21 Haziran 2015 Pazar

Çocukların eğitimi üzerine

Her bir çocuğu temsilen bir gül...
Okulların tatile hazırlandığı, bazı velilerin yeni yıl için çocuklarını hangi okula göndermesi gerektiği konularında arayışlara başladığı bir dönemdeyiz. Öğrenmeyi, öğrenmeye hazır olma ve düşünce kapasitesi etkiler. Bu nedenle çocukların okula hazırlandığı dönemler, onların zihinlerinde önemli anlar olarak kalır. Seçilen okul ve bu okulda kazanılan deneyimler, çocuğun gelişimine katkı sağlayabildiği gibi, kalıcı duygusal travmaların yaşanmasına da neden olabilir.

Okul, öğrenciye toplumsal kültürü ve bilimsel bilgileri aktaracak bir aracı (mediation) olarak görülebilir. Burada çocuğa hayatı boyunca gereksinim duyacağı bilgilerin, kavram ve anlamların aktarılması sağlanır. Aktarılan bilgilerin de öğrenciler tarafından benimsenmesi, içselleştirilmesi (internalization) gerekir. Bu süreçte toplumun kendi kültürünü, düşünce sistemini öğrenciye aktarması ve çocuğu mevcut sistemle bütünleştirmeye (entegrasyon) çalışması dikkati çeker. Dışarıdan alınan bu bilgiler, çocuğu kendi toplumsal bilgi tabanına uyumlu hale getirir. Bu bilgiler bazen toplumu ileri götürürken, bazen de hastalıklı bir toplum haline getirebilir.

Okula giden çocuğa önce yakın çevre daha sonra da formel eğitim kurumlarındaki görevliler tarafından tam ihtiyaç duyulan kadar destek verilir. Sosyokültürel ve sosyotarihsel açıdan eğitilir; aktarılan bilgilerin kullanılması sağlanır; çocuk bunları zamanla içselleştirir. Onun için çocukların eğitiminde esas olan içselleştirme, bağımsız düşünme, karar verme ve problem çözme süreçlerinin aşamalı olarak geliştirilmesidir.

Bilgi insana bağlıdır. İnsanın dışında bilgi üretimi mümkün olmadığı gibi, üretilen bilginin öğrenilmesi ve edinilmesi; kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılması ve geliştirilmesi de veli, öğretmen ve okul yönetiminin işbirlikçi yaklaşımla çocuğu kucaklayan bir eğitim yaklaşımını gerektirmektedir.

Okul seçiminde dikkat edilmesi gereken pek çok ölçüt sayılabilir. Okul, aile ve veli ile bunların sosyal çevresinden oluşan üçgen çocuğun akademik gelişimi için önem taşımaktadır. Bu arada unutulmaması gereken husus çocukların aklının, içinde yetiştiği sosyal kültürel süreçler içinde şekillendiği gerçeğidir. Çocukların yetişkinlerle kurduğu bire bir ilişki, onların bilişsel gelişimine önemli katkılar sağlar. Yurt dışında yaşayan çocuğun sosyalleşebilmesi, gittiği okula uyum sağlayabilmesi için anadili ve kültürünün yanı sıra ikinci dil ile de erken yaşlarda tanıştırılması, okul başarılarının istendik düzeyin gerisinde kalmasını önler.

Bilindiği gibi çocukların akli melekelerinin gelişimi ilk iki yılda doğal bir seyir izlerken, ikinci yılın sonuna doğru içinde bulunduğu sosyal çevrenin ve kültürel dokunun da izlerini almaya başlar. Dolayısı ile gelecekteki yaratıcı gücün bu kültürel çevre ile şekilleneceği hatırdan çıkarılmamalıdır. Erken iki dillilik bu aşamada gerçekleşebilir. Ünlü eğitim bilimci Vygotsky (1896-1934), aklın sadece kafanın içinde olmadığını; çocuğun psikolojik ve biyolojik gelişiminin içinde yetiştiği kültürel, sosyal ve fiziki çevrenin karşılıklı etkileşimleri ile oluştuğuna dikkat çekmektedir.

Çocuğun gelişiminde dil ve düşünce arasında paralel bir ilişki vardır. Bu ilişki iki yaşına kadar birbirinden ayrı ve bağımsız gelişir. İki yaşından sonra birleşmeye ve gelişmeye başlar. Öğrenme gelişmeye dayanır, ama gelişme öğrenmeye dayanmaz (Vygotsky 1985).

Öğrenmenin amacı karşılaşılan problemleri çözmek, çelişkileri gidermek, yaşanılan bir durumu veya olguyu anlamak içindir. Etkili öğrenme çocukların gelişimini hızlandırır. Bu nedenle, öğrenme tek başına yapılan nedensiz bir etkinlik değil, çocuğun diğer insanlarla karşılıklı ilişkileri içinde ona aktarılan ham bilginin gerektiğinde kullanabilecek seviyeye ulaşması veya ulaştırılmasıdır.

Eğitim bilimciler çocuğun öğrenme becerisini bağımsız olarak kazanmadığını söylerler. Genel kabul gören yaklaşıma göre, çocukların kendi başına gerçekleştirebileceği ve gerçekleştiremeyeceği davranışlar vardır. İnsan sosyal ve kültürel çevresi ile yaşayan bir fenomen olduğuna göre, çocuğun belli gelişim evrelerinde kendi başına gerçekleştiremeyeceği davranışlar için de dışarıdan yardım alması kaçınılmazdır; kimi güçlüklerin üstesinden gelebilmek için ya kendine göre daha ileri gelişim düzeydeki akranının veya bir yetişkinin desteğini alması gerekecektir (Bkz: Bacanlı 2009). Yetişkin desteğinin alındığı oranda (scaffolding)  çocuğun gelişimi de hızlanacaktır.

Çocuğun ‘bağımsız problem çözme’ olarak belirlenen gerçek gelişim düzeyi ile ‘bir akran veya yetişkin rehberliğinde onlarla işbirliği yaparak problem çözme’ becerisini kazandığı gelişim düzeyi arasındaki fark, onun ‘yakınsal gelişim alanı’ (zone of proximal development) olarak tanımlanmaktadır (Bağlı, 2004). Çocuğun kullandığı dilin, kavramların, olguların, araç-gereçlerin kendine özgü yapısı ile tarihî ve kültürel karakteristik özellikleri vardır. Buradaki asıl konu, çocuğa aktarılan bilgilerin ne kadarının toplumsal ve içinde yaşanılan gerçek duruma bağlı, ne kadarının aile ve sosyal çevreye ait olduğudur (Bkz.: Ergün ve Özsüer 2006: 270). Okulda işbirliğine dayalı eğitim süreçlerinde bu durum da göz önüne alınmalıdır. Çünkü kuşaklar arası kültürel aktarım tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çocuk büyüyüp, okula başlayıp sosyalleştikçe kendi içine dönük olmaktan çıkıp, dışa dönük olmaya başlamaktadır. Bu durumda çocuğun ikinci dilin konuşulduğu ortama önceden hazırlanarak girmesi sağlanmalıdır.

Çocuğun erken yaşlarda kendi içine dönük “benmerkezci” konuşması, dış dünya tarafından anlaşılamaz. İçsel konuşma büyük ölçüde ağırlıklı olarak anlamlarla ilişkilendirilmelidir (Vygotsky 1985: 202). Çocuğun veya yetişkinin konuşması, zihindeki düşüncenin belli bir bölümünün belli sınırlılıklarla ifade edilmesidir. Bu aşamada düşünce önce anlamlardan daha sonra da sözcüklerden geçerek dışsal ifadeye yani iletişim aracına dönüşür. Bir çocuğun konuşmasını anlamak için onun kullandığı sözcükleri anlamak yetmez; aynı zamanda onun düşüncelerini, konuşmanın oluşturulduğu sosyal ve kültürel çevre ile konuşmacının psikolojik olarak neyi amaçladığını da bilmek zorundayız. Bunun için okul öncesi eğitim de genel eğitimin başarısı için kaçınılmazdır.

Okula başlayan çocuk, yazılı iletişim kurmayı da öğrenir. Yazılı iletişim, hem daha etkili hem de sese dayalı olarak ifade edilen veya işitsel yolla algılanan sözcüklerin birer resme dönüşmesine ve bu yolla kalıcı olmasına, dolayısı ile düşüncenin gelişimine yardımcı olur. Her bir düşünce ortaya atılan bir genelleme olmakla birlikte, kavramların ve sözcüklerin veya kelimelerin ortaya çıkarılmasını sağlar. Kelimeler de nesneler ile onlara verilen adların sembolik olarak birleştiği kavramlar olarak sembol değeri taşır; yazı dilinde kelime ve kavramlardan oluşan dil, düşüncenin biçimsel görünüşüdür. Kavram oluşturma çocukluk döneminde başlamakla birlikte, entelektüel oluşumlar ileri yaşlarda kazanılır ve akademik gelişim formel eğitim ortamlarında sağlanır.

Kullanılan kelimelerin anlamları zamanla değişebilir, gelişebilir. Bununla birlikte, kelimelerin kullanıldığı kültürel alt yapı ile ilişkisi bağlantılı kalır. Çocuğun zihni ve içinde bulunduğu sosyal ve kültürel çevre bu değişimi belirler. Düşünceler ile konuşma sırasında seçilen kelimeler arasında sürekli bir ilişki vardır. Düşünceler kullanılan kelimeler üzerinden anlam veya meşruiyet kazanır.

Konuşmanın işitilen boyutu ile anlamsal boyutu yaşanılan ortamda edinilen deneyime göre farklı boyutlarda ve yönde sürekli bir gelişim gösterir. Biri özelden bütüne, sözcükten kavrama gelişirken öteki bütünden özele, cümleden kelimeye doğru gelişim gösterir. Konuşma bireysel özellikleri yansıtırken, anlam toplumsal uzlaşıyı gerektirir. Düşünce ile onları ifade etmeye yarayan sözler arasında her zaman birebir örtüşme söz konusu olmayabilir. Bazen kastı aşan ifadeler de kullanılabilir. Bununla birlikte düşünceler, her daim konuşma ile vücut bulur. Düşünce sözcükler aracılığıyla dünyaya gelir. “Düşünceden yoksun bir sözcük ölüdür; sözcüklerle kavramsallaşmayan, somutlaşmayan bir düşünce, gölgeden ibaret kalır.” (Vygotsky 1985: 207)

Kavramlara gelince; kavramlar, birçoklarının öne sürdüğü gibi önceden dışarda oluşturulmuş, daha sonra çocukların zihnine yerleştirilmiş ve orada sabit kalan oluşumlar değildir. Kavramlar beyinde aktif bir süreçle oluşturulur; daha sonraki iletişim ve zihinsel işlemlerde de sürekli aktiftir ve kuşaktan kuşağa aktarılırken değişebilir. Kavram oluştururken genelden özele ve özelden genele sürekli yön değiştiren bir düşünce hareketi görülmektedir (Ergün ve Özsüer 2006: 270). Ancak Vygotsky, kavram oluşturmanın ergenlik-öncesi çağdaki çocukların kapasitesini aştığını ve kavram oluşturmanın ancak ergenlik döneminin başlamasıyla mümkün olduğunu savunur (Vygotsky 1985: 83). Çocuğun zihinsel gelişmesinin bir doğrultusu vardır. Gelişme hangi düzeyde ise o düzeye özgü bir düşünce vardır. Yetişkin, çocuğa kendi düşünce tarzını aktaramaz. Ona gelişim öncesi verdiği hazır kavram ve anlamlar ancak “yalancı kavram” olurlar.

Piaget (1939’dan aktaran Ergün ve Özsüer 2006) “Öğrenilen kavramlar” okulda öğretilir ve bu da özelden genele (tümevarım) giderek olur. İnsanların bütün psikolojik fonksiyonları kültürel, tarihi ve kurumsal durumlar içinde oluşurlar. “Âletlerin âleti” dil de bu kuralın dışında değildir. Bir hareket yapıldığı ortam içinde anlam kazanır. Aklın çalışması da diğer ilişkileri göz önüne alarak olur.

Not:
Bu çalışma Europa-Journal Haziran 2015 sayısı için hazırlanmıştır URL: http://www.europa-journal.net/mustafa062015.html (10.06.2015).

Kaynaklar
Bacanlı, H. (2009). Eğitim Psikoloji. Ankara: Pegem Akademi Yayıncılık.
Bağlı, M. T. (2004). Oyun, Bilişsel Gelişim ve Toplumsal Dünya: Piaget, Vygotsky ve Sonrası. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 37/2, ss. 137-169.
Ergün, M. ve Özsüer, S. (2006). Vygotsky’nin Yeniden Değerlendirilmesi. Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 8 /2, ss. 269-292. URL: http://www.egitim.aku.edu.tr/vygotsky.pdf (son erişim 31.05.2015).

Vygotsky, L. S. (1985). Düşünce ve Dil (Çev. S. Koray). İstanbul: Sistem Yay. 

18 Haziran 2015 Perşembe

Demirel için bir obituary denemesi

Cumhuriyet dönemi Türk siyasetinin aktörlerinden Süleyman Demirel (1924-2015) hayatını kaybetti. Bizim inançlarımıza göre, ölünün ardından olumsuzluklar söylenmez. Mevla rahmetiyle muamele eylesin denir.

Türk siyasetinin deneyimli isimlerinden, söz ve polemik ustası, TMMM geçmiş dönem başkanlarından, bakanlıklar yapmış, hükümet sözcülüğü görevi üstlenmiş Bülent Arınç’ın Kenan Evren’in ölümü üzerine söylediği sözü hatırlatmak isterim. “Ölüm büyük şeydir… Ölünün arkasından kötü şeyler söylenmemeli… Allah rahmete müstahak olanlara rahmet etsin”

Ölünün ardından olumsuzluklar yerine başarıları söylenir. Bununla birlikte hayatımın en güzel yıllarında Türkiye’de yaşanan çok üzücü olaylara tanıklık etmiş bir liseli olarak, o dönemin acılarını da yaşadığım için bu ölümün ardından çok üzüldüğümü söylemem mümkün değil. Duygularım biraz karışık. Zihnimde kızgınlık yerine kırgınlık var. Bugün büyük bir devlet adamı olarak, devlet töreni ile uğurlanan Demirel, geçmişte devlet adamı sorumluluğu ile hareket etmedi. Ülkenin kan gölüne döndüğü günlerde, hep küskünleri oynadı. Ekonominin en zor anlarında yakınlarının yolsuzluklarını seyretti.

Ülkemizin yakın dönem siyasi tarihi incelendiğinde görülen darbeler, entrikalar, inatlaşmalar ve uzlaşmazlıklar, kişisel menfaatler temin etme uğruna oynanan türlü çeşit siyasi olayların kenarında köşesinde Demirel'in adı görülür. Bu siyaset ortamında kıvrak zekâsı ile dikkati çeker; her sorunu tereyağından kıl çeker gibi sonlandırır, Süleyman Demirel.İşine geldiği gibi hareket eder. Ona göre "dün dündür; bugün ise bugün".

Ebediyete uğurlandığı bugün Anadolu kırsalındaki bir köyden kalkıp büyük şehire giden, orada leyli meccani okuyarak hem kendi kişisel hayatıyla ilgili hem de Türkiye’nin geleceğiyle ilgili önemli kararlar alıp uygulayan zeki bir çocuğun parlak bir başarı öyküsü anlatılıyor.Ülkemizin çok değerli bir devlet ve siyaset adamını kaybettiği konusuna vurgular yapılıyor. Dün onun hakkında sövgüler düzenler bile bugün, ölünün ardından olumsuz konuşulmaz saiki ile methiyeler düzüyor. Genç arkadaşlarım için hazırladığım obituary denemesini bu nedenle kaleme aldım. Pek çok hususu atlamış olabilirim; lakin ona haksızlık yapmamaya çalıştığım bir gerçek. Ayrıca onu en iyi anlayan ve anlatanlardan biri olan yol arkadaşlarından Hüsamettin Cindoruk'un anılarının okunmasında yarar var.

Çoban Sülü
Isparta’da dünyaya gelmiş; her köy çocuğu gibi aileye yardım etmiş; tarla tabanda çalışmış; sığırtmaçlık yapmış; arkadaşlarının sempatisini kazanmış. “Çoban Sülü” lakabı yakıştırılmış.

En genç genel müdür
İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nden mezun olunca, mecburi hizmet için Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde çalışmış. Parlak zekâsı ile yabancıların da dikkati çekmiş. ABD Eisenhower Bursu’nu vermiş. Bu ülkede barajlar, sulama ve elektrifikasyon konularında uzmanlaşmış.

ABD bursiyeri
Türkiye’ye dönünce Adana’daki Seyhan Barajı’nın yapımıyla görevlendirilmiş. Adnan Menderes’in parlak bürokratlarından biri olarak yıldızı parlayınca, daha 31 yaşında Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü görevine getirilmiş. Böylece, Türkiye’nin en genç genel müdürlerinden biri olmuş ve “Barajlar Kralı” unvanı ile anılacak kariyerinde bir adım daha ilerlemiş.

Darbe mağduru AP kurucu üyesi
27 Mayıs 1960 darbesi ile Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes görevden uzaklaştırılınca, bizim “çobanın” genel müdürlük macerası da bitmiş ve askere alınmış. Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde memur olarak görev yapmış. Başbakan Adnan Menderes ile birlikte çalışan kabine arkadaşlarından Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın 1961’de idam edilmesinden sonra kurulan Adalet Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer alarak siyasete atılmış.

Şapkasını bırakıp kaçan adam
1962’de Adalet Partisi genel idare kurulu üyesi olarak siyasi yasaklılar için “af kampanyası” başlatılması için girişimde bulundu. Cumhurbaşkanı Celal Bayar serbest bırakılınca, Ankara karışıp AP genel merkezi saldırıya uğrayınca, parti binasından pencereden atlayarak kaçmış; korku belasıyla siyaseti bırakmış.

Geri dönen
Bu olay onun siyasi hayatında başı sıkışınca çıkış yolu olarak gördüğü kaçışlardan ilki olmuş. Ortalık süt liman olduktan sonra bir fırsatını bulup yeniden geri dönmek onun en büyük meziyetlerinden biri. Nitekim AP’nin genel başkanı Ragıp Gümüşpala’nın ani ölümü üzerine geri dönüp 40 yaşında AP genel başkanı olmuş.

İsmet İnönü kabinesinin düşürülmesi (1965) üzerine Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında kurulan koalisyon hükümetinde, kabineye TBMM dışından başbakan yardımcısı sıfatı ile katıldığında henüz 41 yaşındaymış.

41 yaşında bir başbakan
Bir yıl sonra yapılan genel seçimlerde Isparta Milletvekili olarak meclise girerken, AP’yi de Türkiye tarihinde ender görülen bir başarı ile yüzde 53 oyla birinci parti olarak iktidara taşımış. Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Başbakanı sıfatı ile kurduğu kabine “kalkınmaya yönelik” önemli kararlar almış. Ereğli Demir Çelik Fabrikası, Keban Barajı gibi yatırımlar bu dönemde yapılmış.

“Yeminliler” ve “hizipçiler” kutuplaşması
Takip eden genel seçimlerde de AP tek başına iktidar olmuş. Demirel de 31. Hükümetin başbakanı. Gücünü pekiştirince, parti içindeki etkisini de artırmış. Kendine biat eden “yeminliler” karşısındakileri “hizipçi” olarak görmüşler. Ülkede günden güne artan toplumsal, ekonomik, siyasi karışıklıklara dikkat çekenler, AP’sinden tasfiye edilmişler. Bu tasfiye hareketine karşı çıkan 72 milletvekili Demirel’e “muhtıra” vermiş. Yani bir nev’i rest. Bu resti gören Demirel, “Biz muhtıra ile iş görmeyiz” deyince, hükümet önce istifaya davet edilmiş; olmayınca da düşürülmüş. Mart 1970’de yaşanan bu kriz Demirel’in 32. Hükümeti kurması ile yeni bir aşamaya geçmiş.

Nihat Erim Başbakan
Toplumsal ve sosyal sıkıntılar 12 Mart 1971 muhtırasını getirmiş. Bunun üzerine Nihat Erim yenileme dönemi için başbakanlık görevini üstlenmiş. O dönemde İsmet İnönü ve arkadaşları “Siyasi suçlar idamla cezalandırılmamalı” görüşünü savunurken, Demirel, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan hakkındaki idam kararının onaylanması için oy kullanmış; AP grubundan da bu yönde oy kullanılmasını istemiş.

Siyasal krizler ve koalisyonlar (MC Hükümetleri)
Bu çalkantılı dönemde kurulan hükümetler sorunlara çare üretemeyince Demirel göreve davet edilmiş. Nihayet 1973-1975 yılları arasında muhalefet görevi üstlenmiş.

1975 yılında Bülent Ecevit’in Kıbrıs Askeri Müdahalesi ile parlayan yıldızını siyaseten güce çevirmek için erken seçime gidince, ortaya çıkan parlamenter tablo Demirel’e yaramış. 1975’de I. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümetini Necmettin Erbakan başkanlığındaki Milli Selamet Partisi (MSP), Alparslan Türkeş başkanlığındaki Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Turhan Feyzioğlu başkanlığındaki Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) ile kurmuş. İki yıl sonra 1977’de yapılan seçimlerde AP yüzde 36,9, CHP yüzde 41,4 oranda oy almasına karşın, CHP hükümeti güvenoyu alamayınca II. MC Hükümeti olarak AP, MSP ve MHP ile kurulmuş.

Güneş Motel olayı
II. MC Hükümetinin uyum içinde çalışmadığını gören, dönemin CHP genel başkanı Bülent Ecevit, AP’den istifa eden bir grup milletvekili ile İstanbul Florya’daki Güneş Motel’de görüşüp, bunların hükümeti düşürmeleri halinde yeni kurulacak kabinede kendilerine bakanlık verileceği sözünü verdi. Nihayet verilen gensoru ile II. MC Hükümeti düşürüldü. Ecevit yeni kabinede AP’den istifa etmiş olan ve kendini destekleyen 10 milletvekiline bakanlık verdi; fakat bu hükümet uzun ömürlü olmadı ve 1979 yılında yaşanan Maraş olayları üzerine 6. ayında düşürüldü[1].

Demirel yeniden başbakan
Demirel, Maraş olayları üzerine düşürülen hükümetin yerine yeniden ve üçüncü defa Başbakan oldu. Bu dönem Türkiye’de gerilimlerin giderek arttığı bir dönem olarak dikkat çekti. Siyasi partiler ve yandaşları arasında cepheleşme, diyalogsuzluk hüküm sürerken sokak olayları, anarşi ve terörün önüne geçilemiyordu.

“Bana, ‘sağcılar adam öldürüyor’ dedirtemezsiniz”
Demirel ile Ecevit arasındaki iktidar mücadelesinin halka sokak olayları, terör ve siyasal çekişmeler şeklinde yansıması üzerine “Bana, ‘sağcılar adam öldürüyor’ dedirtemezsiniz” şeklindeki talihsiz demeci ile tarihe geçti.  Bu yazının konusu Demirel olduğu için, Ecevit’in kusurlarına değinilmeyecek. Bununla birlikte bu liderlerin siyasi hırsları ile iktidara gelebilmek üzere her yolu mubah sayan icraatlarının, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi yazıldığında, kapkara birer leke olduğu görülecektir. O dönem kitleleri yönlendiren kimi siyasetçilerin ortaya koyduğu iz’ansızlık, sorumsuzluk ve diyalogsuzluk, yakın tarihimizde yüzlerce Türk gencinin hayatına mal olmuştur.

Türkiye tarihindeki hayali ihracat ve yolsuzluklar
Siyasetçilerin etrafında türeyen uzak yakın akrabalar; eş, dost ve tanıdıklar, başarılı olanların nüfuzundan yararlanmaya çalışırlar. Süleyman Bey'in etrafındakiler de bu kuralı bozmadı. İlk hayali ihracatı onun yeğeni yaftasını taşıyanlar yapıp devleti dolandırdı; ceremesini Demirel çekti. Banka hortumu deyince, rezaletler kamera kayıtları ile belgelendi. Siyaseten yoldaşlığını yapanlar da aynı hatayı yaptılar. Kadim dostlarını perde gerisinden tarizlediyse de kamuoyu önünde savunamadığı durumlarda bile suçlamadı.

Azınlık hükümeti ve Çorum olayları
Bu istikrarsızlık döneminde Demirel, MHP’nin dışarıdan destek vermesiyle 6. defa başbakan olarak yeni bir azınlık hükümeti kurmuş. Görünürde bir cami inşaatına atılan patlayıcı madde ile başlayan ve aslında kökü daha derinlerde olup bu yazının sınırlarını aşan Çorum olaylarının yaşanmasına engel olamamış[2]; ekonomik sıkıntıların had safhaya ulaştığı 24 Ocak kararları ile aşılmaya çalışılan olağanüstü durumlara engel olunamamıştı[3].

12 Eylül 1980 askeri darbesi
Bu süreç sonunda Türkiye 1980 yılında askeri müdahaleyle karşılaştı. Demirel MHP ve MSP’nin dışarıdan desteği ile kurduğu hükümetin başbakanı olarak Ankara’dan alındı ve Gelibolu Yarımadası’nın Zincirbozan Mevkiindeki Hamzaköy askeri tesislerinde bir ay gözetim altında tutuldu. Birbiri ile selamlaşmayan ad hoc “siyasi liderler” bu tesislerde kısa sürede dost oldular.

Bir bilen Demirel
AP 1981 yılında kapatılana değin başkanlığı bırakmayan Demirel, 1982 anayasası ile 10 yıl siyasetten men edildi. Bununla birlikte Turgut Özal’ın siyasi yasakları kaldırılması girişimiyle 7 yıl sonra yeniden siyasete döndü. Bu sürede her daim “bir bilen” olarak bazen perde arkasından, bazen de alenen görüşlerini beyan etti. Türk siyasi hayatının yeniden şekillenmesi konusunda çalıştı.

 “Nerede kalmıştık?”
1986 yılında yapılan ara seçimlerde yeniden aday oldu ve 1987 yılında Isparta Milletvekili olarak yeniden meclise döndü. 1991 seçimlerinde DYP birinci parti olması itibarı ile Sosyal Demokrat Halkçı Partisi (SHP) başkanı Erdal İnönü ile koalisyon hükümetini kurdu ve yeniden başbakan oldu. Hangi dönem olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleneksel yapısını, statükoyu muhafaza etmeye çalıştı. Otoriteden yana tavır koydu. Anadolu kültürünü gelecek kuşaklara aktarırken, göreve geldiği ilk yıllardaki "vizyoner" kişiliğinin yerini "idareci" bir politikacı aldı; devletin banilerine olan bağlılığını bir an bile zayıflatmadı. Arada bir sesini yükseltse de ekonomik olarak Türk insanını Almanya'ya muhtaç eden politikanın da mimarıydı. Laik bir Müslüman olduğu söylendi. İbadetin Tanrı ile kul arasında özel olduğu ilkesini savunduğu belirtildi. Buna mukabil başörtüsü takan üniversiteli genç kızları Arap ülkelerinde okumaya davet ederken, mütedeyyin Müslümanların sempatisini kaybetti. Halbuki "kurt kuzu ile gezerdi" fitne olmasa...

“Baba” Demirel
1983 yılında çok partili sisteme geçilirken Doğru Yol Partisi (DYP) kuruluş sürecini geri planda durarak yönetti. Askeri yönetim tarafından veto edildiği için seçime katılamamıştı; takip eden seçim kampanyalarından birinde Adapazarı’nda yapılan bir mitingde vatandaşlardan biri “Kurtar bizi baba!” diye bağırınca, “Devlet Baba” imgesi siyasal olarak işlendi ve “milletin babası” vurgusu ile kullanıldı.

Kürt açılımı
"Memleket meseleleri bir parkta oturarak halledilseydi, çok büyük bir park yaptırır, hep beraber içinde otururduk" diyen Demirel, bugünlerde tartışma konusu yapılan “Kürt açılımını” Siirt’e bir meydanda başlattı. Bu girişim 21 Mart 1992 yılındaki nevruz kutlamalarında çıkan olaylar ve 52 vatandaşın hayatını kaybetmesi üzerine sekteye uğradı. Bundan sonra, açılım yön değiştirdi ve ülkedeki “faili meçhul” cinayetlerin önünü açan sorumlu kişi olarak gösterildi.

Unutulmayan aforizmaları
Demirel’in icraatları kadar özlü sözleri de siyasete damga vurmuştur. Sivas olaylarını değerlendirirken “Münferit bir olay; ağır tahrik var” derken; yakınlarını kaybetmiş bir vatandaşa da kayıpları için “cebimden mi çıkarıp vereyim” diyebilmiştir.  Toplumsal protestoları değerlendirirken de “Bir takım yürüyüşler oluyor diye asabınız bozulmasın. Bırakın yürüsünler. Binaenaleyh, sokaklar yürümekle aşınmaz” diyerek, “Cahilde eksik olan akıl değildir; eksik olan ahlaktır” sözünü doğrulayarak siyasi olayları yorumlamakta ne kadar mahir ve kurnaz olduğunu da ortaya koymuştur. Aradan yıllar geçtikten sonra, ömrünün sonuna doğru yaklaşırken, Abbas Güçlü ile yaptığı mülakatta, “Dünü dünde bırakın; geleceğe bakın” diyerek noktayı koymuştur[4]; bir başka aforizmasıyla “Dünkü güneşle bugünkü çamaşır kurutulmaz”.

Turgut Özal’ın ölümü ve Cumhurbaşkanı seçilmesi
8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 17 Nisan 1983 yılında bugün dahi tartışılan bir şekilde hayatını kaybetmesi üzerine gazetecilere verdiği beyanatta “Sevenlerinin başı sağ olsun” demesi ile dikkati çekti.

Büyük bir işkiyak ve heyecanla Cumhurbaşkanlığı için aday oldu. Üçüncü tur oylamada SHP ve MHP’nin de desteğini alarak 244 oyla 9. Cumhurbaşkanı oldu.

Hayatında, belki de en başarılı olduğu husus, cumhurbaşkanı seçildikten sonra DYP ile arasına mesafe koyması oldu. Bununla birlikte sahip olduğu siyasi birikim ve kıvrak zekâsını cumhurbaşkanlığı döneminde de ortaya koydu. Tarihçilerin 28 Şubat sürecini ve Demirel’in pozisyonunu iyi değerlendirilmesi gerekir. Bu süreçte “dönüşümlü başbakanlık” modeli ile hükümeti devirmesi ve Mesut Yılmaz’ı hükümeti kurmakla görevlendirmesi her türlü dikkate değerdir.

Devletin imkânlarından bir beş yıl daha yararlanmak üzere görev uzatma isteği TBMM tarafından tasvip edilmeyen Demirel’in cumhurbaşkanlığı serüveni de 16 Mayıs 2000’de 10. Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in göreve gelmesi ile nihayete erdi.

Son söz
Altı defa görevden alınıp, yedi defa geri gelen Demirel’in bu gidişinin dönüşü yok. Başbakanlık da 2893 sayılı Türk Bayrağı Kanunu’nun 24. maddesi hükümlerine göre ülkede üç günlük yas ilan etti. Bu durumun göstergesi olarak da bayraklar yarıya çekildi. Demirel ne bir siyasi evliya, ne de yeri doldurulamaz bir müteveffa. O son mülakatında “Siyasetçiye güvenmek lazım. Kötü emsallere bakıp siyasetçiyi kötülemeyin” derken, belki geçmişteki hatalarından duyduğu pişmanlıkları da anlatıyordu. Kim bilir?

Sosyal medyada sevenlerinin de nefret edenlerin de pek çok yorumu yer alıyor.Ondan yapılan alıntılarla “Dün dündür; bugün bugündür” diyenler; siyasi hayatının belli periyotlarda ele alınmasını, olayların ve insanların günün şartlarına göre değerlendirilmesi gerektiğini savunanlar var. Öyle veya böyle, günümüzde benzin fiyatlarına hemen her hafta yapılan ayarlamalardan sonra “Memlekette benzin vardı da biz mi içtik” gibi sözünü hatırlayıp gülümseyenler; kimi zaman yere ve zamana uygun sözlerini kullanarak espri yapanlar, anısını bir süre daha yaşatmaya devam edecekler.

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun; hiç şüpheniz olmasın ki her şeyimizle Allah'a aitiz ve vakti geldiğinde O'na döneceğiz (Bakara: 65). Hesap görücü olarak Allah yeter (Ahzab 39). Mevla yaşayanlarımıza hidayet; ebediyete irtihal edenlerimizden rahmetini ve bağışlamasını esirgemesin.



[1] Maraş olayları için bkz.: Ayşe Hür (21.12.2014). Henüz ağıtı yakılmamış 1978 Maraş Katliamı. Radikal. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/henuz_agiti_yakilmamis_1978_maras_katliami-1255547 (son erişim: 18.06.2015).
[2] Çorum olayları için bkz.: Çorum katliamı. URL: http://www.uzumbaba.com/alevi/corum_katliami.htm (son erişim 18.06.2015).
[3] 24 Ocak Kararları için bkz.: Sinasi Öztürk; Fethi Nas, Ergün İçöz (2008). 24 Ocak Kararları, Neo-Liberal Politikal ve Türkiye’nin Tarımı. Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. ½, 15-32.
[4] Abbas Güçlü (18.06.2015). Ona çok kızdık ama çok da sevdik. Milliyet.com.tr. URL: http://www.milliyet.com.tr/ona-cok-kizdik-ama-cok-da-sevdik/gundem/ydetay/2075488/default.htm (son erişim 18.06.2015).

5 Haziran 2015 Cuma

Türkiye’nin Seçimi

Bu satırları yazıp yazmama konusunda çekincelerim oldu. Bununla birlikte yazma eğilimim ağır bastı. Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren bir konudaki gözlemlerimi, duygu ve düşüncelerimi “toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan; aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu” [1] bir Cumhuriyet aydını sorumluluğuyla teşrih etmeye ve yayımlamaya karar verdim.

Türkiye 7 Haziran 2015 Pazar günü 25. Dönem Milletvekili Genel Seçimi için sandık başına gitmeye hazırlanıyor. Yönetime talip olan hemen her bir parti gündeme bir dizi iddialar taşıyor; bu arada da birbirlerine yönelik olarak mahalle kavgasında söylenmeyecek sözleri, devlet adamı tavrına yakışmayan üsluplarla ifade ediyor; toplumsal ayrışmaya yol açıyorlar.

İngiltere eski başbakanlarından Margaret Teacher’in, 1992 yılında İskoçya'da yapılan NATO toplantısındaki konuşmasında şu sözü söylediği rivayet ediliyor: "Düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz. Bizim yaşayabilmemiz için mutlaka bir düşmanımızın olması lazımdır. Sovyetler Birliği dağıldı ve düşman olmaktan çıktı. Onun yerine yeni bir düşman koymamız gerekiyor."

Bugünkü siyasetçiler, bu sözlere nazire yaparcasına sürekli bir sanal düşman yaratmaya çalışıyorlar. Ülkede her daim İslâm'a ve Müslümanlara karşı olanların, Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden iş ve işlemler konu ediliyor. Meydanlarda, medyalarda “Yeni Türkiye” versus “Eski Türkiye” tartışması ile kendilerine sempati toplamaya çalışıyorlar. Bu durum, bir kesimde radikal İslami eğilimleri, bir diğer kesimde de Avrupa ile bütünleşme eğilimlerini köpürtüyor. Batıya yönelen bir grup, kaygı ve endişelerini daha da ileri götürüp, adeta Türkiye’yi Batılılara şikâyet etmeye kalkıyor. Uluslararası medya kuruluşları da Türkiye’deki kampanyalara bakıp, rejim sorunu yaşandığı izlenimini yayıyor.

Siyasetçiler kâh televizyonlarda kâh meydanlarda hitap ettikleri grubun kendilerini desteklemesini, söylediklerini sorgusuz onaylamasını bekliyor gibi bir izlenim bırakıyor. Farklı sorulara ve aksi davranışlara tahammül eşikleri her geçen gün düşüyor. Karşılıklı hoşgörü giderek azalıyor.

Meydanlarda toplanan kalabalık, kendi gibi düşünmeyenlerin toplantılarını sabote ediyor; öteki olarak gördüklerinin kendilerini ifade etmeleri engellemek için bin türlü zorluk çıkarıyorlar. Yer yer yaşanan olaylarda polisiye müdahaleleri izliyoruz.

Kemal Tahir “Akılsızlara da, cahillere de kızılmaz. Ama akılsızlığı ve cehaleti saldırganlık biçiminde meydana sürenlere kızılır” diyor bir sözünde. Ben de farklı düşünmüyorum. Bir de terbiyesizliği, kırıcılığı ve densizliği “siyaset söylemi” haline getirenleri anlamakta güçlük çekiyorum.

Meydanlar kendinden başkasını adam yerine koymayan siyasetçilerle kaynıyor. Kendini her şeye kadir gören, karşı taraftan sürekli ve nedensizce öncelikli ve özel muamele görme isteği olan siyaset erbabı, uzman fikirlerine ihtiyaç duymuyor; farklı olanın her zaman dışlanması, horlanması ve ezilmesi gerektiğine yönelik politik söylemler üretiyor.

Başkalarının fikirlerini ve inanışlarını (hükümlerini) ancak ve ancak kendisi ile aynı olduğunda (kendi fikirleri ile örtüştüğünde) destekleyen, arkasında duran politikacılar; beklentileri karşılanmadığında, önüne engeller çıktığında veya zorlandığında birden bire aslan kesiliyorlar; siyasi rakiplerine karşı haksız iddialarda bulunan, bazen küstah, bazen kaba ve bazen de itici davranış sahibi kişiliklere bürünüveriyorlar.

Hâlbuki vatandaşın devleti yönetmeye talip olanlardan beklentisi bu değil. Başkalarını, kendi başarısı için kullanmayı iyi becerebilen ve bunu da kendisi için hak gören anlayışın yerine, nimette ve külfette adalet, insan onuruna saygı bekliyor vatandaş. Hakir ve hor görülmemek istiyor.

Anadolu insanı öteden beri belki biraz eğitimsiz, biraz da yoksuldur; ama bilgedir. Yılların tecrübesinden, yaşanmışlıklarından ürettiği sözlerle hayatı bir çırpıda özetleyiverir. Kendini adeta tek ve erişilmez gören, özel yaratılmış olduğuna inanan siyaset erbabını, yüksek seviyede, eşsiz ve erişilmez ince zekâsının ürünleriyle tanıyıp, dersini verir.

Anadolu insanına göre zekâ sudur. Tohumları yeşertir. Yalanı da, bilgiyi de...
Yetenek, topraktır. Ne ekersen onu biçersin. Ekmezsen üzerinde ayrık otları biter...
Emek güneştir. Tohuma da, suya da, toprağa da hayat verir...
Kader…
Kader çadırındaki kilim gibidir. İpliğini Ulu Tanrı verir sen dokursun. Deseni sendendir, renkleri Mevla'dan...
Siyaset şansı da bazen doğal bir gübredir.  Ne zaman nereye düşeceği belli olmaz. Kilimine düşerse kirletir; desenini soldurur; emekleri yok eder. Uygun toprağına düşerse de her şeyi besler; güç ve kuvvet verir.

Geçmişe bakılırsa, kimi siyasetçilerin “Dün dündür; bugünse bugün” kolaycılığı ile halkı aldatmaya yeltendiği görülür. Benzer söylemleri kimi zaman günümüzde de duymak mümkün. Ama ortaya atılan yalan, nifak bir tohumdur. Bire kırk verir. Verdiği kırkın her biri bir başka tohumdur ki, o da bire kırk verir. Hâlbuki bilgi de bir tohumdur; o da bire yüz verir. Verdiği yüzün her biri bir tohumdur ki insana bilgelik, torunlarına da ilham verir...

Limitsiz başarı ve şöhret beklentileri içinde kendini her şeye kadir gören; bir benzeri olmayan zekâya sahip olduğunu düşünen, güzel beden ve yüksek performansa sahip olduğuna inanan, ideallerin adamı olma ve kendini çok daha fazlası şeklinde görme eğilimleri ağırlık kazanmaya başlayınca, bu kişilerden uzak durmaya çalışılmalı; bilgiye itibar edilmeli, yalandan dolandan uzak durulmalıdır.

Şimdi sadede gelelim. Türkiye seçime hazırlanıyor. Ortalık toz duman…

2011 yılında yapılan 24. Dönem Milletvekili Genel Seçimlerinde, 52.806.322 seçmenden 43.914.948 kişi oy kullanmış. Bunlardan geçerli oy sayısı 42. 941.762; geçersiz oy sayısı da 973.185 olarak tespit edilmiş. 8 milyon 891 bin 374 seçmen oy kullanmamış. Seçime katılım oranı yüzde 87,4 ile son üç seçimin en düşük oranını oluşturmuş.

Geçen dönem oy kullanmayan 8 milyon 891 bin 374 seçmenin pek çoğu haklı veya haksız mazeret üretip, en temel yurttaşlık hakkını kullanmamış. Bu defa yapılacak seçimlerde de oy kullanmak istemeyen olursa,  oy kullanması için teşvik edin; ısrar edin. Oylarınıza, dahası yurttaşlık haklarınıza sahip çıkın. Hangi görüşü destekliyor olursanız olun, sandığa gidin. Çünkü geçen dönemde barajı geçemeyen partilere oy veren 1 milyon 981 bin 279 seçmenin oyu ile oy kullanmayanların toplamı, meclise yansımayan oy sayısı 11 milyona yaklaşmış. Buna geçersiz olduğu tespit edilen 973.185 adet oy da eklendiğinde toplam 12 milyona yakın seçmenin iradesi meclise yansımamış. İyi de olmamış…

Cumhuriyet tarihi sadece yedi düvele karşı verilen bağımsızlık savaşını, ikinci dünya savaşı yıllarındaki ekonomik krizin Türkiye’ye yansımasını, her on yılda bir yapılan askeri müdahaleleri değil, yakın tarihimizde yaşanan bu tür garabetleri de yazıyor. Oy kullanmak yerine bir tatil kasabasında, bir mesire yerinde, bilemediğimiz her hangi bir köşede sevdikleri ile birlikte geç Pazar kahvaltısı yapmayı tercih edenlerin, Türkiye’nin geleceğine ilişkin görüş belirtme haklarının da tartışılması gerekir.  Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmanın onurunu yaşarken, yurttaş olmanın bilinci ile hareket edip, sorumluluklarını da yerine getiren bireylerin ülkenin geleceğine ilişkin projeleri, kaygıları, heyecanları olabilir.

Hangi görüşten olursanız olun; 7 Haziran 2015 günü yataklarınızdan erken kalkıp oyunuzu kullanmaya gidin. O gün, yuttaşlık göreviniz ilk; sosyal aktiviteleriniz ikinci önceliğiniz olsun!

Cumhuriyet dönemi şair ve yazarlarından Behçet Necatigil (1916-1979)'in ifade ettiği gibi, "Ya ümitsizsiniz; ya da ümit sizsiniz. Ya çaresizsiniz; ya da çare sizsiniz."



[1] Bkz.: 04.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, Madde 4/3-4.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...