19 Aralık 2020 Cumartesi

Zehirli mantar

Bir süredir insana ve hayata dair konuları yazıyorum. Aslında nereye baksam insanı, hangi konuya el atsam yaratılanı görüyorum. Bu yazıda da anlatıcının gözünden hayata ve insana dair yaşanmasa anlatılamayacak gibi görünen hayatlardan alınan kesitler okuyacaksınız.

Bilirsiniz; “Ağaç yaşken eğilir” atasözü kulak ardı ettiğimiz muhteşem bir sözdür. Küçükken edinilen alışkanlıkların kalıcı olduğu, bu nedenle eğitime erken başlanması gerektiği filan anlatılır. Bu sözü biraz hayatın içinden örneklerle anlatayım. Hani “Hayatımda en mutlu olduğum günler diye saymaya başlasam, çocukluğuma giderim” derler ya, o misal. Okul öncesi dönemde annem nereye gitse, ben de peşinden ayrılmıyor; gölge gibi takip ediyordum. Annem ağıla mı gitti, peşinden gider oğlaklarla uğraşırdım.  Yaylaya mı gidilecek, ben ondan önce yola koyulur, yaylaysa yaylaya, tarlaysa tarlaya, bağa bostana, hâsılı kelam oradan oraya koşuşturur dururdum. Peşini bırakmamacasına. Bazı günler, bana görünmeden evden uzaklaşsa, adeta dünyayı ayağa kaldırırdım. Neden beni bırakıp gittiğinin hesabını sormaya çalışırdım. Hal böyle olunca kızaran domatesleri toplamaya beraber gider, dere kenarındaki Yoncalık’ta birlikte mantar toplardık. Çocuk aklımla, ben önüme gelen domatesi koparıp sepete atarken, o yeşil olanları güneşte de kızarır diye ses etmiyor, benim çocuksu hallerime gülüp geçiyordu. Mantar toplamaya gitmişsek; önüme gelen mantarı koparıp sepete attığımda ufak, ama tatlı sert uyarıyı alıyordum. Annem bana dönüp her mantar yenmez, bu zehirler; şunun sotesi, bunun çorbası olur diye mantara ilişkin bildiklerini tecrübelerini anlatır, yol gösterirdi. Bugünlerde biz buna modern dilde kültürleme veya kültürel aktarma adını veriyoruz. Eskiden hayatın içinden edinilmiş bilgi, görgü ve deneyimler bir sonraki kuşağa böyle aktarılıyordu. İçinde gizli aşikar mesajlar verilerek.

İnsan ilişkilerinde de bu böyle. Domates güneşte kızarsın derken sabrı öğretiyor, mantar zehirler diye de her gördüğüne kapılma mesajı veriyordu, kim bilir. Mantar deyince; mantar ile insan ilişkileri arasında ilginç bir benzetme yapılıyor, bugünlerde. Sosyal medya paylaşımlarında “Dostluk mantar yemeği gibidir. Zehirli veya zehirsiz olup olmadığı ancak yendikten sonra belli olur” diyorlar. İnsan yaş alıp, hayatın değişik evrelerinde beşeri ilişkiler kurmaya başlayınca, bu sözün ne denli isabetli olduğunu da bizzat deneyimliyor.

Memleketten çıkıp yeni bir çevreye girince, yani insan evladı gölgeden güneşe çıkıp kendi gölgesini oluşturmaya başlayınca, alışılmışın dışında yeni yaşam deneyimleri edinmeye başlıyor. Örneğin üniversite birinci sınıfta okurken, Marmara Adasından gelmiş, ailesi balıkçılıkla geçimini sağlayan bir arkadaşımız vardı. Balıktan iyi anladığını söyler; babasıyla, amcasıyla balığa çıktığı günleri, ilginç anıları bizimle paylaşıyordu. O günlerde trakonya balığının denizlerimizdeki en sık görülen zehirli balık olduğunu, canlıların dış görünüşüne aldanılmaması gerektiğini, en tehlikeli deniz canlılarının en güzel görünenler olduğunu anlatırdı. Sahilde yürürken yahut sığ sularda debelenirken iğneli (kuyruklu) vatoza çok dikkat etmeliymişiz. İğnesinin ayağımıza batması halinde ölümle sonuçlanacak istenmeyen durumlar yaşanabilirmiş. Biz merakla dinledikçe, keyfi yerine gelir; folya, iskorpit, balon, rina, varsam ve daha bilumum zehirli balık türleri hakkında ansiklopedik bilgiler verirdi.

Bir süre sonra yaş kemale ermeye başlayıp hayatın renkleri, çiçekleri ilgi alanımıza girmeye başladığında etrafta olup bitene daha bir ilgi ve merakla yaklaşır; her bir objenin ne anlam ifade ettiğini merak eder olduk. Mevlana’dan “gülün dostunun diken”; Victor Hugo’dan “hayat çiçekse, aşkın çiçek balı” olduğunu öğrendik. Gül ile dikenin sohbetine tanıklık ettik, biri insanları mutlu ederken, diğeri acı çekmeden sevgiye ulaşılamayacağını anlatıyordu. Temiz duygularla Muzaffer Akgün’ü dinliyor; bağa bülbül dadanmasının sırrına ermeye çalışıyorduk.

Zaman akıp geçtikçe “kirli çevrenin insanın ruhunu da kirlettiğini” deneyimledik. Öğrenci olaylarının, askeri müdahalelerin yaşandığı dönemlerde Pablo Neruda’nın “Tüm çiçekleri koparabilirsiniz, ama baharın gelmesine engel olamazsınız” sözünden kendi payımıza dersler çıkarmaya baktık. Saygıda asaleti, sevgide şevkati, hoşgörüde hürmeti, susmakta hikmeti, dostlukta minneti, aşkta sadakati gördük. Gönül kırıklıklarını Dario Moreno veya Juanito'nun şarkıları ile onarmaya çalıştık. Birinin bizi bulup biz ettiği, birilerinin de bizi bizden edeceği yanılsamasına karşı, devreye giren büyüklerden “Çöplükte yetişen gülden sakının; değer vermeyin” tavsiyesi aldık, olumsuz şartlarda yetişen çiçeklerden uzak durulması gerektiğini anladık. Derken, Cemal Süreyya’dan aşk, sevdanın engel tanımadığını öğrendik. Âşık Veysel’den de “Yüzü güzele kırk günde doyulacağını, huyu güzele kırk yılda doyulamayacağını”, varsa yoksa dış görüntü, yüz güzelliği, fizik diyenlere zamanın yüz güzelliğini tüketirken gönül güzelliğini artıracağı dersini aldık.

Hayatta sevenin hoşuna, çekemeyenin zoruna gitse de söylenenin aksine zamanın ilaç olmadığını, doğumu bir damla su, ölümü bir avuç toprak olan insanın ne kadar unutkan olduğunu; aşıkken, karşısındakinin kusurlarını ve zaaflarını göremediğini öğrendik. Kimi zaman da üzüldüklerimizde hayır vardır deyip, Rabbim kimsenin karşısına eş diye nasip etmediğini aşk diye çıkarmasın diye şükürler ettik. Geleneklerimizi yaşatacak, kültürümüzü sonraki kuşaklara aktaracak ama her şeyden önemlisi sevgi ile ayakta kalacak, sadakatle korunacak; adına da aile denecek kurumu aradık. Atalarımızın “Asil azmaz, bal kokmaz; kokarsa yağ kokar, onun da aslı ayrandır” tavsiyesi ile de gençlik heyecanı içinde yaşanan kimi ciddiyetsiz şartlardan, ciddî sonuçlar alınamayacağını, dikkatli olunması gerektiği dersini çıkardık. 

Sonuçta hayatta bizi önce sınayıp sonra not veren öğretmenimizin deneyim olduğunu, onun da Joseph Roux’nun ifadesi ile “kazanılan bilgiden çok, kaybedilen beklentilerden oluştuğunu” gördük. Sadece malumat olmayan bilginin ise Albert Einstein’ın deyişi ile “deneyimlerle kazanıldığını, bilmenin yolunun deneyimlemekten geçtiğini” insanın nihayetinde “yanarak kul olduğunu” öğrendik. Bunun adına da hayat dedik. Öyle...


Not: Bu yazı Europa Journal (Haber Avrupa) Gazetesinin Aralık 2020 sayısında yayımlanmıştır. http://europa-journal.net/zehirli-mantar/ (19.12.2020)

21 Kasım 2020 Cumartesi

Diliniz kimliğinizdir

Dil, genel bir ifade ile insanların ihtiyaçlarını, duygu ve düşüncelerini anlatmaya yarayan bir araçtır. Yazılı, sözlü, işaret vb. alanlarda içinde yaşanan kültüre göre gelişim ve değişim gösterir.

Günümüzde bir dilin güçlü olması veya bir başka dile göre daha üstün görülmesi; o dilin anlatım gücüyle ilişkili olmaktan ziyade, o dili kullananların sosyal, ekonomik ve siyasal güçleriyle ilişkilidir. İngilizcenin uluslar arası dil olmasının arka planında aslında bu özellikler vardır. Her kültürün taşıyıcısı kendi sosyal çevresinde günlük ihtiyacını karşılayabilecek söz dağarcığına sahiptir. Arapça konuşanlar deve, Eskimo dilini konuşanlar da kar ile ilgili onlarca farklı kelime türetmiştir. Bu çoklu anlatım o dilin zenginliğinden ziyade dili kullananların ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgilidir.

Genellikle tek dilli geleneksel hayat biçiminin hüküm sürdüğü dönemlerde kullanılan ilk ve genellikle tek dil bireyin anadili olarak tanımlanıyordu. Bu kavram; bireyin annesinin ve buna bağlı olarak doğuştan getirdiği, içine doğduğu kültürün dili olarak kabul görmekte ve anadili olarak tanımlanmaktadır. Hayatın döngüsü içinde dillerin ve kültürlerin iç içe geçmesi nedeniyle, bilimsel alanda kullanılan kavramlar da değişim göstermiş; daha çok birinci, ikinci, üçüncü dil kavramları kullanılmaya başlanmıştır. Bu sıralamada iki dilli ortamlarda yaşayan ve iki ayrı dili konuşan bireyler için iki dilli tanımı yapılmakta; anadili de bireyin annesinin konuştuğu dilden ziyade, kendini en rahat ifade edebildiği dil olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bireylerin ikiden fazla dili konuşması durumunda da çok dillilik kavramı ortaya çıkmış; hatta çok dillilerin birden fazla anadilinin olup olmadığı tartışmaları gündeme gelmiştir.

Uluslararası dolaşım ve göç hareketleri ile bireylerin farklı dilsel ve kültürel çevrelerle etkileşime girmesine bağlı olarak anadili yerine, bireyin geldiği ülke ve kökeni ile bağlantı kurularak anadili yerine köken dili kavramı da kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin Türkiye’de tek dilli ortamlarda yaşayanlar için Türkçe anadilidir. İki veya çok dillilik kuramına göre yapılan sıralamaya göre birinci dildir. Türkçeden sonra öğrenilen ilk yabancı dil; genel dil sıralamasında ikinci dildir. Bu bağlamda Türkiye’de öğrenilen Almanca yabancı dildir. Birey Türkiye’de değil de Almanya’da yaşıyorsa, Türkçeden sonra veya Türkçenin yanı sıra öğrenilen daha doğrusu edinilen Almanca ikinci dildir. Almanya’ya göç edenlerin çocuklarının evde konuştuğu birinci dil olan Türkçe bize göre anadili, yaşadıkları baskın kültürün taşıyıcılarına göre köken dilidir.

Diller arasında gidip gelmelerin yoğun olduğu süreçlerde, karşılaştırma yapılması da kaçınılmaz olmaktadır. Bazen bir dile yeterince hâkim olunamaması, o dilin zenginliği veya ifade gücüne ilişkin eksik ya da hatalı değerlendirmeler yapılmasına neden olabilmektedir. Örneğin; akrabalık ilişkileri açısından bakıldığında Türkçe ile Almanca arasında belirgin bir fark olduğu görülmektedir. Bu fark ne Türkçenin zenginliğini ne de Almancanın yetersizliğini gösterir, aksine dillerin ve kültürlerin farklı özelliklerini ortaya koyar. Almanca dayı ve amca kelimelerine karşılık Onkel; teyze hala kelimelerine karşılık olarak da Tante kullanılır. Türkçede bu kavramları birbirinden ayırmak için kullanılan bağlamın yanı sıra kimi zaman örneğin amca için Onkel väterlicherseits, dayı için Onkel mütterlicherseits gibi başka kelimelerle açıklama yapılması gerekebilir. Kayınbirader ve enişte kelimeleri Almancada Schwager ile karşılanırken, baldız ve görümce kelimelerine karşılık bir kavram bulunmamaktadır.

Hangi dil olursa olsun, dilin gücünü anlatırken ihtiyaçlara bağlı olarak üretilen kelimelerden ziyade, o dilin betimleme, anlatma becerisinin öne çıkarılması gerekir. Duygu ve düşüncelerin aktarılması yalın bir şekilde yapılabilir. Ancak konuşan kişinin ifadesine yükleyeceği derinliği, abartıyı, yoğunluğu ya da şiddeti ifade edebilmesi ancak deyimlerle mümkün olabilir. Öfkelenmek, kızmak, küplere binmek aynı türden duyguları anlatır. Şeyh Galip’in “Onlar ki kelama can verirler” dizesi bunun yalın bir örneğidir. Bunlar da dilin kültürel yönünü ortaya koymaktadır. Türkçe bu anlamda geçmişten geleceğe uzanan köklü ve unutulmaması gereken bir kültürün taşıyıcısıdır ve Türkçe konuşan her bir bireyin konuştuğu dil kültürünü ve kimliğini ortaya koyar. 

Çok dilli ortamlarda tek dilli yaşamak yerine, iki dili de çok iyi öğrenmek gerekir.  Toplumsal ve sosyal ortamlarda kabul görmek için Almanca, geçmişle gelecek arasında bağ kurabilmek için Türkçe. Unutmayın; diliniz kimliğinizdir.


Not: Bu yazı Duygu'lu Yaşam ve Sağlık Dergisi'nin Ağustos 2020 sayısında yayımlanmıştır. 
Çakır, M. (2020). Diliniz Kimliğinizdir. Neuro-Psychiatrisches Zentrum Riem. (Hrsg): Duygu'lu Yaşam ve Sağlık Dergisi.  Ağustos 2020. ss. 10-11. 

Hayat sonraları sevmez...

Aile insan hayatında çok önemlidir; adeta hayatımızın anlamıdır. Günümüzün gelişmiş iletişim araçları uzakları yakın etse de insan sevdiğini canı isteyince sarılıp kucaklayamadıktan sonra, uzaklar yakın olmuş neye yarar.  Jean-Luc Godard’ın deyişiyle “Artık sadece iletişim araçları var, iletişimin kendisi yok.”  İletişim insandan insana olduğun sürece haz verir. Aile bu anlamda sarılıp koklayabileceğin insanların olduğu, sun’i muhabbetten uzak, sevgiyle yeşeren bir sosyal ortamdır.


Aile, içinde herkesin aynı düşüncede olması yerine, bireylerin farklı düşünce ve kanılarını özgürce dile getirdiği ve bu farklılıklardan rahatsız olmak bir yana, fertlerin kişisel gelişimlerine katkı sağlanan sosyal ortamlardır. İleri sürülen farklı görüşlere katılmasak bile sahibine anlayışlı yaklaşmak gerekir. Anlayış, her derdi çözen anahtardır. Michel Foucault “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir.” diyerek, herkesin aynı düşünmesi yerine farklı düşüncelerin ufuk açıcı olduğuna dikkat çeker. İnsanlar huzuru aile içinde bulur. Bazen, özellikle ergenlik dönemindeki gençlerin zihninden geçenlerle yaşadıklarının örtüşmemesi, onları iki farklı dünya arasında serseme çevirip; yorgun, bitap düşürse de aile mefhumundan vaz geçmeye yöneltmemelidir. Bu duygu ortadan kalktığında insan kendini “Dost mu kaldı artık. Herkes menfaatinin peşinde koşar olmuş. Ne olduğuna değil, ne verdiğine bakar olmuş” diye bir yanılsamaya kaptırır. Aile biter; aile bittiğinde toplum biter.

Değerini tam olarak bilemediğimiz zamanlar olsa da her şartta yanımızda kalan, bizi sadece biz olduğumuz için seven ve karşılıksız kabul eden, ne olursa olsun bizi terk edip gitmeyen de ailemizdir. İnsan aile içinde mutlu olur yahut öyle olmalı. Aile olmak zor, aileyi yaşatmak ve ayakta tutmak daha zordur. Sabır ister, ilgi istir, sevgi ister, hoşgörü ve kabulleniş ister. Aile denilince bir başka çarpar insanın kalbi. Buna rağmen en çok da aileye karşı duygular saklanır. Aile içinde birbirimizi sevdiğimizi söylerken çokça cimri, içimizdeki öfkeyi anlatmada bonkör davranırız nedense. Mutluluğu dışarıda aramak yerine bizi sarıp sarmalayan ailemize dönmeyi nedense geç aklederiz. Charles Bukowski’nin tespitine göre, “mutsuz insanlar yorgun olur; hiçbir şey yapmak istemezler.”  Oysa hatalarımızı hoş gören, dışarıda karşılaştığımız kuvvetli fırtınalarda ayaklarımızın yerden kesildiği anlarda, huzuru ve güveni aradığımız güvenli limanımız ailemizdir.  

Aile içinde mutluluk güven duygusuna bağlıdır. Karşılıklı güven çok önemlidir. Bu duygunun bebek gibi ilgiye, bakıma ihtiyacı vardır. Kaybolduğunda  “Hayatta kimseye güvenmeyeceksin, babana bile…” demek durumunda kalır insan. Victor Hugo’ya göre. “… kime iki defa güveneceğini hesaplamalı insan.” ve insanlara ikinci bir şans verilmesi gerekir.

Paulo Coelho tam da bu anda “Hatalarım orijinal olmalı. Eğer öncekilerin tekrarıysa, hiçbir ders çıkarmamışım demektir.” derken; Arthur Schopenhauer da “Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiçbir şeyi olmayandır.” deyip, hayatta yegâne servetin para olmadığını hatırlatır. Aile bireylerimiz bizi sadece biz olduğumuz için sever ve kabul eder. Bu nedenle aile olmak dünyanın en zor ama en güzel hissidir. Bu duyguyu ancak gerçek bir aile olduğunuz zaman hissedebilirsiniz. Ne kadar muhteşem bir duygunun içinde yaşadığınızı ve bu duyguyu hayatınızın sonuna kadar asla kaybetmek istemeyeceğinizi duyumsarsınız. Bu duygu maddi menfaatlere bağlı değildir. Nazım Hikmet’in “Cebimde yoktu, yüreğimden verdim.” sözü bu paylaşıma güzel bir örnektir.

Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş da “İnsanın sevdiğini kaybetmesi, dişini kaybetmesi kadar ilginçtir. Acısını o an yaşar, yokluğunu ömür boyu.” diyerek insan ilişkilerinde sevilenin önemini anlatır. İnsan ilişkilerinde “gerek yokken yanında, ihtiyacın olduğunda uzakta” olanı değil, Tolstoy’un dediği gibi, “hayatına girdiğinde hayatını aydınlatanlara” öncelik vermek lazım, hayatından çıktığında rahatlatanları değil.

“Bazı insanlarla konuşmak, sorunlarla yüzleşmek zordur; mutlaka sen haksız çıkarsın. Çünkü onların galip gelecekleri ikinci bir yüzleri daha vardır.” diyen Bernard Shaw’ı haklı çıkarmak zorunda olmasanız da insanın bazen yaşadıkları ile yüzleşmesi gerekebilir. Aile içinde gerekli gereksiz tartışmalardan uzak durmak da hayatın huzuru ve saadeti için gereklidir. Dünyada iyilik ve kötülük birbirini dengeleyen iki terazi kefesi gibidir. Burada dengeyi bozan iyiler veya kötüler değildir. Hayat Albert Einstein’ın gözlemine göre, “seyirci kalıp, hiçbir şey yapmayanlar” yüzünden tehlikeli bir yere dönüşüyor. O nedenle, aile olabilmek, bazen hakem olmayı, uzlaştırabilmeyi de becerebilmektir.

Platon der ki “Düşünceli olun, çünkü karşılaştığınız herkes hayatta en az sizin kadar zorlu bir mücadele veriyor.” Aile içinde sorunu değil, huzuru aramalı insan, küçük şeylerde derdi değil, mutluluğu görmeli. Cemal Süreyya’nın dediği gibi; insan “Deniz gibi berrak coşkulu, alabildiğine mavi, umut dolu” olmalı.  Goethe’yi haklı çıkarırcasına, “İster kral, ister köylü olsun; dünyanın en mutlu insanı evinde huzur olandır.” Evde huzur bulmak için aile olmayı, her bir bireyin diğerine sımsıkı sarılmayı öğrenmesi gerekir. Aile içinde insanların birbirinden saklısı gizlisi olmaz. Çocukluğumuzda severek okuduğumuz Pinokyo’yu hatırlayın. “Tahta diye küçümsenen Pinokyo’nun yalan söylerken burnu uzuyordu. Şimdiki insanların yüzü bile kızarmıyor” diyen Paulo Ceolho’nun hakkını vermek lazım. 

Bu arada, dış görünüşünüz neye benzerse benzesin, nezaket sizi dünyanın en güzel insanı yapar. Hz. Ali’nin de buyurduğu üzere, “Unutmayın ki güzel bir karakter; güzel bir yüzden daha uzun ömürlüdür.”

Kinsun, “İnsanı farklı yapan, affettikleri, güçlü yapan sabrettikleri, kendisi yapan vazgeçtikleridir.” der. Bu nedenle insan ne istediğini, neyi ne zaman isteyeceğini, sınırlarını iyi çizmelidir. Bazen bütün bunları anlamak, yaşamaktan, tecrübe etmekten geçer. Bazen de her şeyi olduğu gibi kabul edip, olayları akışına bırakmak, zorlamamak lazım gelir; kim bilir?

Son olarak, aileyi ayakta tutan kadındır, annedir. M. Doğan Cüceloğlu’nun ifadesi ile “Annen yoksa, kimsen yoktur.”  Paulo Coelho der ki “Hayat bazen insanları, birbirleri için ne kadar çok şeyi ifade ettiklerini anlasınlar diye ayırır.” Annenin, kadının kıymeti de ancak ortadan kaybolduğunda anlaşılır. Her şeyi vaktinde değerlendirmek lazım gelir. Hayat yaşanması gerekenleri sonraya bırakmaz; planları bekletmez; ertelemez; akıp giden çaydaki su gibidir. Suyu dinleyin, ona karışın. Hayatın sonraları hiç sevmediğini, Heraklitos’un dediği gibi, “aynı suda iki kere yıkanılmayacağını” unutmayın. Ailenizin kıymetini bilin, birbirinizi sevin, sayın. Yaşarken sevginize sağır, yüreklere ağır olmayın. Olmayın ki ne ömürlere ne gönüllere yük olun.

Mark Twain’in dediği gibi; “Hayat öyle kısa ki tartışmalara, özür dilemelere, kıskançlıklara, hesap sormalara zaman yok. Sadece sevmek için bir an var” O an da bu an. 

Sevgiyle kalın.


Not: Bu yazı Haber Avrupa - Europa Journal Kasım 2020 sayısında yayımlanmıştır. https://www.yumpu.com/de/document/view/64920560/haber-avrupa-europa-journal-november2020 veya http://europa-journal.net/ailenizin-kiymetini-bilin/ (21.11.2020).

20 Kasım 2020 Cuma

Sevgi emek ister

Geçenlerde bir video izledim. Konuşmacı “Eşinize öyle davranın ki eve koşarak gelsin”[1] diyordu. Düşündüm de postmodern bir hayatın içinde acaba içimizden kaçımız eve koşarak gidiyor. Yoksa gün be gün “koşarak” evden kaçıyor muyuz? Bugün bu konuya, aile içi iletişime, sevgiye, saygıya değinmek istedim.


İnsanlar görece olarak gençken gelecek için bazı hayaller kurar. Bir yandan aldığı eğitimle istikbalini kazanmaya çalışır, öte yandan kendini toplum içinde konumlandıracak iyi bir yuva, aile kurmaya bakar. Geleneklerimizde “beşik kertmesi” adeti çok gerilerde kalsa da, ailelerin gençlerin bir araya gelmesine, tanışmalarına zemin oluşturarak, birbirlerini tanımalarını, geleceğe yönelik köprülerin kurulmasına vesile olmasına “görücü usulü” eş seçme denir. Bu gelenek halen devam etmektedir. Bu uygulama giderek terk edilmeye, gençler tarafından “eski moda” olarak görülmeye başlansa da uzman görüşleri, aile terapistleri bu yöntemin hala işe yaradığını gösteriyor. Buna mukabil gençler de bu kendi sosyal çevrelerinde gözlerine ve gönüllerine hitap eden ötekini bulabiliyor, anlaşarak yeni bir hayat kurabiliyor. Bu anlayış da modern yaşamın bir parçası olarak değerlendiriliyor. 

Gençler ayaklarını yerden kesildiği dönemlerde “Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın”[2] gibi şarkılara, kızlar “aynalı körük olmazsa, ben gelin gitmem”[3] türündeki türkülerle içlerindeki duyguları yansıtırken, işler sarpa sardığında sevilenin yokluğu üzerine söylenmiş türlü şarkılar, türküler gündeme geliyor. Çiftler birbirlerine olan bağlılıklarını, aşkı sevdayı kendi sosyal çevrelerine uygun kültürel motiflerle dışa vuruyorlar. “Gündüzüm seninle, gecem seninle”[4] derken de “Her yerde sen, her şeyde sen[5]” derken de uzaktaki sevgiliye “Senin kokunu bilmem. Benim ciğerlerime sadece yokluğun doldu” derken de bu böyle.


Hayaller ile gerçekler uyuşmadığı zaman; pişmanlıklar, hayal kırıklıkları da şarkılar, türküler yoluyla dile gelir, destan olur. Yıldıray Çınar’ın söylediği “Geldi geçti benim ömrüm. Ömrüm kadrini bilmedim. Bir kuş gibi uçtu ömrüm. Ömrüm kadrini bilmedim.”[6]  türküsünü dinlerken pişmanlıklarla dolu, tekrarı mümkün olmayan yaşanmışlıklar bir film şeridi gibi akıp gider. Elbette bütün bunlar boşuna söylenmemiş. Hayatın imbiğinden süzülerek damıtılmış, özgün kültürel ögeler olarak kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam ediyor. Bütün bunlar toplumsal ve sosyal hayattan çeşnisi gibi görünse de aslında bir toplumun, bir devletin yapısının oluşmasına da etkili oluyor.

Çağ açıp çağ kapayan, küçük bir beylikten cihan imparatorluğuna giden yollardan geçen güçlü bir milletimiz, kadim bir kültürümüz var. Bu kültürün çekirdeğinde her daim ailemiz, ailenin çekirdeğinde de karşılıklı sevgi ve saygı. Hal böyle olunca; dünya milletler sahnesine güçlü bir devlet olarak çıkmış, ülkeler arasındaki siyasi ilişkilerden ziyade halklar arasında kurulan karşılıklı beşeri ilişkilerde gönülleri kazanmışız. Çoğu kere zor kullanmadan uluslararası gündemi belirlemiş, davranış kurallarımız uluslararası ilişkilerde rol belirleyici olmuştur. Devletlerin ulusal çıkar kavramlarını kökten değiştirme gücü de dediğimiz bu yaklaşım, günümüzde uluslararası ilişkilerde kültürel yolla kurulan gönül köprüleriyle elde edilmeye çalışılmaktadır. Güçlü devletler, kadim kültürler kendi kültürel değerlerini ve ideolojilerini diğerlerine sevgi ve saygı ile benimseterek aktarmaya başlamışlar. Buna da milletlerin, devletlerin yumuşak gücü adı verilmiş.

Bir devletin yumuşak güce sahip olması; kendi gücünü başkalarının gözünde meşru hâle getirebilmesi anlamına gelir. Ecdadımızın cihan hâkimiyeti kurduğu zamanlar pek çok ülkeyi savaşmadan kazanması, yumuşak gücü sayesinde olmuştur. Bu yumuşak güç; “insan sevgisini” temel alan örnek aile hayatı, sosyal ve kültürel yaşam biçimi, kurduğu beşeri ilişkilerdeki özelliğiyle etkili olmuştur. Bu gücün olumlu yansıması da örneğin Avrupa kara kıtasında onlarca yıl süren savaşlardan, dini ve siyasi baskılardan bunalan halkın, kendi inançlarını rahat yaşayabileceği, barış ve huzur ortamına inandığı Osmanlı yönetimini kendi kurtuluşunun çözüm ortağı olarak görmüştür. Dolayısı ile geçmişten günümüze sağlam bir aile hayatı olan Türkler, her türlü inceleme ve araştırma konusu yapılmıştır. Türklerin aile hayatı bir zamanların Fransa’sında Turquerie (Türk modası) olarak yansımış; günümüzde de pek çok bilimsel araştırmanın konusu olmuştur.

Yazıyı bitirirken Gülay’ın “Ayrılık da sevdadandır”[7] şarkısı kulaklarımda çınlıyor. Üstat Necip Fazıl’ın “Durun kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak! Haykırsam kollarımı makas gibi açarak…” sözü aklıma geliyor. Sevgi emek ister. Aksi halde kanadı kırık kuşa dönersiniz. Her nerede yaşanıyorsa yaşansın; Türküler hayattır; Türkün yaşadığı coğrafyalarda bizi anlatır. İş işten geçmeden, sevdiğinize sevdiğinizi söyleyin. Evlerinize, sevdiklerinize koşarak gelin. Geç kalırsanız; gözyaşınız derya olsa, bülbülün güle figan etmesi, derdinize çare olmaz. “Her kuşun yuvası, yaşamaya hevesi”[8] olduğu gibi sizin de bir yuvanız, evininiz, gönlünüzün bir sultanı olsun. Bir ömür yataksız yorgansız geçmeyeceği gibi, sevgisiz bir ömür sürmek de kalabalıklar içinde yalnız yaşamaktır. Ailemizi, kültürümüzü yaşatıp, gelecek kuşakların varlığını teminat altına almak için sevginize sevdiklerinize sahip çıkın. Yolunuz aydınlık, sevenleriniz yanınızda olsun.


Not: Bu yazı Post Aktüel Bayern'in Kasım 2020 sayısında yayımlanmıştır. 

[1] Saliha Erdim’in videosuna 15.11.2020 tarihinde  https://www.youtube.com/watch?v=mbGzQRaBK8A erişilmiştir.

[2] Muzaffer İlkar’ın Nihavend makamındaki Şarkılar Seni Söyler Dillerde Nağme Adın adlı bu şarkısının Melihat Gülses tarafından yorumuna 15.11.2020 tarihinde https://www.youtube.com/watch?v=VVLX530tS-Q adresinden erişilmiştir.

[3] Sevcan Orhan’ın yorumuyla seslendirilen bu Yozgat türküsüne 15.11.2020 tarihinde https://www.youtube.com/watch?v=0T_F3zA6diY adresinden erişilmiştir.

[4] SuatSayın’ın TRT sanatçısı Ayşen Birgör tarafından seslendirilen şarkısına 15.11.2020 tarihinde https://www.youtube.com/watch?v=M7GPUyyvJqE adresinden erişilmiştir.

[5] TRT sanatçısı Ayşen Birgör tarafından seslendirilen Ekrem Güyer’in nihavend makamındaki şarkısına 15.11.2020 tarihinde https://www.youtube.com/watch?v=tFk84kkoGN0  adresinden erişilmiştir.  

[6] Erzincan yöresine ait bu türküye 15.11.2020 tarihinde https://www.youtube.com/watch?v=DQ6tnfOgCX0 adresinden erişilmiştir.

[7] Söz ve müziği Tunay Bozyiğit’e ait bu türküye 15.11.2020 tarihinde https://www.youtube.com/watch?v=R63IZhPOb9U adresinden ulaşılmıştır.

[8] Söz ve müziği Seyfi Doğanay’a ait olan ve Emel Taşçıoğlu’nun yorumladığı Ömrüm (Güz Mü Geldi Rengin Soluk) adlı şarkıya 15.11.2020 tarihinde https://www.youtube.com/watch?v=IXh1fTNSD3Y adresinden erişilmiştir.

26 Ekim 2020 Pazartesi

Duyguların dili de Türkçe

Geçenlerde bir söz okudum. “Hz. Adem ve Havva'dan bu yana, bilinmez kim yaşadı en güzel aşkı, kimi çığlık oldu dilden dile, kimi sulakta boğuldu kimi kuyu dibinde.” Sonra bir başkası içindeki yürek yangınını “Nasibimize aşk düşer inşallah!” diye dua ederek söndürmeye çalışıyordu. Birden aklıma “Güle sorma, o bilmez aşkı sevdayı” diyen Erol Sayan’ın saba makamındaki şarkısı aklıma düştü. “Ben burada yetişen gençlerin yerinde olsaydım, acaba bütün bunları Almanca nasıl söylerdim?” diye düşündüm. Onca yıl Almanca tahsil etmiş biri olarak, Türkçenin ifade ve anlatım gücü karşısında nutkum tutuldu, nefesim kesildi. “Tanrım, bizi bu şarkılardan mahrum etme” deyiverdim.

Türkçemizin gücüne bir kere daha hayran oldum. Nasıl olmayayım; âşık maşukuna “Gidip de yorulma çok uzaklara, Sen ‘sen’i gel, benim içimde ara!” diye seslenirken söz söyleme sanatının zirvesine çıkmış. Almanya’da yetişen çocuklarımız sevdiklerine bu duyguları anlatmaya kalkarlarsa, korkarım işleri hiç de kolay olmayacak.

İnsanoğlu yaşadığı duyguları dışa vurmak, boğazındaki düğümleri çözebilmek için en az bir dili çok iyi bilmeli. Hayatın bizi getirdiği bu topraklarda hem ana yurda hem de yurt edinilen yere karşı sorumluluklarımız var. Dolayısı ile çocuklarımızla birlikte yurt edindiğimiz bu yeni vatanda bir yandan evlatlarımız Almanca öğrenip bize göre daha iyi eğitim alsınlar; kısacası “Adam olsunlar!” diye çırpınıyor, öte yandan da kadim kültürümüzü unutmasınlar; farklı kültürler içinde eriyip kaybolmasınlar diye çabalıyoruz. Çocuklarımızı okuldan arta kalan zamanlarında yağmur yağmış, güneş açmış, hiç üşenmeden camilere, cem evlerine, özel kurslara, özel derslere taşıyıp duruyoruz. Avuç dolusu para harcıyor; Anadolu deyimiyle “Yemeyip yediriyor, giymeyip giydiriyoruz”. İyi yetişsinler diye yoluna yol olduklarımızdan bazıları bir yolunu bulup kendileri yok olsalar, Türk toplumuna karşı en etkili muhalefeti yapsalar da yaklaşık 60 senelik göç tarihinde Türkiye’yi ve Türk insanını en özgün özellikleri ile anlatmak için ilk günkü heyecanını kaybetmeyenler, kendilerinden önceki kuşakların açtığı yolda mücadele etmeye devam ediyor; kültürler arasında köprüler kurmaya, gönüller yapmaya çalışıyorlar.

Anadolu’ya binlerce yıl yaşamış, düğüm düğüm halı, ilmek ilmek kilim gibi çağlar ötesine dayanan kadim kültürümüzün taşıyıcısı olan ana dilimiz Türkçe, Avrupa ülkelerinde sadece konuşup anlaşmaya değil; aynı zamanda toplumun geçmişini, bugününü ve yarınlarını da güvenceye alan sigortası, bizi biz yapan, ortak bir paydada buluşturan etkili bir araç haline gelmiştir. Bu kadim dili ve dolayısı ile kültürü öğren(e)meyen çocuklarımız, Almancayı da tam olarak öğrenemez; bir kanadı kırık kuş gibi, her daim bir yerlerde, adını koyamadığı bir şeylerin eksikliğini yüreğinde hisseder. Türkçe öğrenmenin, Türkçe konuşmanın Almanca öğrenmeye engel olmadığı bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır. “Bir lisan, bir insan” diye çağlar ötesinden seslenen atalarımızın sözüne kulak verelim ve çocuklarımıza hem Türkçeyi hem de Almancayı öğretmekten vaz geçmeyelim. Çok dilli insanların gelecek vizyonu ve başarı şansları tek dillilere göre daha parlaktır. Avrupalı Türklerin çok dilli olmaları, yaşadıkları bu topraklar için de önemli bir kazanımdır. Uyum uğruna tek dilliliğe dönülmesi, göçmenlerin köken dillerini ve dolayısı ile kültürlerini bırakması halinde, Avrupalılar da sahip oldukları, ancak çoğu kere görmezden geldikleri zenginliklerinden çok şey kaybettiklerini, -kim bilir?, belki de iş işten geçtikten sonra fark edeceklerdir.

Çocuklarımıza anadilini doğru dürüst öğretemezsek, yarın bu çocuklar içinde kopan fırtınayı, aşkı, sevdayı nasıl anlatacak; sazın teli, sözün özü kaybolduğunda duygu ve düşüncelerini nasıl dışa vuracak? Hiç düşündünüz mü? Elimizi vicdanımıza koyup biraz düşündüğümüzde, biraz özeleştiri yaptığımızda, Türk toplumunda yer yer görülen aile içi iletişimsizliklerin, geçimsizliklerinin bir kısım nedeninin dil ve kültür aktarımındaki yetersizliğimizden, ana dili bilincinin giderek yok olmasından kaynaklandığını göreceğiz. Duygularımızı anlatabilmek, kendimizi ifade etmek için yurt bellediğimiz bu topraklarda konuşulan dilleri bildiğimiz kadar, ana dilimize de hâkim olmalıyız. Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu öğrenilmesi gereken dil birden fazla olmalı diyor ve ekliyor;  

“En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin / En azından üç dil / Birisi ana dilin / Elin ayağın kadar senin / Ana sütü gibi tatlı / Ana sütü gibi bedava / Nenniler, masallar, küfürler de caba / Ötekiler yedi kat yabancı”

“En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde / Canımın içi demesini / Kırmızı gülün alı var demesini / Nerden ince ise oradan kopsun demesini / Atın ölümü arpadan olsun demesini / Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini / İnsanın insanı sömürmesi / Rezilliğin dik alası demesini / Ne demesi be / Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin”

Şiir uzayıp gidiyor… Çocuklarımız bunları bilmezse, toplumumuz da kültürel açıdan bir adım ileri gidemez. Toplumların gelişimi için yeni yetişen çocukların eğitim ve kültür düzeyinin mevcut kuşakların önünde olması gerekir. Aksi halde toplumlarda çöküşler, değer yitimleri ve kimlik krizleri başlar.

Çocuğumuza Türkçeyi öğretirken kadim kültürümüzü de aktarırsak, kimi zaman “Ben şimdi uzakta hasret içindeyim, sen yoksun yanımda”, diye içli şarkılar dinleyip hüzünlenir, kimi zaman da “Neşeli gençleriz biz çibidibidip çibidibidipdip, yaşamayı severiz” şeklinde uzayıp giden coşkulu şarkılarla seviniriz. Türkçe ise yaşamaktan zevk aldığımız bu yolculukta en kadim dostunuz olmaya devam eder.

Dertleri zincir yapıp birbirine eklediğiniz, “Bu hayatın yükünü taşıyamıyorum artık” dediğiniz anlarda, can simidiniz yine Türkçedir. Bir an hayatınızdaki her şeyin kötüye gittiğini hissettiğinizde, her şeyi içinize atmaktan tükendiğinizi, takatinizin kalmadığını hissettiğinizde, belki de sizi çok iyi anlıyorum diyenlerin dahi sizi anlamadığını anladığınızda, en yakınınızdakine yabancılaşıp ortamdan uzaklaşma, terk-i diyar etme ihtiyacı hissettiğinizde, gözyaşlarınızı herkesten gizleyip içinize akıttığınızda, bütün bunları dışarıya belli etmemek için yaratana sığınıp, içten dua ettiğinizde güç kaynağınız yine Türkçedir.

Çevreye “Ben iyiyim!” mesajı vermek durumunda kaldığınız anlarda, biri gelip yanı başınıza oturup “Haydi dostum!” deyip yardım elini uzattığında; sorunlar tam anlamıyla çözülmese bile sizi rahatlatan Anadolu insanının yüreğinden kopup gelen, ana dilinde söylediği türküler, bozlaklar, şiirler, şarkılar Türkçe olacaktır. Denemesi bedava. Dileyen Avrupalı Türklerin yaptığı, buram buram Anadolu kokan düğünlere gitsin, kendi gözleri ile tanıklık etsin. Orada göreceğiniz hemen her şey Anadolu kültürünün dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılan, aktarıldıkça damıtılmış, değerlerden değer üretilmiş birer sembol, somut olmayan kültürel bir mirastır. Geçmişten alınıp, geleceğe borç olarak ödenmesi gereken bu kültürel miras, dille yaşar. Bu geçmişten ödünç alınan bu mirası yaşatmak için “Bunlar benim!” diyebilecek özgüvene ve cesur yüreğe sahip olmak; bu duyguyu en iyi şekilde anlatabilmek için de hem Türkçeyi hem de Almancayı iyi bilmek gerektiği unutulmamalıdır. Çok dilliliğin avantajını sizi anlamayana, öteki görene hak ettiği cevabı verirken duyduğunuz mutluluğu ve huzuru iliklerinize kadar hissedeceksiniz.

Şair boşuna en az üç dil öğrenmeyi tavsiye etmiştir. Bunlardan ilki anadilimiz Türkçe, ikincisi yurt edindiğimiz ülkenin dili üçüncüsünü siz iyi bilirsiniz. Bitirirken sözü Şair Eyüboğlu’na bırakalım: “En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde / Ana avrat dümdüz gideceksin” ki haksızlıklar karşısında “dilsiz şeytan” rolüne bürünmeden ben de varım diyebilesiniz.

O halde, dilimiz kimliğimizdir, ona sahip çıkalım! 

Not: Bu yazı Haber Avrupa Ekim sayısında yayımlamıştır. URL: http://europa-journal.net/duygularin-dili-de-tuerkce/

24 Ekim 2020 Cumartesi

Hürmet etmek saygı göstermek

 Bizim kültürümüzde geçmişten bize miras kalan ve geleceğe devretmek için itina ile korunan, adeta gelecek kuşaklara devredilecek emanet muamelesi gören değerlerimiz, hasletlerimiz vardır. Bunlardan biri de hürmettir. Biz millet olarak hürmet etmeye, saygı göstermeye ayrı bir anlam yükleriz.


Hürmet; lügatlerde, sözlüklerde bir şeye veya bir kimseye değer vermekten ileri gelen ölçülü davranma hissi, çekinme ile karışık bir sevginin verdiği dikkat ve îtinâ gösterme duygusu, saygı olarak tanımlanmaktadır.

Hürmet etmek ise; “saygı göstermek, saymak” anlamlarında kullanılıyor. Gazeteci, yazar Burhan Felek de bir yazısında Gurbetteki Türkler’in üzüntüsü bizden fazla oluyor, hürmet edelim derken, bu kelimenin kullanımından güzel bir örnek vermiş.

Bizde, kültürümüzde, kendimizden yaşça veya makam olarak ileri gelenlere hürmet edilir; saygı gösterilir. Evimize gelen misafirlerlere âilenin ve an’anenin gerektirdiği hürmet ve îtibarda da kusur edilmez. Bir kişi ile karşılaştığımızda, ondan veya bazı davranışlarından hoşlanmasak bile yaşına hürmeten saygı gösteririz.


Bu bağlamda; başkalarına karşı kibar, düşünceli davranma, karşısındakini düşünüp hakkına riâyet etme duygusu bize saygının ne olduğunu pek güzel anlatıyor.

Günümüzde insanlar hemen her şeyin fiyatını kılı kırk yararak öğrenmeye çalışırken, değer kavramını unutmaya başladıkları dikkatlerden kaçmıyor. Bir ürünün fiyatı ile değeri aynı görülüyor. İki kavram arasındaki fark neredeyse unutulmaya yüz tutmuş.

Hassas, kibar davranışlar beklediğimiz insanların bunun aksi bir davranış sergilemesi halinde yaşadığımız hayal kırıklığını anlatmak için Kalıbının adamı değilmiş derken onun nefsinin dışarıya dönük olan ve bizi rahatsız eden kısmına vurgu yaparız. Değer; sözlüklerde bir şeyin taşıdığı maddî varlığa göre değdiği karşılık, hakkında biçilen kıymet, bedel olarak açıklanır. Fiyat ise daha çok alış verişte bir şeyin para olarak değeri, ederi, bedeli, pahası olarak bilinir. Burada birini yadırgarken kullandığımız ifade ile farkında olmadan bilinçaltımıza yerleşen, geçmiş kuşaklardan devraldığımız değerler eğitimine gönderme yaparız.

Değerler eğitimi deyince, hangi milletten, hangi kültürden olursa olsun, insanın canlılar arasında insan olarak farkını ortaya koyan ve onun kimliğini, kişiliğini oluşturan kültürleme sürecini anlarız. Bu süreçte insanın bilen ve bildiğini hayata geçiren olmak üzere iki özelliği vardır. İnsanın bu iki özelliğini yönetmesi ise aklı ile yakın alakalıdır. Bu özelliklerden ilki insanın bedeni; ikincisi de insanın iç dünyası, ruhu ile alakalıdır. İnsan bedeninin arzularını yok sayamaz, ancak tutsağı da olmamalıdır. İç dünyasına yönelik gücünü ise yani aklını kullanarak kontrol altında alabilir, geliştirebilir. Akıl; insanı düşünce ve ihtiyaçları doğrultusunda belli eylemlerde bulunmaya yöneltir. İnsanın bedeniyle ilgili dürtüleri de aklının emrindedir. Eğer kişi bedeninin nefis ve arzularını yöneten güçlerine engel olamazsa, kötü alışkanlıklar edinir; tersi olursa da insanın fazileti, erdemli yönü ortaya çıkar.

İnsanın ruhu ile bedeni birbiri ile ilişki içinde olsa da ruh, aslında bedende misafirdir. Beden insanın görünen suretini oluşturur ve ruh ile anlam, varlık kazanır. Buna karşın ruh, bedene ihtiyaç duymaksızın varlığını sürdürebilir. Beden ve kalp, ruh için birer barınaktır. Ruh sevgiyi, adaleti, insani veya manevi duyguları düşündüğü zaman beden ürperir. Buna karşılık bedenin bitip tükenmeyen gündelik taleplerinden de ruh etkilenir; körelir. İnsanın doğuştan itibaren içinde bulunduğu kültürel süreçlerde edinmesi gereken maddi ve manevi değerlerine yabancılaşır.

Toplumsal ve sosyal hayatta ruhu körelmiş, hassasiyetini kaybetmiş insanlara bazen “kalıbının adamı değil” derken aslında bu aktarılması gereken değerler eğitiminin bir yerlerde kesintiye uğramış olduğunu da görürüz.

Değerlerimizin eğitimi ve aktarımı dil ve maneviyatla olur. Dil giderse, din de gider. Kendi haline bırakılan eğitilmemiş bireyler, ne içinde yetiştiği halde aidiyet duymadığı olduğu topluma ne de ait olmak istediği halde aldığı değerler eğitiminin yeterli görülmemesi ve toplum içinde ötekileştirilmesi nedeniyle kabul görmediği topluma değer katar. 

Değerler ancak toplumsal ve sosyal hayatta ötekine hürmet ederek, saygı göstererek kazanılır; aktarılır. Hürmet etmeyen hürmet görmez; fiyat bilip değer bilmeyene, saygı bekleyip saygı göstermeyene itibar edilmez.


Not: Bu yazı Post Atüel Gazetesi Ekim 2020 sayısında yayımlanmıştır.
Mustafa Çakır (2020). Hürmet etmek, saygı göstermek. Post Aktüel Gazetesi. Ekim 2020, s. 2.


26 Eylül 2020 Cumartesi

BY PROTOKOL Eylül 2020 Söyleşi

TC Münih Başkonsolosluğu Eğitim Ataşeliği Gurbetçilerin Yanında 

1)    Önce eğitim ataşeliği hakkında biraz bilgi verir misiniz? Münih Başkonsolosluğu Eğitim Ataşesi olmak size ne gibi sorumluluklar yüklüyor?

Eğitim ataşesi denildiğinde; yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti Başkonsoloslukları nezdindeki yurt dışı ihtisas birimlerinden biri olan eğitim ataşeliklerinde sürekli olarak görevlendirilen ve eğitim ataşesi kadrolarında görev yapan diplomatik statüyü haiz personel anlaşılır. 

Eğitim ataşesinin görev ve sorumluluklarını özetlersek; ataşe, öncelikle görev bölgesindeki eğitim hizmetlerinin daha iyi yürütülmesini ve geliştirilmesini sağlamakla yükümlüdür. Görev bölgesinde bulunan her derece ve türdeki okullarda okutulan Türkçe ve Türk Kültürü Dersi öğretmeninin Türkiye’den temini, derslerin koordinasyonu ile ders kitapları ve diğer araç-gereçlerin zamanında temini için ilgili birimler ile eşgüdüm içinde çalışır. Açık Öğretim Lisesi ve diğer eğitim kurumlarında yapılan sınavlar ile Yükseköğretim Kurulu tarafından yapılan sınavların zamanında ilgili kurumlara duyurulmasını, sınav yerlerinin temini ve sınavların organizasyonu ile bunların sağlıklı bir şekilde yapılmasını sağlar. Görev yaptığı ülke makamları ile imzalanan ikili anlaşmalar, protokoller, mutabakat zabıtları ve daimi komisyon toplantılarının gerçekleştirilmesini, alınan kararların uygulanmasını takip eder ve değerlendirmesini yapar. Ortak Türk Dili ve Türk Tarihi alanlarındaki çalışmaların yaygınlaştırılmasını ve yararlı bir şekilde yürütülmesi için çalışmalarda bulunur. Öğrenim görmek üzere bulunduğu ülkeden ülkemize gelecek öğrencilerle ilgili olarak seçim, sınav, denklik ve benzeri iş ve işlemleri yürütür. Öğrenim görmek üzere görev bölgesine gelen Türk öğrencilerle ilgili her türlü işlemleri yürütmek, istatistiklerini tutmak, ülke yetkilileri nezdinde sorunlarının çözümü yönünde girişimlerde bulunmak gibi görev ve sorumluluklar taşır. Bağlı olduğu Başkonsolosluk görev bölgesinde Eğitim Ataşesi olarak bu ve ilgili mevzuatta verilen diğer görev ve sorumlulukları yerine getirmeye çalışır.

2)    Almanya’da yaşayan Türkler ve Türk kökenli Alman vatandaşlarına yönelik çalışmalarınız oluyor mu? Oluyor ise ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?

Almanya Federal Cumhuriyeti’nde bu ülkedeki kuruluşlarla eğitim alanında ilişkileri geliştirmeye çalışıyoruz. Türkiye kökenli Almanlara yönelik önemli çalışmalarımız arasında Türkçe ve Türk Kültürünün sonraki kuşaklara aktarılması için çalışıyor; bu amaçla ülkeye gönderilen Türkçe öğretmenlerinin Alman okullarında öğrenim gören Türk çocuklarına Türkçe ve Türk Kültürü Dersi verebilmeleri için gerekli araştırma, inceleme ve uygulama faaliyetlerini sürdürüyoruz. Halen görev bölgemizde 39 öğretmenimiz görev yapıyor. Bu dersler tamamen Başkonsolosluğumuzun sorumluluğu ve himayesinde olup Eğitim Ataşeliğimizin koordinasyonuyla Türkiye'den gelen uzman alan öğretmenleri tarafından verilmekte olup; görev bölgemizdeki Alman muhataplarımızla geçmişe dayalı köklü ilişkilerimizi geleceğe taşımak üzere karşılıklı anlayış, saygı, iyi niyet ve işbirliğine dayalı olarak çalışılmakta, bütün kurum ve kuruluşlarla nitelikli işbirliklerimiz sürdürülmektedir.

Öte yandan görev bölgemizdeki vatandaşlarımızın Alman okul sistemi içinde yarım kalan eğitimlerini Türk eğitim sistemi içinde sürdürebilmelerini teminen MEB Açık Öğretim Ortaokulu, MEB Açık Öğretim Lisesi, MEB Mesleki Açık Öğretim İmam Hatip Lisesi gibi okulların öğrenci kayıt işlemleriyle ilgili bilgilendirme ve süreç yönetimi ile anılan okulların sınav organizasyonları ataşeliğimizce yapılmaktadır.

Türkiye’deki üniversitelerimizin açık ve uzaktan öğretim yapan birimleri ile örgün eğitim verilen birimlerine alınacak öğrencilerin seçme sınavı organizasyonlarında yerel paydaş olarak görev yapmaktayız. Anadolu Üniversitesi tarafından Batı Avrupa ülkelerinde mukim Türklere ve Türk soylulara yönelik açık yükseköğretim programlarının her türlü duyuru ve sınav organizasyonlarında yerel paydaş olarak vatandaşlarımıza hizmet vermekteyiz.

Sosyal ve kültürel çalışmalara paydaş olarak katılıyor, görev bölgemizdeki Türk veli dernekleri ile birlikte milli bayramların, özel günlerin anma, kutlama etkinliklerini planlayıp yerel paydaşlarla uyguluyoruz.

Alman yerel makamları ile görüşerek, eğitimle ilgili konularda ortaya çıkan sorunları istişare ediyor; yerinde çözüm üretmeye çalışıyor; eğitim diplomasisi görevi yapıyoruz.

3)    Türklerin Alman kamuoyundaki imajı hakkında ne düşünüyorsunuz? Çok uzun süredir entegrasyon tartışmaları yapılır; entegrasyon sizce iyi bir şey midir? Bugün Almanya’daki Türklerin bu konudaki durumu ne aşamadadır?

Bunlar tartışmalı konulardır. Şurası unutulmamalıdır ki Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkiler geçmişi oldukça eskilere dayanan, köklü bir yapıdadır. Günübirlik olaylarla ilişkilerin seyri hakkında fikir yürütmek, sahiplerini doğru sonuca ulaştırmaz. 1790’da Prusya Krallığı ile bir barış ve dostluk anlaşması imzalayan Osmanlı İmparatorluğu, özellikle II. Abdülhamit döneminde Almanya ile askeri ilişkilerini geliştirmiştir (Türkiye-Almanya Federal Cumhuriyeti arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkiler ile ilgili kronolojik bilgi için Dışişleri Bakanlığımızın www.mfa.gov.tr adresine bakılabilir).

Türkler Alman kamuoyunda çalışkanlığı, misafirperverliği ile bilinir. Birinci kuşak Türklerden her birinin hayatı ayrı bir başarı öyküsüdür. Dolayısı ile genelleme yaparak iyi veya olumsuz imaj çizmek doğru olmaz. Zaman zaman aydınlık, güneşli; zaman zaman sisli bir hava olduğu söylenebilir. Farklı toplumsal katmanlara ve bakış açınıza göre sonuç çıkarabilirsiniz. Ama şurası bir gerçek ki birinci kuşak Türklerden sonra bugün Almanya’da devletin üst düzey makamlarında yönetici olan, kültür ve sanat hayatında önemli kariyerleri olan, Türkiye’de adı sanı bilinmeyen epey Türk vardır. Bunların Türkiye ile ilişkilerini canlı tutmak ve Türk Alman ilişkilerine olumlu kazanımlar elde etmek de bizim görevimizdir.

Entegrasyon konusuna gelince; entegre olmak, olmak bütünleşmek ve uyum sağlamak olarak tanımlanmaktadır. Bireylerin yaşadıkları çevreye, girdikleri ortama uyum sağlamaları anlamında kullanılmaktadır. Toplumsal ve sosyal hayatın içinde, farklı sistemlerin birbiriyle uyumlu şekilde çalışabilmesi olarak da kullanılır. Bu uyum durumunda karşılıklı kabul ve farklılıklara saygı ilkesi çerçevesinde olmalıdır. Bir dişli çark sisteminde, örneğin bir aracın şanzumanında, bir dişlinin diğer dişlilere uyumu için karşılıklılık ilkesi esastır. Bunun aksi durumda, yani bir tarafın diğerine uymasının beklenmesi, motorun düzenli çalışmasını engeller; toplumsal ve sosyal hayatta da bireyler sadece ötekinin değerlerini kabul etmeye zorlanması halinde, zaman içinde kendi değerlerini unutur. Bu durum aslında kültürlemeden asimilasyona uzanan bir süreçtir ve son durağı asimilasyondur. Asimilasyon ise bir potanın içinde erime anlamına gelir. Kendi özelliğini yitirir ve karışımın hükmü fazla geçmeyen bir parçası halinde yoluna devam eder. Türklerin durumu nedir? Türkler Almanya’ya bizim anladığımız anlamda, dilini öğrenerek, kültürel değerlerine saygı duyarak, paylaşımcı ve paydaş girişimleri ile işte ve sosyal hayatta uyum sağlamıştır.  

4)    Son dönemde Almanya’ya göç eden genç nüfus oranı nedir? Bu insanlarımızın eğitim odaklı ihtiyaçları nelerdir? Türkiye olarak bu konuda neler yapabiliyoruz?

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), tarafında yayımlanan "Uluslararası Göç İstatistikleri" incelendiğinde ülkemizde her dönem belli bir hareketliliğin olduğu görülmektedir. Hazırlanan son raporda yurt dışından Türkiye’ye 466 bin 333 kişinin, Türkiye’den yurt dışına ise 253 bin 640 kişinin göç ettiği görülmektedir. TÜİK verilerine göre; Türkiye'den yurt dışına giden nüfusun 136 bin 740'ı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyken 187 bin 178'ini yabancı uyruklu nüfus oluşturdu. Gelenlerin ve gidenlerin ağırlıklı oranı 25-29 yaş grubu gençlerden oluşmaktadır (Bkz.: Türkiye Göç İstatistikleri (TÜİK 2018)).

Almanya’ya gelen gençlerin önemli bir kısmının eğitim amaçlı geldiği görülmektedir. Bu da bizim için önemli bir kazanımdır. Bunların yanı sıra Almanya’da bu yılın Mart ayında yürürlüğe giren yabancı kalifiye eleman istihdamına yönelik yasa ile Türkiye’nin yanı sıra başka ülkelerden de yetişmiş elemanların Almanya’ya gelmeleri teşvik edilmektedir. Korona sonrası yeni dönemde sürecin nasıl işleyeceğini birlikte göreceğiz.

Federal İstatistik Dairesi'nin verilerine göre, 2016'da Almanya'ya göç edenlerin yüzde 1,5'ini Türkler oluşturuyor. Buna göre, Türkiye'den Almanya'ya göç edenlerin sayısı 2015'e kıyasla 4 bin 941 artarak 28 bin 639 olarak belirlendi. Buna karşılık 24 bin 678 Türk vatandaşı Almanya'yı terk etti.

 5)    İnişli çıkışlı bir siyasi hat üzerinde, Türkiye-Almanya arasındaki siyasi ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Otuz beş seneden bu yana Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkileri araştıran, Alman dili ve kültürünü iyi bildiğini düşünen biri olarak kişisel kanaatim; İngiltere'nin 1800'lü yıllarda yaşamış eski Başbakanlarından Lord Palmerston’tan farklı değil. Palmerston "İngiltere'nin ebedi dostları ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır" diyor. Diplomaside ve uluslararası ilişkilerde pragmatizmi merkeze alan bir süreci dikkatlerden kaçırmamak gerektiğine inanıyorum. Devletler arasındaki dış politika ilişkilerinde her zaman bir esneklik vardır. Devletler insani duygularla hareket etmezler. Belli ilkeler çerçevesinde kendi menfaatlerini gözeterek düşünürler. Dolayısı ile geçmişteki mutlak “dost” veya “düşman” kavramı artık geçerliliğini yitirmiştir. Almanya ile ilişkilerimizi geçmişten gelen ilişkiler ve bugün Almanya’da yaşayan üç milyona yakın Türk varlığını göz önünde bulundurarak gerçekçi bir temele dayandırmalı ve buna göre yönlendirmek durumundayız. Almanya için de aynı durum geçerlidir. Dünya artık çok aktörlü, değişkenli, gücün merkezinin sürekli hareket ettiği bir yapıya dönüşmektedir ve bu yapı da devletler arasında “mutlak” ilişkileri zaman zaman geçersiz, anlamsız kılmaktadır. Bizim için önemli olan, Almanya ile hangi konu veya konularda ne kadar yol yürüyebileceğimizi iyi kestirmek ve buna uygun bir müttefik ilişkisi kurmaktır. Güç birliği yapıldığında her iki ülkenin de önemli kazanımları olacağı açıktır.

 6)    Almanya’da yaşayan Türklerin Alman kültür-sanat ve edebiyatına yaptığı katkılar var mı?

Elbette, işçi göçüyle birlikte her şey belli bir süreç içinde gelişti. Türkiye’den 1961’de yola çıkan 93 kişilik işçi kafilesiyle başlayan Almanya’daki büyük değişim bugün artık açık bir şekilde gözüküyor. Türkler deneme yanılma yoluyla özellikle ‘80’li yıllarda “benim de anlatacak bir öyküm var” deyip parasını bastırıp yayınlayarak belli bir birikimi oluşturdular. İçlerinden bazıları zamanla kültür sanat ve edebiyat alanında önemli mesafeler aldılar.  Bugün Wikepedia açık kaynağında Almanya’da Türkçe-Almanca yazan üç yüzün üzerinde isim sayılmaktadır. Bunların arasında, Yücel Feyzioğlu’nin tespitiyle ilk edebi eser Bekir Yıldız’ın 1966 yılında yayımlanan “Türkler Almanya’da” adlı romanıydı (Bkz.: die Gaste, S. 4, Kasım-Aralık 2008). Daha sonra Fethi Savaşçı fabrika yaşamını betimleyen bir dizi öyküler, şiirler, anılar ve bir de roman yayınladı. Bunlar arasında “İş Dönüşü” (1972), “Özel Ulak” (1973), ”Makinalar Çalışırken” (1983) adlı kitaplarını anabiliriz. Burada yetmişli yıllarda tanınmaya başlanan Yüksel Pazarkaya’nın “Oturma İzni” öykü (1977), “Ben Aranıyor” (1989) romanını unutmamak gerekiyor. Aras Ören de üç kitabı bir arada “Berlin Üçlemesi”nde, “Gündoğduların Yükselişi” romanında göç konusunu işledi. Güney Dal ve Aras Ören de döneme iz bırakan yazarlar. Habib Bektaş ise yazdığı “Cennetin Öteki Yüzü”, “Hamriyanım”, “Gölge Korkusu” gibi romanlarıyla, önemli roman ödülleri aldı. Sıtkı Salih Gör’ün “Yaban El” ile “Kehribar ile Tuğra” adlı kitapları duygu yüklüdür. Gültekin Emre ile Yaşar Miraç Türkçeyi zenginleştirerek şiirlerini damıtıyor, yazmaya devam ediyorlar. Ali Özenç Çağlar’ın öyküleri, şiirleri olgunlaşarak yayınlanıyor. Özgen Ergin’in “Şarlo Kemal”ini anmalıyım. Bunlar Elli yaş sınırında ya da ellinin üstünde olan sanatçılar ve Almanya’da yeşeren Türk edebiyatının ilk akla gelen temsilcileri.

Basım yayım ihtiyacını Türkiye’den karşılamak zorunda olan Türkler zaman içinde kendi üretimlerini yayına dönüştüren yayınevlerini de kurdular. Bunların arasında İnfograph, Dağyeli, Talisa, Ortadoğu, Önel ve Anadolu Verlag’ı sayabiliriz. Yerel kaynaklarla veya Türkiye’deki medya kuruluşları ile bağlantılı çeşitli dergiler, gazeteler de yayımlandı ve yayımlanıyor.

Bu arada yazarları besleyen Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi ile Oberhausen Bezek Edebiyat İşliğini anmak gerekir. 

Bunların dışında Almanca yazan ve oldukça başarılı olan Türkler de var. Zafer Şenocak, Feridun Zaimoğlu, Emine Sevgi Özdamar, Zehra Çırak, Osman Engin, Akif Pirinççi Alman okurunu etkileyen ve artık klasikleşen yazarlar. Bunlara ek olarak genç kuşağın temsilcilerinden Deniz Aykanat gibi Almanya’da doğup büyüyen yeni kuşak Türkler de edebi eserler üretiyorlar. Bunlardan bazıları önemli edebiyat ödüllerini aldılar. Akif Pirinççi’nin polisiyeleri Almanya’da en çok satan kitaplar arasında yer aldı. Almanca yazanların sayısı giderek artıyor. Hatta bunlardan bir kısmı, özellikle 1990’lı yıllarda doğanlar, bugün Alman kültürün dinamik bir parçasını oluşturuyor. Kendini daha çok Alman hisseden ama göçmen kültürünün de izlerini taşıyan genç bir kitlenin, içinde yaşadığı topluma kattığı bir zenginlik olarak dikkati çekiyorlar. Artık Alman medyası dışında New York Times’da, Herald Tribune ve Le Monde’da, Almanya’daki Türk sanatçılarla ilgili röportajların yayınlanması bir tesadüf olmaktan çıktı (Bkz.: Hürriyet Gündem: Alman sanatında Türk fırtınası. 21.02.2004).

Sinema alanında Fatih Akın’ın Berlin Film Festivali’nde kazandığı ödül de bu açıdan bir tesadüf değil. Genç Almanlar, Türk asıllı Almanların müziğini dinliyor, yaptıkları filmlere gidiyor, yazdıkları kitapları okuyor. Türk asıllıların getirdiği göçmen kültürü, Alman sanatına bir dinamizm katıyor. Renan Demirkan; çocukluğundan beri Almanya’da yaşıyor. Çok ünlü bir tiyatro sanatçısıdır. Yazdığı oyunlar ve romanlarla Almanya’nın en popüler yazarları arasında gösteriliyor. 1998’de Almanya Liyakat Nişanı’nı aldı. Köln’ün Kültür Elçisi oldu.

Almanya’ya göç bundan 60 sene önce başlamadı. Göç, Almanya’yı memleketleri olarak kabul eden nesille birlikte başladı. Bunun doğal sonucu olarak sanatsal çalışmalar hemen her alanda yeni yeni uç veriyor.

7)    Genç Türk akademisyenlerin gelişimine dair yaptığınız çalışmalar nelerdir?

Üniversitede görev yaptığım yıllarda çalıştığım eğitim fakültesinin kurullarında, anabilim dalı başkanlığı, yüksekokul müdürlükleri, araştırma merkezi müdürlüğü, üniversite senatörlüğü gibi görevlerde bulundum. Bu dönemlerde gençlerin lisansüstü eğitim almaları konusunda çalışmalarım oldu. Değişik programlarda dersler verdim, lisansüstü düzeylerde tezler yönettim.

Anadolu Üniversitesi’nin Batı Avrupa Açık Yükseköğretim Programlarının açılmasından bir süre sonra üniversitenin Köln’deki Batı Avrupa Bürosu’nda beş yıl süreyle görev yaptım. Mevcut hizmet binasının alımından, bugün sunulan hizmetlerin önemli bir kısmı, bizim içinde yer aldığımız ekip tarafından başlatıldı. MEB Açık Öğretim Lisesi ve Açık Öğretim Ortaokulu Batı Avrupa Programları da yine bizim 1990’lı yıllarda başlattığımız ve halen devam eden uygulamalar. Bu programlar sayesinde pek çok gencimiz, vatandaşımız yarım kalan eğitimlerini tamamlama ve çalışma hayatında daha üst pozisyonlarda yer edinme imkânına sahip oldular.

Türkiye’deki üniversitelerde çalışacak genç bilim insanlarından bir kısmını lisansüstü eğitimlerini görev bölgemizdeki üniversitelerde almaktadır. Bu gençler MEB tarafından 1416 sayılı Kanun uyarınca yükseklisans ve doktora öğrenimi görmek üzere devlet bursiyeri olarak gönderilen gençler; öğrenimlerinden sonra Türkiye’ye dönerek ülkemizin değişik üniversitelerinde öğretim elemanı olarak görev alacaklar. Bu gençlerin akademik, idari danışmanlıklar da Ataşelik olarak bizim görev ve sorumluluğumuzda.

 8)    Pandemi süreci sizi ve çalışmalarınızı nasıl etkiledi?

274 devlet okulu, 2 özel okul ve 2 STK olmak üzere 281 kurumdan 2638 öğrenciye 41 öğretmenle yüz yüze verdiğimiz Türkçe ve Türk kültürü dersi pandemi süresince uzaktan öğretime dönüştü. Bölgemizde görevli öğretmenimizin katkısı ile hazırladığımız uzaktan öğretim materyalleri yine Ataşeliğimizce oluşturulan bir öğrenme portalinde birleştirildi ve öğrencilere dersle ilgili uzaktan öğrenme materyallerine ulaşma imkanı sağlandı. Bu dönemde derslerimize katılım örgün eğitim kadar yoğun olmasa da çalışmalarımız öğretim yılı sonuna kadar kesintisiz devam etti. Ulusal günler ile milli bayramlarımız sanal platformlarda kutlandı. Ayrıca öğretmenlerimizin yaşadıkları ortamdaki durumlarını anlattığı küçük anılar, anekdotlar birleştirildi ve yapılan seminer çalışmaları programı ve anlık korona bültenleri ile bunlara bağlı yeni çalışma takvimimizin yer aldığı Bavyera Eyaletindeki Eğitim ve Sağlık Çalışanlarından Korona Günlükleri adlı bir kitabı tarihe not düşmek adına yayına dönüştürdük. Bunun dışında kovit-19 salgınının Türkçe ve Türk Kültürü Dersine etkisinin bilimsel olarak ortaya koyulduğu bir araştırma da tamamlanmış olup, raporlaştırılma süreci devam etmektedir.

25 Eylül 2020 Cuma

Türk Efendisi

Efendi sözü Türkçemizde Efendi, Efendim, Efendimiz, Efendi Hazretleri, Paşa Efendi, Beyefendi, Hanımefendi gibi her haliyle efendilik ifade eden, hatta efendi millet deyiminde bütün Türk ulusunun asil unvanı olarak kullanılmıştır. 

Sözcüğün aslı, eski Yunancada authentes ve Rum telaffuzunda aftendis’dir. Başlangıçta “mutlak hâkim” veya ‘bir kölenin ya da bir cariyenin sahibi’ demekti.

Türkçede XIII. yüzyıldan beri kullanıldığı görülen efendi kelimesi, bugünkü yazılı kayıtlara göre, önce Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin kızı Melike Hatun için söylenmiş; halk ona efendimizin kızı diyerek saygı ve sevgisini göstermişti. Kelimeyi XV. asırda İstanbul Fatihi Sultan İkinci Mehmet’in kendisi için kullandığını bu hükümdarın Galata ahalisine verdiği Rumca fermanda görmek mümkün.

Efendi, bu yüzyıllarda Türkçe çelebi sözcüğüyle yan yana veya kimi durumlarda onun yerine kullanılmış; daha sonra okuma hayatında yükselerek, ‘ilim ve irfan sahibi olmuşlara’ ısrarla efendi denmiştir. Bu kullanım daha sonra geniş ölçüde yayılmıştır.

Evin efendisi, evin beyi, sahibi demektir; efendi adam, edepli, terbiyeli, iyi insan anlamındadır; sözcük paşa efendi, beyefendi, hanımefendi hitapları ile saygı için kullanılır; geçen yüzyıllarda İstanbul Kadısı’na onun hem kültür seviyesini hem de önemli mevkiini ifade eden bir unvan halinde İstanbul Efendisi denirdi. Bugün hala asil davranışlı terbiyeli ve kendisine hürmet duygusu veren insanlara, örneğin tam bir İstanbul efendisi denilmesi bundandır. Böylelerine geçmiş yüzyıllardaki benzerlerini düşünerek, eski zaman efendisi diyenler de oluyor.

Okullarda öğrenciler öğretmenlerine hoca efendi diye seslenirken, öğretmenler de öğrencilerini efendi diye çağırırlardı. Yakın zamana kadar, öğrencilerin kendilerini çağıranlara “Efendim!” diye seslenmesi ya da bugün insanların kendilerine seslenenlere aynı şekilde, “Efendim!” diye karşılık vermesi, bu saygının söze yansımasının hoş bir göstergesidir.

 ‘Türk ulusunda asalet unvanı’ olarak kullanılmış bu söz; zamanla “anlam yitimine uğramış” ve kendini bilmez, kimi sonradan görmeler tarafından bir kişiyi küçük göstermek için müstehzi bir ifade ile maksadı dışında kullanılmaya başlanmış; pasif agresifler tarafından kimi iş ortamlarında “psikolojik terör” veya “duygusal saldırı” maksadı ile kullanılan sıradan bir mobbing sözü haline dönüşmüştür.

Bu yolla hitap edilen kişinin “itibarına” da saldırıda bulunulduğu yanılgısına düşülmektedir. Çünkü bu anlayışa sahip olanların dilinde Bey, hizmet alan; Efendi ise hizmet edenler için kullanılmaktadır. Bu yolla “statü” kaybettirilenlerin (?), duygusal tacize maruz kalanların, kadim geleneği yaşatan bu kelimenin anlamını bilerek, bilinçli bir şekilde karşı çıkmaları, dik durmaları halinde, saldırganlar da tipik bir pasif saldırgan davranışını sergileyerek geri adım atacaklardır. Hatta bu pasif saldırganlar, kötü davranışlarını örtmek için toplum içinde uygun ortamlarda muhataplarına bu defa anlayışlı ve samimi davranışlar sergileyerek, bu sözün masumiyetine gizlenmeye çalışıp, yeniden sahte dostluk mesajları vermeye başlayacaklardır.

Dil yaşayan bir canlıdır. Kelimelerin de insanlar gibi belli yaşları vardır ve kuşaktan kuşağa aktarılmadıkça ölür, anlam yitimine uğrarlar. Önemli olan kelimeleri eskidi diye kullanım dışı bırakmak yerine her birine uygun kullanım alanı açarak yaşamalarını sağlamaktır.


Not: Bu yazı Post Atüel Gazetesi Eylül 2020 sayısında yayımlanmıştır.
Mustafa Çakır (2020). Türk Efendisi. Post Aktüel Gazetesi. Eylül 2020, s. 2.

21 Eylül 2020 Pazartesi

Ad Hominem

Bu defa farklı bir başlık okuyorsunuz. Argumentatum Ad Hominem (kısaca Ad Hominem), safsatanın yahut kuru sıkı palavra atmanın Latincesidir. Yazıda bilimsel bilgi ile safsatanın ayrımı anlatılmaya çalışılacak.


İnsan, zihninde kendi edindiği bilgiler bağlamında bir gerçeklik oluşturur ve çevresindeki olguları da bunun sonucu olarak yorumlar. Bu "yapay" yahut kişiye özgü oluşturulmuş sübjektif gerçeklik, onu oluşturanın dışında da geçerli olan "hakikat" midir? Yaşadığımız çağda, insanlar tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden beri bu durum tartışılmaktadır.

Bu tartışma bir bakıma akıl yürütme etkinliği olarak da görülebilir. Akıl yürütme ise bir felsefe etkinliği olarak değerlendirilir. Bu durum yapılan etkinliğe, kurumsal bir hüviyet kazandırmaz. Hakikati ararken pek çok yanlışa düşülür. Hatırlanacağı üzere; Hz. İbrahim, üvey babası Azer’in ve Dicle ile Fırat arasındaki bölgede yaşayan Asur ve Babil kökenli Mezopotamya kavminin[1] kralları Nemrud’un[2] tapındığı putları reddettikten sonra ayı ve güneşi yaratıcı olarak kabul etmişti. O an ona güneş ve ay tapılacak kadar ihtişamlı geliyordu. Buna rağmen, ay veya güneş tanrı olma özelliğinden uzaktı.

Bazen hayatımızdaki her şey boş, anlamsız geliyor; sanki anlamlandırılmamış. Anlam ne? Anlam soyut veya somut olgulardan yani; bir sözden, sözcükten, simgeden, bir olgudan ya da davranışın insana anımsattığı düşünce ya da nesne olarak tanımlanıyor ve aslında bizzat insanın kendisinden kaynaklanıyor.

Bu görüşten hareket edildiğinde; kavramlarla düşünmeyen bir toplumda tartışmaların sadece kişiler üzerinden yapıldığı görülüyor ve sürekli bir “suçlu” veya “öteki” aranıyor. Hal böyle olunca da kavramların içi boşalıyor; içi boşalan kavramlar da hiçe dönüşüyor. Vatan, millet, dil, kültür gibi kavramlara da bu bağlamda azami özen gösterilmesi gerekiyor.

Avrupa’da ortaya atılmış bir düşünce sistemi aydınlarımız tarafından sorgulanmadan alınıp ve toplumda uygulanmaya çalışılması ve nihayetinde başarılı sonuçlar elde edilememesi durumunda, aydınlar içinde yaşadıkları topluma yabancılaşmaya başlıyorlar. Buna karşılık aydınların etkili ve verimli fikirler ortaya koymasını bekleyen toplum, aydınların başarısız girişimlerinin toplumsal ve sosyal gelişmeye engel olduğunu görmekte, dolayısıyla ortaya çıkan ürünler ne toplumu ne de toplumun içinde yaşayan aydınları tatmin etmektedir.

Aydın toplumsal çalışmalar sırasında içinde yaşadığı toplumunun ihtiyaç ve değerlerini göz önüne almalı, milletlerarası nitelikteki düşünme şekillerini de taklitle kalmayıp özümsemeli ve kendi toplumu içinde insanları içinde bulunduğu sorunlardan çözüme götürecek yolları bulmalıdır[3]. Anlamsızlık anlamın bağlama uygunsuzluğu ile ilişkili olabilir. O da psikolojik bir anlam aktarıcısı olabilir. Anlam zihinde (anlakta) oluşur ve anlam oluşturma sürecinde mutlaka akıl vardır. Anlakla akıl (us) ayrılırsa nesneleri ya da olguları anlamlandırmakta öznenin tek gerçek olduğu görülür. O halde doğru anlam oluşturmak için insana rehber bilimsel bilgi olmalıdır. Bilimsel bilgi ile akıl ortak çalıştığında zihinlerde oluşan anlamın evrensel doğru olarak kabul görmesini sağlar.

Bugün herkes birbirinden daha demokrat ama yapılanlara bakınca, demokrasiyle alakası yok. Anadolu deyişiyle; “Herkes imam olmuş, camiye giden yok.” Herkesin kendi doğrusunu oluşturduğu bu ortam insanların kimliğini, ahlakını bozuyor, değer yargıları alt-üst oluyor. At izinin it izine, dost ve düşmanın birbirine karıştığı bir dönem yaşanıyor.   Bütün bu süreçte zorunlu olarak yürütülen tartışmalardan doğruya ulaşabilmek için tartışmalar kişisel özellikler üzerinden değil, öne sürülen fikirler üzerinden yapılmalıdır. Bu da ad hominem yani safsatalar bilimsel bilgiden ayrı tutularak ve tartışmalardaki öznel gerekçeler engellenerek sağlanabilir.

Ömer Lütfi Mete “Ülkeyi partiler, programlar, reçeteler düzeltmez. Ahlakımız düzelmedikçe, ahlak siyasete egemen olmadıkça memleket de düzelmez” derken bireysel sorumluluğa dikkat çekiyor. Toplum liderlerinin, yani bireylerin toplumun en akıllısı olmadığından hareketle, bunların sahip olduğu zihniyetten ve bu zihniyetin hayata geçirdiği çok önemli kimi hatalı uygulamalardan vaz geçmesi gerekiyor. Ayrıcalıklı olanlar, rütbesi olanlar, iktidara yakın olanlar sıradan vatandaşlar ile kanunlar önünde eşit tutulmalıdır. Hukukun üstünlüğünün hâkim olmadığı, adaletin sağlanmadığı toplumların ilerleyemediği unutulmamalıdır. İnsanların maddi refahı kadar, bedensel ve ruhsal sağlıklarını da güvence altına almak gerekir. Çağımızda insanlar daha çok tüketmek için daha çok kazanmak zorunda kaldılar; daha çok kazanmak için daha çok çalışıyorlar. Gelişmiş toplumlara bakıldığında liyakate önem verildiği görülüyor; yani daha çok çalışan, daha çok üreten, daha iyi performans gösteren yüceltiliyor.

Platon “Eğer” diyor; “toplum ahlak olarak bozulmuşsa, birey olarak sizin ahlaklı olmanız ve bunu uygulamanız hiçbir anlam ifade etmez.” Anadolu insanı da bu durumu “Evladım! El; elin hâksız, peksiz çobanıdır. Ahlaksızlık toplumu sardıysa, ahlaklı olduğunuzu anlatmanız işe yaramaz. Çığlıklarınızı ne işiten, ne gören olur.” diyor.

Avrupalı kardeşim, Avrupalının festivaline Dirndl (Alman fistanı) veya Trachtenhemd mit Lederhose (Deri pantolon ve kareli göynek) içinde şöyle bir uğrayıp bira içerek uyum sağlanmaz; oraya giden olsa olsa sarhoş olur. Değerlerine sırtını dönersen, birinci kuşaktan gelip değerlerini yaşatmaya çalışanlara tepeden bakarak modern, aydın olunmaz; köksüz olunur. Aynı şekilde, yaşadıklarına anlam veremeyip, devletini başkalarına şikâyet ederek de aydın olunmaz; ama hain olunur.

Bir toplum safsatalardan kurtulmadıkça, zihinsel dönüşümü sağlayamaz; çağdaş uygarlığa yol alamaz. Batılı gibi giyinir, batılı gibi yaşar, batılı gibi tüketir, ama batılı gibi gelişmiş bir toplum olmaz.

Bilimsel bilgiyi aklın süzgecinden geçiren insan; kendi kökleri üzerindeki ağaçlar gibi ayakta kaldıkça, günü nasıl geçerse geçsin, haysiyetini koruma zevkini sonuna dek yaşar ve millet olmanın, bir millete ait birey olmanın onurunu ve kıvancını tadar.


Not: Bu yazı Europa Journal - Haber Avrupa Gazetesi Eylül 2020 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya gazetenin http://europa-journal.net/ad-hominem/ (20.09.2020) adresinden ulaşılabilir.



[1] Anavatanları Mezopotamya olan Asuri-Keldaniler, Asur ve Babil krallıklarının torunlarıdır ve Mesih İsa'nın dili olan Aramiceyi konuşurlar. Bu dile “Souret” derler. Buğra Poyraz ().Mezopotamya’nın Kaybolan Son Hristiyanları: Keldanilerin Göçü. Miras: Hristiyan Düşünce ve Kültür Dergisi. http://www.mirasdergi.com/keldaniler/. (18.07.2020).

[2] Peygamberler ve Alimler-Peygamberlerin Hayatları:  İbrahim Aleyhisselam. Dinimiz İslam. http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3771 (18.07.2020).

[3] Bkz.: Nuray KARACA, Nevin GÜNGÖR ERGAN. (2013). Türk Sosyologları. Mehmet İzzet ve Zaeddin Fahri Fındıkoğlu. Mehmet Çağatay ÖZDEMİR (Ed.). Türk Sosyologları. Eskişehir: T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2915,  s. 32. E-ISBN: 978-975-06-3205-1.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...