27 Haziran 2020 Cumartesi

Türkçenin sırları

Anadolu insanı dilini, kültürünü tanıyıp bildikçe tanıklığını yaptığı çağı daha huzurlu ve dingin yaşar. Bu kültürün aktarılması önce ailede başlar. Aile toplumun çekirdeğini oluşturur. Dışarıdaki fırtınalar ne kadar kuvvetli eserse essin, sağlam bir aile hayatı olanlar için aile; güvenli bir sığınak, sağlam bir liman olur. İnsan sevmeyi, sevilmeyi burada öğrenir. Sevildiğini burada hisseder. Birbirleri için her şeyi yapan, sevdiklerinin üzerine titreyen, ufacık bir gülümsemesi için her türlü fedakârlığı yapan zarif insanların oluşturduğu topluluktur, aile.

İnsan aile içinde sosyalleşir. Ailede büyükten küçüğe herkesin yerine getirmesi gereken sorumlulukları, ödevleri vardır. Bu sorumluluklar öngörülen zamanda yerine getirilmez, ihmal edilirse, kimi bedeller ödenebilir. Bu bedel bazen kişisel ödenir, bazen de bütün aileyi, hatta yakın çevreden başlayarak bütün toplumu olumsuz etkileyebilir. Başarı için de bu durum söz konusudur. Başarmanın mutluluğu tarif edilmez, yaşanır. Tolstoy’un deyişiyle “Hayat ne gideni getirir ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın ya da yaşayamadım diye ağlamayacaksın” Yani, insanoğlu hayatı kendini çevreleyen kurallara göre yaşayacak, sorumluluklarını iş işten geçmeden yerine getirecek.

Aile kurmak kadar aile olmak da önemlidir. Aile içinde geleceğin güvencesi olan çocukların eğitimi ihmal edilmeyecek; çocuklar doğum öncesinden başlayarak, hayatın bütün aşamalarında takip edilecek. Bu süreçte verilen eğitim kişinin hayatındaki davranış değişikliklerinin oluşmasını, bireyin içine doğduğu kültürü edinmesini sağlar.

Çocukla doğru iletişim kurmak milliyetle, cinsiyetle ilişkili değildir. Aksine bakış açısı, algılama biçimi, yetişme tarzı, vizyon ve zihniyet önemlidir. Bunların hepsi kültürle ilgilidir. Çocuğun kültürlenmesinde, kadim kültürün aktarılmasında en etkili araç ana dilidir. Bu nedenle aile bireylerinin günlük hayatında kullandığı iletişim dili, kadim kültürü ve köklü bir tarihi olan milletlerin geçmişi ile geleceği arasında köprü kurmaya yeterli değildir. Bunun için çocuğun aile dışından yardım alması gerekir. Bu yardım da okulda verilir. Almanya’da okullarda isteğe bağlı ders olarak verilen Türkçe ve Türk kültürü dersinin amacı bu kazanımları elde etmeye yöneliktir.

Evde çocukla konuşurken veya çocuk arkadaşı ile oyun oynarken Türkçe konuşmaya özen gösterilirse, ikinci dilin öğrenilmesi için de önemli bir altyapı oluşturulur. Böylece iki dilli çocuklar tek dilli çocuklara göre başlangıçta olmasa bile ileri yaşlarda daha avantajlı bir konuma gelebilir. Tek dillilere göre daha etkili iletişim ilişki kurabilir.

Okula giden çocuk, edebiyat dersinde iki yakın arkadaşın yaren olduğunu öğrenir. Ergenlik döneminden itibaren kurulan yakın arkadaşlık karşı cinse yönelik duygusal bir evrim geçirirse adına aşk denir. Sevgilim, yarım, bir tanem, canım anlamına gelen sevgiliye efulim diye şiirler yazmaya başlanır. Sevgilinin ince, narin yapılı olduğu nazenin sözüyle vurgulanır. Kişi sevgisine karşılık göremeyip köşesine çekilir, dış dünya ile iletişimini keser, kalabalığı sevmemeye başlasa merdümgiriz olur. Ama bu duygu sonsuza kadar, yani ilanihaye sürmez. Ucu bucağı olmayan, sonsuz, sınırsız, yani namütenahi dostluğu, sevgiyi, aşkı sürdüren yakın arkadaşların vefası, insanı içine düştüğü yalnızlıktan kurtarmaya yeter. Bu bizim toplumumuzun yaratılıştan gelen özelliği, hasletidir. Sözün özü, velhasıl; bütün bu kullanımlar, Türkçenin sırlarında gizlidir ve vazgeçilmez olan, yani mübrem olan çocuğun eğitimidir. Bu eğitim ile çocuğa bir yandan kültür aktarımı yapılırken öbür yandan ona duygularını ifade edebileceği zengin bir kelime hazinesi kazandırılır. Bu küçük örnekteki üst dil kullanımı evde konuşulan Türkçe ile değil; ancak okulda, derste öğrenilir. 

Anadolu insanı “iş isten geçmeden” tedbirini alacak, sonra “eyvah” demeyeceksin diyor. Franz Kafka da “En iyiyi ararken, iyiyi kaybediyoruz”. Bu gerçeği görmezden gelmek, hayatın gerçeklerinden sarfınazar etmektir. Değer bilip, dilimizin kültürümüzün özelliklerini, söyleyiş zenginliklerini yeni kuşaklara aktaralım, onun için çocuklarımızla evimizde Türkçe konuşup, onlara Türkçe öğretelim. Toprak aldığını geri vermiyor misali, unutulup giden kültürel mirasımız, gelecek kuşaklar tarafından tekrarı olmayan “güzel dünler” olarak yâd edilmesin. Vakti ve sizlere sunulan eğitim imkânlarını iyi değerlendirin. Unutmayın ki vakit; geçip geri gelmeyendir. 


Not: Bu yazı Post Atüel Gazetesi Haziran 2020 sayısında yayımlanmıştır.
Mustafa Çakır (2020). Türkçenin Sırları. Post Aktüel Gazetesi. Haziran 2020, s. 2.

26 Haziran 2020 Cuma


Gençlerin Ali Bey ile ilgili bir anı kitabı hazırlayacağını öğrendiğimde, akademik bir çalışma ile katkıda bulunmak istedim. Lakin hayatımızı alt üst eden korona salgını ve buna karşı yürütülen mücadelede kendi görev alanımla ilgili eğitim stratejilerinin getirdiği yoğunluk, bu düşüncemin hayata geçmesine engel oldu. Ben de onun anılarını yaşatmak için hayatımın onunla ilgili bir kısmında kısaca söz etmek, onu genç kuşaklara anlatmak istedim.



Böyle durumlarda insan söze nereden başlayacağını bilemiyor. Dile kolay, Ali Bey ile kırk senelik bir geçmişimiz var. Her ne kadar bunun son yirmi senesi içinde çok fazla görüşemesek de birlikte olduğumuz süre içinde birbirimizin hayatına dokunmuş; kalıcı izler bırakmışız.

Üniversiteye başladığımda Almanca adımı söylemekte zorlandığım dönemde henüz askerden yeni gelmiş, gencecik bir öğretim elemanı olarak konuşma dersimize gelmiş; hayatımıza girmişti. Öyle ki bazen tatlı sert hoca, bazen sevecen bir dost eli olmuştu bizlere.

Üniversiteyi bitirip asistan olarak işe başladığım dönemde de meslektaş olarak beraber olduk. Birlikte yükseklisans yaptık, aynı öğrenci sırasını paylaştık. Türlü öğrencilik halleri yaşadık. Birbirimize kızdığımız, hem de çok kızdığımız zaman da oldu, birbirimizi sevdiğimiz, sendelediğimizde birimiz diğerinin elinden tutan bir dost ilişkisinde olduğumuz dönemler de. Bizim gençliğimizin, söz dinlemez hallerimizin olduğu zor zamanlarda o benim yanımda durdu; onun zor dönemlerinde ben onun. Kısacası birbirimizin yanında durmasını bildik. Onun hayat tecrübesi bizim heyecanımız yol arkadaşlığı etti.

Bir şeyler anlatmak istiyorum. Düşünüyor; onu tam olarak anlatacak bir anıya karar veremiyorum. Uzmanlar, insan zihninden bir saat içinde 2100-3300 farklı düşüncenin geçebileceğini söylüyor ya ben de tam bu durumdayım. O kadar anlatılacak anının içinden birini seçmek kolay gelmiyor.

Dile kolay; geçen kırk sene içindeki yaşanmışlıkların birini diğerlerinin arasından seçerken içimi endişe, kaygı gibi birçok duygu kaplıyor. Birini yazarsam, öbürünün hatırı kalır diyorum. Okuyanlar “Şunu da yazsaydı, diye hayıflanır mı?” demekten kendimi alamıyorum. Bu da benim üzerimde canı olmayan ama can alan kovit virüsü gibi görünmez bir baskı oluşturuyor.

Bir an durdum, düşündüm. Aklıma ilk geleni yazacağım dedimse de başaramadım. Anı yaşamak; o anı kaplayan ruh halinde ilk akla geleni bir çırpıda yazıya döküvermek o kadar kolay değil. Ya aklına bu son derece değerli anı kitabını veya Ali Hoca’nın kendisini, onunla yaşanmışlıklarımızı umursamadığım, duygularını önemsemediğim gelirse… Ne pahasına olursa olsun, kalemin beni götürdüğü yere kadar yazıp, onu gelecek kuşaklara anlatayım. Bu da benim savunma mekanizmam olsun!

Şunu itiraf edeyim ki bir kişi hakkında yazmak ne kadar zormuş; hele Ali Hoca’yı anlatmak, şaşılacak kadar fazla çaba gerektiren bir eylemmiş.

İsterseniz deneyin. Kolay olmadığını göreceksiniz. Ben onu anlatırken şu ruh haline girdim. Buyurun, okuyun.

Bir gün sabahın alaca karanlığında kalkıp yürüyüşe çıktınız. Eve dönünce çocuklarınız her gün yürüdüğünüz yolda gördüklerinizi, şafağın nasıl söktüğünü, doğanın güne nasıl hazırlandığını, güneşin yükseldikçe içinizi nasıl aydınlattığını anlat deseler. O kadar kolay değil değil mi?

Anlatmaya çalışırken, yürüdüğünüz yolda yanından geçip gittiğiniz ve sıradan gelen her bir objenin ayrı bir anlam kazandığını görürsünüz; birini anlatmaya başladığınızda diğerinin hatırı kalır. Aslında hayatın olağan akışında dikkatinizi çekmeyen pek çok objeyi ve doğa olayını yeniden keşfetmeye başlar; her gördüğünüz olağan dışı durumlar sizin hayata ve insana bakış açınızı yeniden şekillendirir.
Bir yandan temiz havayı içinize çekip, etraftaki kuş seslerini, börtü böceği fark etmeye “an”ı yaşamaya çalışırken; her gün sıradan gelen pek çok objeyi bu defa farklı görmeye, birini diğerinden ayırt eden farkı fark etmeye başlarsınız. Doğanın renklerini, üzerinden yürüyüp geçtiğiniz yoldaki çakıl taşlarının pırıltılarını, doğanın renkten renge bürünmüş türlü hallerini fark edersiniz. Yorulup bir köşede dinlenirken bile, etraftaki börtü böceğin sesini daha iyi duymak, hayatın sunduğu mutluluğu duyumsamak için gözlerinizi kapatır, bir köşede dinlenme molası bile verebilirsiniz.

Ali Bey’i anlatmak biraz böyle bir ruh halidir.

Kalabalığın içinde her hangi birini görürsünüz. İçlerinden birini anlatmaya başladığınız zaman, ona özgü, onun kendi nev’i şahsına münhasır hallerini görürsünüz. Ya sever ya da mesafeli durursunuz. Kim bilir? Belki de dışarıdan “kimseye eyvallah etmeyen” görüntüsünün altında yumuşacık bir kalbi olduğunu, “acımasız” hallerinin dışında merhametli bir insan yüreğini keşfedersiniz.

Bunu hayatının pek çok aşamasında onunla aynı lokmayı paylaşan, aynı yolda yoldaşlık yapanlar gayet iyi bilir. Bunun için Innsbruck tren garında saatlerce bekleyip, ikinci bir trenin gelmesine kadar gurbet illerinde hemhal olunduğunu anlatmaya gerek yoktur.

Bir sürü insanın hayatına dokunmuş; düşen olunca elinden tutmasını bilmiştir. Akademiye yeni giren gençler onun bulunduğu yeri nasıl doldurduğunu ilk zamanlar anlayamayabilir. Malumatfuruşlar da ne kadar az bilgiyle ne fazla şey söylemeye çalıştığı yanılsamasına kapılabilirler. Oysa onun duruşunda Anadolu insanının tevazuunun yanı sıra en onmaz denen yaraları iyileştirecek merhamet merhemi de vardır. Onun ilacı nice bitmez denen tezin bitirilmesine, nice geçmez denen öğrencinin dersini geçip hayata tutunmasına yetmiş; dokunduğu insanların toplumda birey olarak yaşamasına katkıda bulunmuştur.

Doktora gittiğinizde, doktorunuz “Nefes alın, nefes verin!” gibi talimat verir, söylenirler. O an sizin hayatınızın rutinindeki nefes alıp vermeler, doktor için başka anlamlar ifade etmektedir. Hayatına dokunduğu kişiler için de Ali Bey öyle bir doktordur. Onunla birlikte olduğunuzda nefes aldığınızı, ciğerlerinize çektiğiniz havanın burnunuzdan geçişini, ciğerlerinize dolduğunu ve göğsünüzün kabardığını hisseder; özgüveniniz artar. Sonra da içinizdeki havanın, derdin, tasanın dışarıya yol bulup uçtuğunu fark edersiniz. Doktorunuzun soğuk stetoskopunun soğukluğunu sırtınızda hissederken ürperirsiniz, onun size yoldaş olduğundaki kimi hal ve hareketleri sizi alıp başka dünyalara götürse de doktorun muayenehanesinde nasıl nefes alıp verdiğinizi hissetmeye başladıysanız, onun hayatınıza kattıklarını da fark etmeye, gençliğinizin size verdiği deli dolu akan kanınızın yavaşlamasına fırsat vermek istersiniz. Yol ayrımında olduğunuz o zamanlar, size yoldaş olmuştur. O an fark etmeseniz bile, yıllar bunu size anlatır.

“Ali Bey’i anlatırken hangi duygular zihninize eşlik ediyor?” diye sorsalar; ben her duyguya kabul derim.

Onu anlatırken kimi zaman dilinizin ucuna gelip söyleyemediğiniz sözler, onunla ilgili yaşanmışlıklarınıza dair düşünceler ve buna ilişkin kimi gönül kırıklıkları veya beklenmedik hayal kırıklıkları olsa bile, olumsuzluklara esir olmadan, mutlu anların yaşamasına izin verin. Derin bir nefes alın. “Bunlar da son derece insana özgü, insana yakışan duygular; iyi ki onun öğrencisi olmuşuz, iyi ki Ali Hoca’yı tanımışız.” deyin. Bu duygunun bedeninizi rahatlatacağına eminim.

Hayatı uzun bir maraton bilinciyle yaşamak lazım. Bu uzun maratonda dünyevi tutkuların ve isteklerin zaman zaman yoğun olduğunu, sonra azgın suların bir süre durulduğunu ve er geç sakin bir hal alıp önüne gelen her şeyi kapıp götüren hırçınlığını kaybettiğini bilin.

Hayatın gelecek bir döneminde, başınızı sokacak bir göz ev ile iki lokma aşın tadını çıkardığınız ailenizi, o günü yaşamanızı sağlayana şükürler ettiğiniz günü ve dostlarınızı unutmayın. Bunu anlamak için de onca yaşanmışlıklar içindeki farkı fark edecek zamana ihtiyacınız olduğunu, ama bir ömür beklemenin de gerekmediğini unutmayın. Vaktinde yapmanız gereken sorumlulukları ertelemeyin. İş hayatında kendinize rakip olarak gördüklerinize şu veya bu gerekçeyle kızsanız veya çok arzu etmenize rağmen koyduğunuz hedeflere öngördüğünüz sürede ulaşamadığınızdan dolayı moralinizi bozmayın. Hayatta ne yaşadığınızı fark etmek veya bunu sadece bir değişim ve hayatın size sunduğu bir kaleydeskop görüntüsü olarak değerlendirin. Her olumlu çabanın mutluluğuna ermek için de zamana ihtiyaç olduğuna inanın. Bu bilinci de zamanın bizzat kendisi öğretiyor insana.

Her nerede ne yapıyor veya ne hissediyorsanız, onu vaktinde yaşayın derim. Hayatın dünde kalanlarını bugün telafi etmeye çalışırken geleceği ve onun sunduğu fırsatları bir kuş misali elden uçurmamaya bakın… Atalarımızın dediği gibi, “eldeki bir kuş, daldaki sürüden iyidir”. Hayat dönüp dolaşıp başladığınız yere geliyor. Aslonan “anda kalmak” ise eğer, tercih ettiğiniz hayat illa doğa, huzur, deniz ve mutluluk içermeyebilir. Kendi gök kubbenizin altında yaşarken, hayatın sasık yönünü duyumsayacağınız; ağzınızın tadının kekremsi bir hal aldığı günleri de görebilirsiniz. O an pes etmek yerine, hayatınızdaki rol model olan iyi örnekleri hatırlayın.

Bütün bunları yaparken içtiğiniz bir bardak suyun, elinizdeki bir fincan kahvenin damağınızda bıraktığı tadı ve ondan aldığınız hissi, hayatın size verdiği bir sürpriz olarak değerlendirin. Bir sene de denize gitmemiş oluverin. Hayatınızı denizin kenarında mutsuz, endişeli veya öfkeli bir halde sürdürmek yerine kendi dünyanızdaki dostlarınızla bir arada olmaya çalışın. Onlar sizin dikkatinizi başka alanlara dağıtır. Hayata ve insanlara bakışınızın değişmesini, sizin içinde bulunduğunuz karamsar ruh halinin ortadan kalkmasını sağlayabilir.

Olumsuz duyguların da yaşanması gerekir ki hayattaki farklı tatların fark edilmesinin önü açılsın. Aksi halde bu duygular içimizde çözülmemiş bir kör düğüm gibi veya anlatılamamış bir mesele gibi daha açıkçası yutkunup da boğazınızdan geçmeyen bir kocaman lokma gibi yer eder. Hâlbuki insan ilişkilerinde anlarınızı yaşadığınızda, üstesinden gelemeyeceğiniz zorlukları kabul etmek daha kolaydır.

Ben Ali Bey’i anlatan bir yazı hazırlamaya çalışırken söz nereden nereye geldi. Aslında Ali Bey ile olan ilişkilerimi de bu anlattıklarımın içine gizledim. Onu akademik yükseltilme süreçlerinde ve özel hayatında verdiği mücadelelerde yakinen tanıdım.

Sözün özü; insanın karakteri zor zamanlarda belli olurmuş. Onun zor zamanlarının da iyi zamanlarının da tanığı olan bir öğrencisi, çalışma arkadaşı ve dostu olarak; şahsında hayatındaki pek çok yokluğa ve yoksunluğa rağmen pes etmeyen yağız Anadolu insanın azmini gördüm. Bazen yorulduğu, bazen kırıldığı anlar oldu. Her şey hayatın akışına, ritmine göre başladı, bitti.

Ali Bey’e bundan sonraki süreçte yüreğinden geçen bütün güzellikleri dolu dolu yaşamasını; sevdiklerinin yanında daha iyi “an”larda hayatın tadını çıkarmasını dilerim.

Kaynak:
Mustafa ÇAKIR (2020). Ali Bey ile Anı Yaşamak. İçinde: Dil ve Edebiyat Yazıları: Prof. Dr. Ali Gültekin’e Armağan / ed. İnci Aras, Zeynep Kösteloğlu. - İstanbul: Hiperyayın, 2020. S. 47-52. ISBN: 978-605-281-954-8
e-ISBN: 978-605-281-955-5

Dilsiz Doğu Kör Batı


“Bir anda değişti her şey, bir anda değişti dünyam, bir anda değişti her şey…” diye uzayıp giden şarkıdaki gibi, hayat bir anda olmasa bile zaman uzam yolculuğunda beklemediğimiz kadar değişebiliyor.

Haber Avrupa Europa Journal - Posts | Facebook

İnsanlar yaşadıkları hayatta türlü nedenlerle yargılanıyor; etiketleniyor. Kimi teninin renginden, kimi dünya görüşünden… Ancak etiketleyenler ile etiketlenenler arasında nesnel bir ilişki kurmak her zaman mümkün olmuyor. Her kareli defterin matematik, her çizgisiz defterin coğrafya dersi için kullanılmayacağını insan ancak yaş kemale erince anlıyor. Hayatın her bir evresini ayrı bir gökkuşağı rengi, bir ebru sanatçısının ortaya koyduğu, farklı renkleriyle anlam kazanan, zenginlik, güç ve görkemli bir sanat eseri yahut sıradan sıçrama taşı ve avunulacak bir beşik olarak görüyoruz; ya da görmüyoruz.

İnsanları, şu veya bu nedenle yargılarken, mevsimleri değişkenlikleri nedeniyle yargılamadığımızı aklımıza getirmiyor; her bir mevsime ayrı ayrı hayranlık duyuyor; güfteler yazıp besteler yapıyoruz. Söz insan olunca, neredeyse acıma duygumuzu, insanlığımızı kaybediyoruz. İçimizdeki iyiden başka, daha iyiyi görmemiş yavan övgülerin tutsağı oluyor; kendi gök kubbemizin altında kurduğumuz yavan, tekdüze hayatın körlüğünü yaşayıp gidiyoruz.

Hayatın bu körlüğü içinde birine kapılıyor, ardından onun kaderini de birlikte yaşamaya başlıyoruz. Yahut tek başına yaşamanın aylaklığını, umursamazlığını, iliklerimize kadar hissetsek de çoğu zaman acılarımızı içimize gömmeyi tercih ediyoruz. Acıları içimize gömerken, Halil Cibran’ın ifadesiyle[1]; hiç kimse bize bilgimizin alaca aydınlığında halen yarı uykuda olan nesnelerden öte bir şeyi açıklayıp öğretmiyor. Acıları biz yaşıyor; ağıtları biz yakıyoruz. Buna karşın, kulaklarımız kendi bedenimizin ağıtını duymaz hale geliyor. Acıyla yoğrulunca hamurumuz, yaşadıklarımız bizi acıya da duyarsızlaştırıyor; yabancılaştırıyor. Bir koyun sürüsü içinde anasını arayan süt kuzusu gibi oradan oraya koşuyor; Tanrıya inanıyor; her kutsal günde dualar ediyor; ama kendimizi firavunlara tapmaktan alıkoyamıyoruz. Hayatın gerçekleri ile yüzleşmek yerine hayal ettiklerimizle avunup, gün geçiriyoruz.

Dilsiz Doğunun dili; kör Batının gözü olarak tanımlanan Halil Cibran’ın dediği gibi; “Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer, kendi dokumaz; bir ekmek yer, kendi hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz. Ne yazık ki o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar. Bir ulusa ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer. Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri durur. Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazıktır. Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanlarla karşılamak için yuhalarla uğurlar. Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz. Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır.”[2] Ama hiçbir ulusun diğerine hayrı dokunmaz. Milyonlarca parçalara ayrılır; kör Batının gözüne girmeye çalışır. Kör Batı da bazen teninin rengine, bazen dini inancına bakarak ötekileştirir, ayrıştırır, eritir ve yok eder.

Geleni gitmek, konanı göçmek üzere kurulan bu dünyada canlılardan bir insanoğlu utanma bilir, ama o da gece yaptıklarını ağaran şafağa kadar unutur.  Cibran,  insanlara “Siz kurallar koymayı çok seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz. Tıpkı okyanus kıyılarında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi”[3]  derken, çiçek gibi gönlü güzel insanların kırılan kalbini tamir etmenin; hayalî zorluğunu ve romantik avuntusunu anlatır. Üç günlük ömürde beş günlük safa yoktur.

Üç günlük ömrü bir günde yitirmemek, gelmeyecek yarınları beklememek için daha alçak gönüllü olmak, her devrin insanı değil; her devir insan olmak çok mu zor? Cibran’ın deyişiyle; “Alçak gönüllü ve gösterişsiz olmak, temiz ve saf olmayanın bakışlarından korunabilmeye yarayan kalkan” [4] ise; Bu kalkanı kuşanırken, yüreğimize kör kurşun gibi saplanan, bize sadece yeryüzünün anlık zevklerini sunan ihtirasların tutsağı olmasak; hele bir de işgal ettiğimiz makam ve mevkinin gücünü ya da birinin diğerine duyduğu zaafı kullanarak birbirimizin üstünde “sevgi” yaftası ile baskı kurmaktan vaz geçsek. Sevginin tek hedefi vardır; ötekine sahip olmak ve kendini avutmak. ”Sevgi, ne kendinden bir şeyler verir ne de bütünlüğüne dışarıdan bir şeyler katılmasına göz yumar.”[5] Ama yine de onsuz yaşanmaz. Şems sevdiğine seslenirken; “Olur da bir gün mesafeleri aşıp bana gelirsen, yüreğinde rengârenk açan Aşk ile gel.”[6] diyor.

Ham, temiz ve saf olmayandan uzak bir şekilde yaşanan Aşkın hüznünü anlatmak, geleceğin hayallerini kurarken, dünün sevinçlerini yâd etmek sıradanlaşmanın tuzağına düşürür. Her fırsatta dillerden düşürülmeyen Türkiye sözü yanık bir sevda türküsü gibi terennüm edilse bile “Ne kestin koç? Ne yedin hiç!” misali, merkezinde kendisinin yer almadığı merkezsiz bir öznenin beklentisi ve umudunun ötesine geçmez. “Eğer ödülse dinin amacı, eğer vatanseverlik kişisel çıkarlar elde etmekse ve eğer eğitim ilerlemek içinse, o zaman inançsız, vatan haini ve cahil bir adam olmayı tercih etmek”[7] bu ortamda çılgınlık olmasa gerek. Görünen, gözlenenle; duyulan, yaşananla örtüşmüyor. İtiraz etmek çare değil. Mevlana’nın dediği gibi; “Meydanda olan çaresizdir; bağlanmıştır, güçsüzdür. Görünmeyense çok kuvvetli ve üstündür.”[8]

Avrupalı Türkler modern Avrupa’nın etkisiyle oluşturduğu gönül aynasında ruh ve bedenlerini dünyevi beklentileri ile örtüştürmezse, Mevlana’nın deyişi ile “dünya başka bir dünya doğurur; mahşer de başka bir mahşeri açığa çıkarır.”[9] Doğulu ruh ve yürek, Batılı bedenin altında kalınca, üstündeki yükü taşıyamaz hale gelir. Bedeni besleme, temizleme yükü ciğere düşer. Bol oksijenle doldurulan ciğerin bir yarısı Türkiye derken öbür yarısı Avrupa derse, nefes alıp rahatlamak için iki yarım bir ciğer etmez. Bedenini bu nefesle besleyenler nereye giderse gitsin, kendini oraya ait hissedemez. “Mutluluk akciğerde, keder karaciğerde, akıl baştaki beynin içinde bir mum misali”[10] arafta eriyip gider. Nereye ait olduğunu bilenler; Hypereides’in savunmasının sonunu beklemeden, Areopagus yargıçları önünde soyunan Hetaera Phryne* gibi kendi varlığının farkına varır, başarıları ve büyüleyici güzelliği ile göz kamaştırır ve suçlarından arınır. Bu arınma duygusu sonsuz bir rahatlamayı getirir. Kör Batı kendi karanlık dünyasını aydınlatan Doğunun kendine sunduğu muazzam ışık karşısında bazen şaşırsa; bazen büyülense, kimi zaman da kendinden utanıp, yaptıklarını tasvip etmese de bu insanların kültürünü yaşatmak yerine ana akım kültürün içine gömmeye gayret ediyor.

Ben peşine düştüğüm hayalleri kıyamete kadar anlatmaya çalışsam beyhude; siz uyanmadıkça anlatamam. Bunlar; gözle görülen değil, kalben hissedilen derin bir düşten öte geçemez. Öyle bir düş ki henüz can tende, ruh bedende yaşarken görülmeyen; hayal dünyasından çıkıp, aklımızın sınırının bittiği yerden evimize, odamıza, günlük hayatımıza geri dönen; hayalleri gerçeğe çeviren bir ders, bir tatlı dudaklının nefesini avlamaya çalışırken düşülen bir tuzaktır. Zayıf bir bedenin içinde güçlü bir ruhun olması imkânsız gibi görünse de Avrupalı kardeşlerimiz gençliklerini ve sahip olduğu imkânları fırsata çevirip bu dönüşümü, önce kalpte sonra zihinde ve en nihayetinde bedende gerçekleştirerek bu düşleri gerçeğe çevirecektir. Bu süreç alın teri, göz nuru, el emeği ister. Bilimsel bilginin ve aklın yol gösterici olduğu, özgür düşünce ve değişime olan inanç ezelden ebede dizili mihenk taşlarıysa eğer, uyuyan da uyanmayan da er geç aslına, Âşık Veysel’in sadık yârine, “kara toprağa” dönecektir.





Not: Bu yazı Europa Journal - Haber Avrupa Gazetesi Haziran 2020 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya gazetenin http://europa-journal.net/dilsiz-dogu-koer-bati/ (26.06.2020) adresinden ulaşılabilir.



[1] Khalil Gibran  Der Prophet (İng.Çev. Giovanni ve Ditte Bandini) . 13. Afl., München: 2017, s. 74.
[2] Osman Aydoğan. Doğunun Batılı Bir Nefesi: Halil Cibran. Dibace.net. 23 Mayıs 2020.
[3] Osman Aydoğan. Doğunun Batılı Bir Nefesi: Halil Cibran. Dibace.net. 23 Mayıs 2020.
[4] Halil Cibran. Ermiş (Çev. Aytunç Altındal). 3. Baskı. İstanbul: Destek Yayınları, 2018, s. 52.
[5] Halil Cibran. 2018, s. 11.
[6] Pek güzel sözler. Şemsi Tebrizi Sözleri. www.pekguzelsozler.com. (07.06.2020)
[7] Aydoğan. URL. dibace.net.
[8] Mevlana. Mesnevi: Günümüz Türkçesine Sadeleştirilmiş (Serkan Sefer Kılıç). İstanbul: 2015. s. 243.
[9] Mevlana, 238.
[10] Mevlana, 238.
* Burada klasik Yunan Ressamı Gérôme’un MÖ 4. YY’da yaşamış Hetaera Phryne için yaptığı “Areopagus önündeki Phryne” tablosuna gönderme yapılmıştır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...