kadar senin / Ana sütü gibi tatlı / Ana sütü gibi bedava / Nenniler, masallar, küfürler de caba / Ötekiler yedi kat yabancı”

“En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde / Canımın içi demesini / Kırmızı gülün alı var demesini / Nerden ince ise oradan kopsun demesini / Atın ölümü arpadan olsun demesini / Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini / İnsanın insanı sömürmesi / Rezilliğin dik alası demesini / Ne demesi be / Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin”

Şiir uzayıp gidiyor… Çocuklarımız bunları bilmezse, toplumumuz da kültürel açıdan bir adım ileri gidemez. Toplumların gelişimi için yeni yetişen çocukların eğitim ve kültür düzeyinin mevcut kuşakların önünde olması gerekir. Aksi halde toplumlarda çöküşler, değer yitimleri ve kimlik krizleri başlar.

Çocuğumuza Türkçeyi öğretirken kadim kültürümüzü de aktarırsak, kimi zaman “Ben şimdi uzakta hasret içindeyim, sen yoksun yanımda”, diye içli şarkılar dinleyip hüzünlenir, kimi zaman da “Neşeli gençleriz biz çibidibidip çibidibidipdip, yaşamayı severiz” şeklinde uzayıp giden coşkulu şarkılarla seviniriz. Türkçe ise yaşamaktan zevk aldığımız bu yolculukta en kadim dostunuz olmaya devam eder.

Dertleri zincir yapıp birbirine eklediğiniz, “Bu hayatın yükünü taşıyamıyorum artık” dediğiniz anlarda, can simidiniz yine Türkçedir. Bir an hayatınızdaki her şeyin kötüye gittiğini hissettiğinizde, her şeyi içinize atmaktan tükendiğinizi, takatinizin kalmadığını hissettiğinizde, belki de sizi çok iyi anlıyorum diyenlerin dahi sizi anlamadığını anladığınızda, en yakınınızdakine yabancılaşıp ortamdan uzaklaşma, terk-i diyar etme ihtiyacı hissettiğinizde, gözyaşlarınızı herkesten gizleyip içinize akıttığınızda, bütün bunları dışarıya belli etmemek için yaratana sığınıp, içten dua ettiğinizde güç kaynağınız yine Türkçedir.

Çevreye “Ben iyiyim!” mesajı vermek durumunda kaldığınız anlarda, biri gelip yanı başınıza oturup “Haydi dostum!” deyip yardım elini uzattığında; sorunlar tam anlamıyla çözülmese bile sizi rahatlatan Anadolu insanının yüreğinden kopup gelen, ana dilinde söylediği türküler, bozlaklar, şiirler, şarkılar Türkçe olacaktır. Denemesi bedava. Dileyen Avrupalı Türklerin yaptığı, buram buram Anadolu kokan düğünlere gitsin, kendi gözleri ile tanıklık etsin. Orada göreceğiniz hemen her şey Anadolu kültürünün dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılan, aktarıldıkça damıtılmış, değerlerden değer üretilmiş birer sembol, somut olmayan kültürel bir mirastır. Geçmişten alınıp, geleceğe borç olarak ödenmesi gereken bu kültürel miras, dille yaşar. Bu geçmişten ödünç alınan bu mirası yaşatmak için “Bunlar benim!” diyebilecek özgüvene ve cesur yüreğe sahip olmak; bu duyguyu en iyi şekilde anlatabilmek için de hem Türkçeyi hem de Almancayı iyi bilmek gerektiği unutulmamalıdır. Çok dilliliğin avantajını sizi anlamayana, öteki görene hak ettiği cevabı verirken duyduğunuz mutluluğu ve huzuru iliklerinize kadar hissedeceksiniz.

Şair boşuna en az üç dil öğrenmeyi tavsiye etmiştir. Bunlardan ilki anadilimiz Türkçe, ikincisi yurt edindiğimiz ülkenin dili üçüncüsünü siz iyi bilirsiniz. Bitirirken sözü Şair Eyüboğlu’na bırakalım: “En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde / Ana avrat dümdüz gideceksin” ki haksızlıklar karşısında “dilsiz şeytan” rolüne bürünmeden ben de varım diyebilesiniz.

O halde, dilimiz kimliğimizdir, ona sahip çıkalım! 

Not: Bu yazı Haber Avrupa Ekim sayısında yayımlamıştır. URL: http://europa-journal.net/duygularin-dili-de-tuerkce/

24 Ekim 2020 Cumartesi

Hürmet etmek saygı göstermek

 Bizim kültürümüzde geçmişten bize miras kalan ve geleceğe devretmek için itina ile korunan, adeta gelecek kuşaklara devredilecek emanet muamelesi gören değerlerimiz, hasletlerimiz vardır. Bunlardan biri de hürmettir. Biz millet olarak hürmet etmeye, saygı göstermeye ayrı bir anlam yükleriz.


Hürmet; lügatlerde, sözlüklerde bir şeye veya bir kimseye değer vermekten ileri gelen ölçülü davranma hissi, çekinme ile karışık bir sevginin verdiği dikkat ve îtinâ gösterme duygusu, saygı olarak tanımlanmaktadır.

Hürmet etmek ise; “saygı göstermek, saymak” anlamlarında kullanılıyor. Gazeteci, yazar Burhan Felek de bir yazısında Gurbetteki Türkler’in üzüntüsü bizden fazla oluyor, hürmet edelim derken, bu kelimenin kullanımından güzel bir örnek vermiş.

Bizde, kültürümüzde, kendimizden yaşça veya makam olarak ileri gelenlere hürmet edilir; saygı gösterilir. Evimize gelen misafirlerlere âilenin ve an’anenin gerektirdiği hürmet ve îtibarda da kusur edilmez. Bir kişi ile karşılaştığımızda, ondan veya bazı davranışlarından hoşlanmasak bile yaşına hürmeten saygı gösteririz.


Bu bağlamda; başkalarına karşı kibar, düşünceli davranma, karşısındakini düşünüp hakkına riâyet etme duygusu bize saygının ne olduğunu pek güzel anlatıyor.

Günümüzde insanlar hemen her şeyin fiyatını kılı kırk yararak öğrenmeye çalışırken, değer kavramını unutmaya başladıkları dikkatlerden kaçmıyor. Bir ürünün fiyatı ile değeri aynı görülüyor. İki kavram arasındaki fark neredeyse unutulmaya yüz tutmuş.

Hassas, kibar davranışlar beklediğimiz insanların bunun aksi bir davranış sergilemesi halinde yaşadığımız hayal kırıklığını anlatmak için Kalıbının adamı değilmiş derken onun nefsinin dışarıya dönük olan ve bizi rahatsız eden kısmına vurgu yaparız. Değer; sözlüklerde bir şeyin taşıdığı maddî varlığa göre değdiği karşılık, hakkında biçilen kıymet, bedel olarak açıklanır. Fiyat ise daha çok alış verişte bir şeyin para olarak değeri, ederi, bedeli, pahası olarak bilinir. Burada birini yadırgarken kullandığımız ifade ile farkında olmadan bilinçaltımıza yerleşen, geçmiş kuşaklardan devraldığımız değerler eğitimine gönderme yaparız.

Değerler eğitimi deyince, hangi milletten, hangi kültürden olursa olsun, insanın canlılar arasında insan olarak farkını ortaya koyan ve onun kimliğini, kişiliğini oluşturan kültürleme sürecini anlarız. Bu süreçte insanın bilen ve bildiğini hayata geçiren olmak üzere iki özelliği vardır. İnsanın bu iki özelliğini yönetmesi ise aklı ile yakın alakalıdır. Bu özelliklerden ilki insanın bedeni; ikincisi de insanın iç dünyası, ruhu ile alakalıdır. İnsan bedeninin arzularını yok sayamaz, ancak tutsağı da olmamalıdır. İç dünyasına yönelik gücünü ise yani aklını kullanarak kontrol altında alabilir, geliştirebilir. Akıl; insanı düşünce ve ihtiyaçları doğrultusunda belli eylemlerde bulunmaya yöneltir. İnsanın bedeniyle ilgili dürtüleri de aklının emrindedir. Eğer kişi bedeninin nefis ve arzularını yöneten güçlerine engel olamazsa, kötü alışkanlıklar edinir; tersi olursa da insanın fazileti, erdemli yönü ortaya çıkar.

İnsanın ruhu ile bedeni birbiri ile ilişki içinde olsa da ruh, aslında bedende misafirdir. Beden insanın görünen suretini oluşturur ve ruh ile anlam, varlık kazanır. Buna karşın ruh, bedene ihtiyaç duymaksızın varlığını sürdürebilir. Beden ve kalp, ruh için birer barınaktır. Ruh sevgiyi, adaleti, insani veya manevi duyguları düşündüğü zaman beden ürperir. Buna karşılık bedenin bitip tükenmeyen gündelik taleplerinden de ruh etkilenir; körelir. İnsanın doğuştan itibaren içinde bulunduğu kültürel süreçlerde edinmesi gereken maddi ve manevi değerlerine yabancılaşır.

Toplumsal ve sosyal hayatta ruhu körelmiş, hassasiyetini kaybetmiş insanlara bazen “kalıbının adamı değil” derken aslında bu aktarılması gereken değerler eğitiminin bir yerlerde kesintiye uğramış olduğunu da görürüz.

Değerlerimizin eğitimi ve aktarımı dil ve maneviyatla olur. Dil giderse, din de gider. Kendi haline bırakılan eğitilmemiş bireyler, ne içinde yetiştiği halde aidiyet duymadığı olduğu topluma ne de ait olmak istediği halde aldığı değerler eğitiminin yeterli görülmemesi ve toplum içinde ötekileştirilmesi nedeniyle kabul görmediği topluma değer katar. 

Değerler ancak toplumsal ve sosyal hayatta ötekine hürmet ederek, saygı göstererek kazanılır; aktarılır. Hürmet etmeyen hürmet görmez; fiyat bilip değer bilmeyene, saygı bekleyip saygı göstermeyene itibar edilmez.


Not: Bu yazı Post Atüel Gazetesi Ekim 2020 sayısında yayımlanmıştır.
Mustafa Çakır (2020). Hürmet etmek, saygı göstermek. Post Aktüel Gazetesi. Ekim 2020, s. 2.


Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...