1 Temmuz 2023 Cumartesi

Bizim mahallenin halleri

Geçenlerde bir söz okudum; “En ateşli görünenler, en önce terk ediyor mahalleyi” demiş Fyodor Mihayloviç Dostoyevski. 1872’de yayımlanmış romanı Ecinniler’de (Demons) aynen böyle yazmış. Bunun üzerine biraz daha okuyup, araştırayım dedim.   

İsmet Özel’in “Senin bulunduğun yerde biri ahlaksızlık yapabiliyorsa, sen de ahlaksızsın” sözünü hatırladım. Kocaman bir mıh gibi beynime çakıldı. Ardından bizim mahalleyi terk edenler gözümün önüne geldi. Gerçeklik payı var mıydı? Bilemedim. Dostoyevski'ye kalsa her ulus kendi öz benliği ile yaşar ve zaten var olan tanrısını kendi geleneklerinden esintilerle donatır. Bir süre sonra bu tanrı ulusun bir simgesi hâline gelir.

Gelin birlikte düşünelim. Önce etrafımıza şöyle bakalım; gerçek anlamda sadaka verecek birini bulmakta zorlanırken, bazı fakirleri görürüz, sadaka vermeye can atarlar. Sadaka vermekte zorlananlara baktığınızda ise bunların bedeninin, bütçelerinin değil, ruhlarının fakir olduğunu; açlıklarının karınlarında değil, bedeni ihtiyaçlarının ötesinde, daha derinlerde olduğunu anlarsınız. Bazılarımızın yemek felsefesi genelde “Olmayınca aramam, olunca dayanamam” şeklindedir. Bu anlayıştakiler bir makama, mevkie geldiklerinde gerçek açlıkları ortaya çıkar; kamuda ya da özel sektörde fırsatını bulunca dayanamayıp “malı götürür” sonra da “Bizim aldığımız rüşvet değil. Zamanında çok acı çektik, bunu da çoktan hak ettik. Hem yaptığımız ne ki ihtiyacı olanlara yardım için para topluyor, masrafı alıyoruz, haram değil bizimki”[1] diyecek duruma düşüyorlar.

“Bunun sebebi ne?” diye kafayı yorduğunuzda, insanların “Dindar çünkü fakir; fakir, çünkü dindar” sarmalından sıyrılamadığını anlıyorsunuz. Cebi üç kuruş para görenin durumu, hali, yaşam standardı birden değişiyor. Bunlardan inanç altyapısı zayıf olanların İslam diye bir dertlerinin olmadığı, bütün derdin tasanın “paranın, itibarın, makamın, şöhretin…” eksikli olduğu ortaya çıkıyor ve kendilerini beyaz Türklere kabul ettirmeye, onların semtine taşınmaya can attıklarını anlıyorsunuz.

Parası olmadığı zamanlarda günah işleyemeyen bu Müslümanların içinde bulunduğu durumu İslami hassasiyetlere bağlıyorsanız siz bilirsiniz. Bunlar; beyaz Türklerle beraberken ikindinin sadece farzını kılmak için kerahet vaktini bekliyor; İslam düşmanlarına karşı gelirken, ne hikmetse namaz kılmaya da vakit ayıramıyorlar. Lakin paraya, pula güce sahip olduklarında da ikinci evi tutup imam nikâhlı eşini yerleştirmeye can atıyorlar. Unutmayın ki gün akşamlıdır, yazın sonu hazandır.

Günlük hayatta “Kurallar işlesin, ama bana değil” derken çocuklarının tayininde tanıdık arayanlar; salgın hastalık nedeniyle yüz yüze yapılamayan sınavların uzaktan eğitime geçilmesiyle kameranın görüş açısı dışındakilerin desteğini alıp sınıf geçtikten sonra ortalığı bayram yerine çevirenler; toplumsal ve sosyal hayatın hemen her alanında hak edilmeyen ayrıcalıkları talep edenler... Hepsi bizim mahallenin, beyaz Türklere özenen sonradan görmeleri “Ömer görmüyor ama Allah görüyor” diyen nesli anlatan, ama dindarlığı sözde bırakıp ideallerinden uzak düşmüş insanlar mı bu topluma sahip çıkacak? Buna okuyucular karar versin.

Modernizmin insanı nasıl yalnızlaştırdığını, bencilleştirdiğini, kimliğimizi dönüştürdüğünü, geleneklerimizi yok ettiğini konuşan bir toplum içinde dile getirelim; kendi gerçeğimizle yüzleşelim. Bunu yaparken de geç kalmayalım. Annesi başörtülü, babası dindar ailelerin çocukları Türk kültüründen nefret etsin diye uğraşmayın. İnsanları bırakın kendi inanç hallerine… Yeni kuşak gençlerde saygı kalmadı, ahlak zayıfladı, öğrenci sorumsuz, gelin küstah, torun asi gibi söylemleri birbirinin peşi sıra sıralayıp çocuklara “Katarina Blum’un Çiğnenen Onuru” veya bilmem neyi okutmak yerine önce Yunus’u, Mevlana’yı anlatın. Anlatmazsanız, gelecek neslin kaybolmasının vebali sizindir. Nurettin Yıldız bir paylaşımında “Herkesin gündelik dünyasının peşinde olduğu bir vasatta sen günleri, yılları aş ve asırların çatısından bak dünyaya” diyor. O dünya Yunus’un Mevlana’nın felsefesinde çoktan kurulmuş, anlayana…

Para kazanalım, kalkınalım, garanti işimiz, başımızı sokacağımız iki göz evimiz, altımızda modelli bir arabamız olsun; bitsin şu fakirlik, adaletsizlik diye devinirken, bazı temel değerleri yok etmeyelim; etmişsek de ne çare. Yurt dışından Türkiye’deki iktidara yakın görünme ile kapısından giremeyeceği kurumlara, hayal edemeyeceği ortamlarda teveccüh görenler; bundan 20 sene önce ne durumda olduklarını, bugün neyin peşinde koştuklarını ve şu an neyi yaşadıklarını iyi düşünsünler. Sizden sonra gelecek yeni nesil, sizin bugün nasıl yaşadığınızın göstergesi olacak. Bugün kızdıklarınız da aslında dün yaşadığınız gerçeklerinizdir. Biraz durup düşünmek, vicdan muhasebesi yapmak lazım.

Babasından kalan on dönüm tarlayı pay etmesini beceremeyenler; “Atatürk’ü, Cumhuriyeti” tartışmaya başlatmadan önce biraz durup düşünsünler. Sonra dinini, Türkiye’nin tarihini öğrensinler. Süleyman Demirel: Eğer bana Cumhuriyet nedir, diye sorarsınız. Size cevabım şudur: Cumhuriyet benim işte! İslamköy'den çıkmış bir köylü çocuğunu cumhurbaşkanı yapan, Cumhuriyet'tir. Cumhuriyet budur. Bunu Büyük Atatürk'e borçluyuz." derken bir gerçeğe dikkat çekiyordu. Hala ikna olmamakta ısrar edenler, “Bir ilme bütünüyle vakıf olmayanlar, o ilmin kusurlarını göremezler” diyen Gazalî ile “Mealle Müslümanlık olmaz” diyen Cemil Meriç’in sözlerini hatırlasınlar. Olmadı, ona buna sataşmadan önce dönüp kendi şecerelerine baksınlar.

İsmet Özel, “İslamcılardan bir halt olmaz!” derken haklı mıydı, bilemiyorum; lakin bu görüşe “İtiraz edecek neyimiz var?” diye etrafa bakarken, çok şükür ki içimizde hala harama bulaşmamış, kul hakkına girmemiş, namazı, orucu, zekâtı, sadakası anlamını yitirmemiş; ibadetleri içi boş ritüellere dönmemiş samimi Müslümanları görüyor, derin bir rahatlama hissi duyuyorum. Toplumu kurtaracak olanlar da günahın da sevabın da sahicisini bilen; ahlakın başörtüsünde, giyim kuşamda olmadığının ayırdında, ülkesini ve dünyayı iyi analiz edip anlayan, kendi gerçekliğinin farkında ve yaşamın içinde olan kadınlar ile iyi giyimli, iyi eğitimli, değerlerine bağlı, güzel kadından da iyi yaşamdan da hoşlanan erkekler olacak.

Avrupa Türk toplumunu yine bu toplumun içinden çıkan rafine zevklere sahip yeni kuşak ileri hedeflere taşıyacak.



[1] Aziz Kemal Nafi. Bizim Kumaşın Kalitesi Düşük Çıktı.  https://www.magaradergisi.com/mansetler/1479-bizim-kumasin-kalitesi-dusuk-cikti.html (27.09.2020).


Nefes almaya devam etmektir hayat

 

Bazı insanlar vardır, gördüğünüzde yüzünüze bir gülümseme, içinize bir ferahlık gelir. Dikkat ettiniz mi bilmem, bu tür insanların sayısı giderek azalıyor. Bu defa toplumsal, sosyal, siyasal ütopyalardan ve bunların gerçekliğinden bahsedeceğim.

İngiliz feminist yazar, romancı, eleştirmen Virginia Woolf (1882-1941) "Zarif ve görgülü ruhlar bu dünyaya ait değildir" demiş. O misal, her geçen gün hayatı güzel ve yaşanılır kılan güzel insanlardan biri veya birkaçı hayattan kopup gidiyor, ya kendi köşesine çekiliyor, toplumdan uzaklaşıyor ya da sonsuz aleme irtihal ediyor… Çoğu insanın umrunda olmadan, kimsenin ruhu duymadan.

Kırsaldan kensel hayata göçler, ekonomik şartların giderek ağırlaşması, insanların birbirine yabancılaşması ve hayatta kalma, hayatlarını idame ettirme kaygısı bir kısım insanın muvazenesini kaybetmesine neden olabiliyor. Bu insanlar hayatlarında kin ve nefreti reddedip sevgiyi, tahammülü benimsemek yerine, entelektüeliteden yoksun, muazzam bir sevgisizlik ve ötekini anlamayı reddetme haleti ruhiyesiyle, içindeki ummanda kopan fırtınada boğulmamak, hayatta kalmak, gemiyi salimen limana ulaştırmak için çabalıyor; bunun adına da yaşamak diyorlar, denirse... Oysa kin ve nefretin hiçbir olumlu  mirası görülmemiş tarih boyunca, aksine her ne varsa yakılmış, yıkılmış… İnsanlar ayrışmaya, birbirini ötekileştirmeye başlamış, ne gam. Kalabalıklar içinde yalnız ve birbirine yabancı kalanlar, birbirinin derdiyle hemdert olmayan, haliyle hemhal olmaya zaman bulamayan insanlar anlaşılmaz bir aymazlık içinde oradan oraya savrulurken, bir olmanın, birlik olmanın, ortak amaçlar etrafında elde edilen kazanımlarını unutmuş; modernitenin dayattığı bireyselleşmeyi, büyük şehrin kalabalığı içinde yalnızlaşmayı yaşam biçimi olarak değerlendirir olmuş. Var olmak, kendi olmak için kendi doğrusunu ısrarla savunanların sesi daha gür çıkmaya başlamış. Uğur Mumcu’nun deyimiyle; „Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olarak“ orta yerde dolaşan egemenlerin sözü geçer akçe olmuş; haklının ve hak edenin değil…

Bu hercümerç içinde herkes kendini haklı ve kendi yaptığını doğru görmeye başlamış; Sanki Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910) Anna Karenina’yı bugünler için yazmış diyesi geliyor insanın. „Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir“ diyor Rus yazar. İnsanlar ne kadar mutlu, ne kadarı mutsuz belli değil; hayat ve geçim gailesi bellerini bükmüş; dün ile yarın arasındaki zaman diliminde geleceğe hazırlık yapmak yerine geçmişin hatalarını telafi etmekle meşgul.

Toplumsal ve sosyal hayatın içinde başkasının „günahları“ içine düştüğü özel durumlar ne kadar kolay yargılanabiliyor; ötekini eleştirirken insan ne kadar da acımasız oluyor. Herkes kendi hesabına bir özeleştiri yapmadan kendi masumiyetine, haklılığına inanıp işaret parmağıyla ötekini göstermenin verdiği sonsuz hazzı yaşarken. diğer parmakların sözün sahibini gösterdiğini unutuyor. Oysa „Hiç kimse sınanmadığı bir günahın masumu değildir“. Birileri ötekinin durumunu gözleyip beylik laflar edip, fikir üretip, ahkam keserken; günün birinde aynı duruma düşmeyeceğinin garantisi varmış gibi davranmasın. -Mış gibi yaşayıp giden yığınların suskunluğu, memnuniyetin veya masumiyetin ifadesi olarak algılanmasın.

Bilimsel açıdan değerlendirildiğinde kendine saygısı ve güveni eksik olanların kendilerini haklı görme ve üstün olduğunu kabul ettirme eğilimlerinin daha sık rastlanır olduğu görülmüş. Bu insanlar kişilik yapısı olarak analiz edildiğinde; narsistlerin kendilerini kabul ettirebilmek, büyüklüklerini kanıtlamak ve karşısındakileri aşağılamak eğiliminde olduğu; paranoidlerin kendi kuşkularını doğrulamak için bahaneler bulduğu, obsesiflerin ise her şeyi denetim altına alarak haklılıklarını kanıtlama peşinden koştuğu kaydedilmiş. Oysa insanoğlu hesap sormadan önce hesap vermeyi, başkasını eleştirmeden aynada kendine bakmayı yaşam biçimine dönüştürmelidir.

Bu bir yaklaşım biçimidir ve insanın kendi zayıf noktalarını bilmesi kadar yüce bir özellik yoktur; birinin öteki olarak gördüklerinin gözünde kendisinin itibarsız görüleceği kaygısını bir yana bırakması gerekir. Hayatını „el ne der“ diye değil, „ben ne istiyorum“ diye yaşamalı, kendine ve çevresine zehretmemelidir. Aslında toplumda kişiler arasındaki iletişim kanalları sağlıklı işletilse, insanların incir çekirdeğini doldurmayan meseleleri mutsuzluk kaynağı olarak görmesi ortadan kalkar. Dahası kendini bazen haklı veya bazen mağdur olduğunu düşündüğü hususlarla ilgili olarak karşı tarafın bakış açısını görme imkanı bulur. Böylece zıtlaşmalar, kırgınlıklar ve onarılması güç sorunlar ortaya çıkmadan önlenmiş olur. Bunun tersi durumlarda iletişim kanalları kapanır ve mutsuzluk kaynakları bir ömür tedavi edilmeden sürer gider, kısır bir döngüye dönüşür; yaşanan anlık durumlar, hayat boyu karakteristik özellikler kazanır.

İnsanoğlu olumsuz duygulardan arınmak için anlamsız bir şekilde, haklı çıkma, ötekine galip gelme, üstün olma inadını terk etmeli; kimi zaman da haksız çıkmış olmanın üzerinde bırakacağı olumsuz ruh halini tatmalı, sorunun çözümünü zamana yaymalı, biraz da hayatla inatlaşmadan yaşamaya çalışmaladır.

Olumsuz duyguların, davranışların nedenine inilirse, karşıdakini haksız çıkararak kendini üstün görenlerin, suçlayanların tutum ve davranışları karşısında ortaya çıkabilecek aşağılanma düşüncesinin yarattağı öfkeye tutsak olma hali de ortadan kalkar.

Anlamsız düşünce ve zıtlaşmalar başladığında karşıdakinin kendini savunucu tutumu veya kışkırtıcı üslubuna karşıllık vermek yerine, konuyu sonraki zaman diliminde yeniden değerlendirmeyi denemek bir seçenek olarak düşünülebilir. Haklı olduğunuzu hissetmenize, bilmenize rağmen haksız görülmeniz, dünyanın sonu değildir ve her yeni anın yeni bir başlangıç için verilmiş bir fırsat olduğu göz ardı edilmemelidir.

Insan bir tartışmada haklı olduğunu öne sürerken, içinde bulunduğu şartları ve üslubu da dikkatten kaçırmamalıdır. Gücün ve kuvvetin etkisini unutmamalıdır. Kufe’ye yolu düşen bir Hz. Ali taraftarının yaşadığı rivayet edilen bir olayda Emevi hanedanının kurucusu Muaviye tarafından söylendiği anlatılan sözden ders çıkarmalı; güçlü olanın koyduğu hükmün geçerli olduğu unutulmamalıdır. Bu durumda ısrarla „devenin dişi değil, erkek olduğunu“ [1] öne sürerek haklı olduğunuzu savunmak yerine, konuyu bir de karşı tarafın bakış açısıyla değerlendirip, karşı karşıya kalınan durumu anlamaya çalışmak gerekir. Haklı olduğunuz konusunda ısrarcı olmak, karşı tarafın savunmasını güçlendirecek, kimseye bir fayda sağlamayacaktır. Çünkü hükmün esaslarını koyanlar geçmişte olduğu gibi günümüzde de egemen olanlardır. Böyle bir durumda sakin bir şekilde kendi görüşlerinizi ifade edin, ama karşıdakinin de kendisini haklı görmesine bir parça izin verin. Aslolan insanın vicdan muhasebesi yaptığında kendini haklı görmesi, buna inanması ve günü huzur içinde tamamlamasıdır. Eskiler bu duruma ilmi siyaset benzetmesi yapmıştır. Konunun demokrasi veya cumhuriyet ile ilgisi yoktur. Zira sanıldığının aksine cumhuriyet çoğunluğun dediğini yapma, demokrasi ise çoğunluğu ikna etmedir, Aristo’nun deyimiyle işi bilenlerin işbaşında olduğu bir yönetim şekli değildir. Cengiz Aytmatov’un ifadesi ile „Gün gelir ve anlar ki insan, yaşadığı her şey yalandır. Geriye vaz geçemediği bir aşk ve kabullenemediği bir yalnızlık kalır“

Kültürlü, demokratik, birlikte yaşamayı başarmış insanların olduğu yerde insanların birbirine kin ve nefret yerine saygı ve tahammül göstermesi olağandır. Bu yerde insanları ileri götürenin demokrasi değil, kapital olduğunu görmezden gelmeyin. İyi insanların topluma birer nimet olarak bahşedildiğini unutmayın. Nadir de olsa, bu insanların diğerlerinden farkı, yani meziyeti; kendi zaaflarının farkında olmaları, kusurlarını görebilmeleri, gerektiğinde hataları ile yüzleşerek toplumun insanlara yapıştırdığı etiketin dışında, gerektiğinde hayata ve insanlara yeni bir kimlikle bakabilmesi, hayata yeni baştan başlayabilmesidir.

İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni Charles Dickens (1812-1870)’ın „İki Şehrin Hikayesi“ adlı eserinde söylediği gibi; „İçinde bulunduğumuz zaman zamanların hem en iyisi hem en kötüsü. İnsanlar bilgeliğin ve aptallığın çağını yaşıyor. Devir hem inanç hem kuşku devri. Işığın da asrı, karanlığın da. Hem umut baharı, hem umutsuzluğun kışı. İnsanlar hem her şeye sahip, hem hiçbir şeyleri yok.“

Kendi yolunu açarken, başkasının yolunu bilinçli olarak kapatmaya çalışan bencillerin dünyasında ideallerine tutsak insanların yorgun çehrelerini aydınlatan zoraki gülümsemeler, gerçekte heder olup gitmiş bir hayatın, sahip olunan iç huzurunun yanılsamasıdır. Bu insanlar çaresizliğin pençesinde kendilerini savunmak için yiğidin harman olduğu, her bir yiğide çevrilen üçkağıdın armağan olduğu, hakkıyla çalışanların cezalandırıldığı yerde „kader“ diye söylenip yollarına devam ediyorlar. Unutulmasın ki "insanlar yalnızca kendilerinin hissetmediği acıları çekenleri teselli edebilirler." Eşitsizliklerin olduğu, biri düşse de seyretsek diye avuçlarını oğuşturanların çokça olduğu bir yerde yaşayan herkes bir doğrunun kendisi olduğu yanılmasamasıyla yaşayan ve kendi sanal gerçeğinin arkasına gizlenmiş, adeta tiyatro sahnesine dönen dünyada kendine biçilen rolü oynamaya devam ediyor. Gücün demokratik olmadığı, bilginin adil paylaşılmadığı zamanlarda "mutlu insanların, mutsuz insanlara borcu olduğu“ hatırlardan çıkarılmasın. İnsan olabilmek için çalışan herkesin Ionescu’nun dediği gibi „içimizde uyuyan canavarı“ yola getirmeye bakması yeterli. Alain Touraine‘in (1925-2023) önerdiği üzere; „toplumsal, sosyal, siyasal ütopyaların rahatlatıcı sakinliğini terk edip, toplumsal ilişkilerin rahatsız edici ama gerçek hareketini“ görelim ona göre göre yol ve yön çizmeye bakalım.

İngiliz şair ve eleştirmen Edith Sitwell (1887-1964), modernizmin kurucu figürlerinden biri olarak kabul edilen yazar Virginia Woolf  ile bir yarım gün geçirdikten sonra, „Onunla konuşmaktan zevk aldım, ama yazdıkları hakkında hiçbir şey düşünmedim“ diyor; hayatta birilerinin yazıp söylediğini birileri kaale almayabilir. II. Dünya Savaşının yıkımını en iyi anlatanlardan biri olan Alman şair, oyun ve öykü yazarı Wolfgang Borchert (1921-1947) de “Biz topu yuvarlayanlarız ve kendimiz o yuvarlanan topuz. Ama aynı zamanda o yuvarlanan topla devrilen lobutlarız. Ağır topların üzerinde gürüldediği saha da kalbimiz” derken hayatın yükü altında ezilmeden yaşamayı salık veriyor.

Aslında ne o ne de şu; nefes almaya devam etmektir hayat.

Not: Bu yazı Haber Avrupa'nın Haziran 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Makale http://avrupa.at/nefes-almaya-devam-etmektir-hayat/ okunabilir veya dinlenebilir.


[1] Öykü 07.06.2023 tarihinde https://www.malumatfurus.org/muaviyenin-disi-deve-hikayesi-ve-kose-yazarlarimiz/ adresinden alınmıştır: Bir gün Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe’den, bir Arap, devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış:
– Ver o dişi deveyi bana! demiş. Tartışma büyümüş, Küfe’den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye’ye yansımış.
Halk meydanda toplanmış… Muaviye, Küfe’den gelenle Şam’da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra, kararını açıklamış:
– Bu dişi deve Şamlınındır!
Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş:
– Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?
Cemaat hep birlikte bağırmış:
– Şamlınındır!
Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış:
– Ey Küfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Küfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: “Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al!”

Diken batar diye

 

Bugüne kadar yazdıklarım aslında içinde bulunduğum bir ruh halinin tasviriyle birlikte etrafıma ışık tutmak, her biri bir farkındalık oluşturma amacına yönelikti. Bu ruh halimin gazetelerde okuyucular ile paylaşılması; yaşadıklarımın, hissettiklerimin hayatta ne işe yarayacağını gösterebilen birer örnek olması açısından önemliydi benim için. Hayattan edindiğim deneyimleri aktarırken, yazdıklarımı bilimsel olarak da temellendirmeye çalışıyorum. Çocuklarımıza Türkçe öğretelim; onları eğitim öğretim süreçlerinde yalnız bırakmayalım derken; ailenize sahip çıkın derken hep orta ve uzun vadede bizleri bekleyen toplumsal ve sosyal sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorum… Sadece bu gazetenin sayfalarından paylaştıklarım, birkaç kitap dolusu sessiz çığlığa dönüştü sanki.

Bütün yazılarımda farklı inançlardan, farklı entelektüel uğraş alanlarından gelen, birbirinden farklı kültürel çevrelerde yaşayan insanların geçmişten günümüze kadar getirdiği, geleceğe taşımaya gayret ettiği, kaybolup gitmeye yüz tutan kültürel değerleriyle, somut olmayan kültürel mirasımızla ilgili konulara sahip çıkmaya, ihtiyaç sahiplerine yol ve hedef göstermeye çalıştım. Her bir yazıyla adeta bir ‚toplum gönüllüsü‘ rolü üstlendim.

Bu yazıyla gündeme getirdiğim konulardan bazılarınız rahatsızlık duysa da vicdanımın sesini sizinle paylaşmak istedim. Okuduklarınızın her hangi bir polemiğin, tartışmanın içine girmeden, hüsnüniyetle değerlendirilmesini diliyorum.

Biliyorsunuz Ramazan ayını idrak ediyoruz. Bu yazı yayımlandığında nasip kısmet olursa Bayram günlerini de yaşayacağımızı umuyorum. Herkes kendince dini hassasiyetlere sahip ve buna göre bir yaşam sürüyor. Kimse kimsenin namazının, orucunun, niyazının hesabında değil. Bu defa oruçlu bir günün hikayesini ve yaşadıklarımı, gördüklerimi, etraftan dinlediklerimi ve nihayetinde vicdanımın çağrıştırdıklarını paylaşıyorum.

Her gün sahura kalkıyoruz, yahut kalkmamız öneriliyor. Bundan maksat; insanların iyiliğe, doğruluğa, paylaşmaya niyet etmesi, nefsine dur diyecek iradeyi geliştirmesidir. İnsanlar bu niyetle sahura kalkınca, sabah namazını da imsak vaktinde kılmaya başladı; artık kimse orucun olması gereğinden daha uzun veya daha kısa tutulduğunu tartışmaya gerek duymuyor. Bu konular yeterince tartışıldı, bir sonuç alınamadı. Diyanet imsak vaktiyle birlikte yeme içmenin kesileceğini, ezanın okunup namazın kılınabileceğini duyurdu. Dolayısı ile siyah iple beyaz ipin birbirinden ayrıldığı seher vaktini beklemek, o vakte kadar yiyip içmek birer nostaljiye dönüştü.

İstiklal Marşımızda geçen "Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli." dizeleri dini duygularımızın kültürümüzle ne denli iç içe olduğunu gösteriyor. Öyle ki eskiler günde beş vakit okunan ezanın her birinin farklı makamlarda okunduğunu anlatır, her bir vaktin insanın gün içindeki haleti ruhiyesine ne şekilde temayüz ettiğini söylerlerdi. Anlatılanlara göre; sabah saba, öğle uşşak, ikindi rast, akşam segah yatzı hicaz makamanında okunurmuş. Ezan okuyacak olanlarda da „musiki ilmine vakıf, makam ve terennümlerde mahir ve güzel sesli olması“ şartı aranırmış. Günümüzde bu şartları taşıyanların yeterli olmadığı ve yer yer merkezi ezan uygulaması yapıldığı görülüyor. Merkezi uygulama olmayan yerlerde ise ‚ezanı okuyana da dinleyene de Allah sabırlar versin‘ denecek durumlar yaşanabiliyor. Okunan ezanlarda her türlü musiki dışı süslemeleri, ses kaymalarını duymak; adeta her bir icrada yeni bir ezan formu işitmek mümkün. Yahya Kemal‘in "Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın / Galib et, çünkü bu son ordusudur İslam'ın." dizeleri örneğinde ezan ile zafer arasında kurulan manevi bağın bu yorumlarda aranması, nafile bir çabaya dönüşüyor sanki.

Türklerin Anadolu Selçuklularının, Anadolu Beyliklerinin ve Osmanlıların geliştirdiği 1800’ün üzerindeki makama sahip sanat musikisinin 500’ün üzerinde kaydının olduğu, kaynaklarda bunlardan günümüze ulaşanlardandan 40-50’sinin revaçta olduğu belirtiliyor. Türk Sanat Musikisinin bin yılı aşan tarihi Farabi’ye kadar götürülmekte, İbn-i Sina’nın „Şifa“ adlı eserinde ise musikinin ruhsal enerji boyutu ve hastalıklardan tedavisinde kullanımı kapsamlı bir şekilde anlatılmaktadır. Müziğin insan ve bitkiler üzerindeki olumlu olumsuz etkileri bilimsel olarak da kanıtlanmışken, Türk insanının duymaya alışık olmadığı tınılarda, Arap aksanıyla ezan okunması vatandaşın üzerinde manevi duyguları uyandırmaya yetmiyor. Toplumlar gelenekleri ve kültürleri ile yaşar. Türkler İslam dinini içselleştirmiş, asırlar boyu bu dinin bayraktarlığını yapmışlar; Arap kültürünün esiri veya muhibi olmamıştır. Günümüzdeki özentinin Türk kültürüne uymadığı, bünyeye uymayan bu akımın uzun vadede kabul görmeyeceği aşikardır.

Temelinde Allah’ı çokça anarak teslimiyetin dışa vurulduğu bir arınma biçimi olan namazın camilerde cemaatle eda edilmesi zamanla yapılan bir yarış halini almış durumda. Teravih namazının her gün kılınıp kılınmayacağı, kaç rekat kılınması gerektiği tartışılmaya devam ediledursun; geleneklerimize göre Enderun usulü olarak tabir edilen teravih namazında Kur’an hicaz, segah, isfahan, uşşak ve acemaşiran makamlarında tilavet edilirmiş. Bize, kültürümüze özgü olan bu makamlar sayesinde namaza geç gelen kimse, namazın kılındığı makamdan hocanın kaçıncı rekatı kıldırdığını anlayabilirmiş. Bu geleneği yaşatan camilerimiz, din görevlilerimiz olmakla birlikte, kimi camilerde eğilip doğrulmaktan hocanın ne okuduğunu anlamanın, okunanı takip etmenin imkanı kalmıyor. Hele namazda Fatiha’dan sonra okunan zamm-ı surelerin seçilmesi, bir ayetin ikiye bölünüp, tek bir cümleyle birkaç rekatın jet hızıyla kıldırılması cemaati camiden, namazdan, dinden-imandan uzaklaştırıyor. Oysa seçilen ayetler rahmet ve tesbihat ayetleri olsa, insanın huşu içinde ibadet etmesi sağlansa, namaz aralarında Buhurizade Mustafa Itri Efendi’nin eserleri gibi kültürümüze, hayatımıza nüfuz etmiş bestelerin yerine, dini motifli arabesk türküler söylenmese. Ramazan-ı Şerif’e ulaşılmaktan duyulan mutluluğun terennüm edildiği ilahiler okunsa, son günlerde Allah’tan rahmet ve merhamet niyaz edilen ilahilere geçilse; namaz zikirler eşliğinde kılınsa…  Yaşlı, hasta insanların tere karıştığı, camiye de cemaate de söylenip saydırdığı bir akşam cimnastiği yerine, cemaatin camiye gelmeye teşvik edildiği ve camiye gelenlerin huzura erdiği, huşu ile yapılan bir ibadet halini korusa… O vakit namaz, teslimiyetle birlikte bir arınma biçimine dönüşür.

Televizyonlara bakıyoruz. Hemen her kanalda yayımlanan sahur ve iftar programlarında bilimsel temelden yoksun geçmişe duyulan kuru, yavan bir özlem var. Katılımcılar duygudan yoksun, yahut kendilerini ifade etmekte yetersiz, programlar dini içerikli musiki narakaratları ile karışık bir havada devam edip gidiyor. Bu programlarda nostalji yapmak yerine günümüzün ihtiyaçları üzerinde durulsa, gençlere dini İslam anlatılsa. Ramazan ayları birilerini maddi açıdan gönendirme ayı olmaktan çıkarılsa. Gel, gör ki akla zarar düşüncelerin, değerlendirmelerin sonu gelmiyor.

Bazen din görevlilerinin de kendilerine çeki düzen vermesi gerektiğini, cemaate çağın gerisinden değil ötesinden hitap etmesi gerektiğini düşünüyorum. Din görevlilerinin ekseriyetinin kendilerini mesleki açıdan geliştirmeleri bir yana kişisel imaj açısından da yenilemelerinde, toplumsal ve sosyal dönüşüme uyum göstermelerinde yarar olduğu kanaatindeyim. Herkesin sakal bırakma zorunluluğunun olmadığı gibi, sakal bırakmanın da sakal tıraşını bırakmak anlamına gelmediğinin, sakalın da sünnete uygun şekilde bakımının ihmal edilmemesi gerektiğini savunuyorum. Müslümanların, kanaat önderlerinin aşırıya kaçmadan Resulullah‘ın (SAV) „Allah nimetini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır“ tavsiyesini göz önünde bulundurması gerekir. Cemaatin de „Ey Ademoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin… „ (Araf, 7/31) buyruğuna uygun hareket etmeyi ilke edinmesi kim bilir ne hoş olur...

Müslümanlar “İşleri aralarındaki danışma ile yürür” (Şûrâ 42/38) denilmektedir. Oysa vatandaşın ihtiyacı ve görüşü sorulmaksızın, hemen her fırsatta bir gerekçe ile kendilerinden maddi yardım talep edilmesi, toplanan bağış ve yapılan harcamaların layüsel olması, vatandaşların zihninde istihfam yaratmaktadır. Belli bir stratejik planlamaya ve ihtiyaç analizine dayanmayan kimi plansız yatırımlar, Osmanlı Padişahının Anadolu’ya asker toplamaya çıktığında vatandaş Memet Ağa’nın verdiği cevabı hatırlatacak duruma gelmiştir.

Genç kuşağın giderek dinden uzaklaştığı gündeme getirilerek tehlikeye dikkat çekiliyor. Kültürel evrim insanın bir geçeğidir ve unutulmamalıdır. Gençlerin dinden uzaklaşması, yukarıda kısmen özetlenmeye çalışılan ve kültürümüzün içinde yaratılan olumsuzluklardan, dini eğitimin yanlış yorumlanıp ehil olmayan kişilerin bireysel tasarruflarıyla karmaşık ve içinden çıkılması zor bir hal alması gibi bir dizi olgulardan kaynaklanmaktadır. Başta ilahiyatçılar olmak üzere, kendini din alanında her hangi bir şekilde sorumlu, yetkin vd. hisseden, irşad eden, yani insanları iman ve İslam’a davet eden herkesin, Ramazan ayının sonuna gelindiğinde, kaç kişiye dinini sevdirdiğinin, kaç kişinin kalplerini iman ateşi ile ısıttığının hesabını yaparken, kaç kişiyi dinden uzaklaştırıldığının hesabını da iyi yapması gerekir. Her türlü ayrılıklara çözüm bulunur da Allah yeter ki imandan ayırmasın.

„Diken batar diye gül mü toplamayalım“ diyen Arthur Schopenhauer (1788-1860) „Aşkı dayatma  çabası aşktan nefreti, dini dayatma çabası dinden nefreti doğurur“ diye de ilave etmiş, unutmayalım.

Not:

Bu yazı Avusturya'da yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi Nisan 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Gazeteye http://avrupa.at/diken-batar-diye/ adresinden erişilebilmektedir. (14.05.2023).

Bilinçli kölelik yok

 

Yurt dışında yaşayan bazı gençlerin milli kimliğimizi umursamadığını, giderek özüne yabancılaştığını, belli bir eğitim kültür düzeyine gelenlerin de bilinçli olarak kendini milletine karşı ötekileştirdiğini gözlüyorum. Gençlerimize tarih bilinci aşılayarak, onların maneviyatlarını güçlendirip, dil-kültür alanındaki gelişimlerine yardımcı olmaya çalışırken, onların farklı ilgi alanlarına yöneldiğini menfaate dayalı şekilde gücün ve güçlünün yanında durduklarını, Cengiz Aytmatov'un Dişi Kurdun Rüyaları adlı eserindeki tanıma uygun şekilde, bilinçli bireyler olarak „közkaman“ bir hayatı öncelediğini görüyorum. Közkaman; milli kültürden uzak, ait olduğu milletin dilini bilmeyen, adını, milletini, dinini değiştiren, milli değerlere yabancılaşan, çevresindekileri de yabancılaştırmak için teşvik edenlere deniyor. Közkamanlar toplum içinde bilinçli hareket ederken, Gün Olur Asla Bedel isimli romanda geçen mankurtlar; geçirdikleri işkenceye bağlı olarak bilinçlerini, duygularını, akıllarını kaybeden; içgüdüleriyle hareket eden insanlardır. Közkamanların mankurtlara göre akıl ve ruh sağlıkları yerinde olduğundan daha tehlikeli olup, bunlar ülkesine ve milletine ihaneti bilinçli bir şekilde yapmaktadırlar.

Gençlerimizi bekleyen önemli tehlikelerden biri olarak gördüğüm bu tür duygusal gelgitler üzerine uzun zamandan beri kafa yoruyorum. Geldiğim noktada, gençlerin kendi kültürüne ilişkin yeterli eğitimi alamaması, kültürel süreçlerden uzak bulunmaları nedeniyle, içinde yaşadığı baskın kültürün etkisi altında kalmakta; kendi kültürüne, özüne yabancılaşmasının doğal sonucu olarak da bellek veya bilinç kaybı yaşamakta ve şuursuz bir hayata geçmiş olduklarını düşünüyor; geçmişten bugüne uzanan, neden sonuç ilişkisine dayalı, analitik bir kültür aktarımı süreci ile kültürler arası kültürleme çalışmanın bir an önce başlatılması gerektiğine inanıyorum.

Geçmişle bağ kurmak demişken ünlü şair, mütefekkir, yazar, siyasetçi ve diplomat olan Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958)’nın „Akıncılar“ adlı şiirini ve bu şiire konu olan olayı hatırlatmak isterim.

Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!

Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kaafilelerle...

Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan.

Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.

Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...

Cennette bugün gülleri açmış görürüz de

Hâlâ o kızıl hatıra titrer gözümüzde!

Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!.

 

Şair 1919 yılında yazdığı bu şiirde kendisini savaşa katılan akıncı askerlerden birinin yerine koyarak, şehit olanların ağzından, yaptıkları savaşı ve ne nasıl şehit olduklarını anlatır. Şiirde bin kişilik akıncı birliğinin Tuna nehrini geçerek yedi koldan yaptıkları akın ve akıncıların atlarını doludizgin koşturup, seri bir şekilde savaşırken kanatlanıp yedi kat arşı aştıkları ve cennete uçtukları anlatılır. Burada biraz da Peygamberimizin (SAV) atı Burak ile Mi’raç gecesinde arşa yükseldiğine dair örtük bir benzetme yapılırken, şehitlerimiz de bu yolla kutsanmış olur.

Gençlerin geçmişimizi unutmamaları için tarih öğrenmesi gerekir. Tarih, savaşlar ve cenklerden ibaret olup, yaşanan olayların kronolojik sırayla anlatıldığı, hangi olayın, hangi anlaşmanın ne zaman yapıldığının ezberletildiği bir ders konusu değildir. Tarihini öğrenmeyen, bugünü bilinçsiz şekilde yaşayan, gelecek için öngörüleri olmayan, toplumsal stratejilerini belirleyemeyen, kendini geleceğe hazırlayamayan toplumlar, geleceğin de bir gün geldiği an, zamanın nasıl da akıp gittiğine şaşırmakla kalmayacaklar, bunlar için bazı tedbirleri almak için iş işten geçmiş olacak.

Yurt dışında yaşayan gençlerimiz Türk dili ve tarihini önemsemese ve kendini yaşadığı ülkenin kültürüne uyum sağlamış kabul etse, kendini yaşadığı yere ait hissederek Türkiye ve Türk dünyası ile arasına mesafe de koysa, gün gelir; kendisine Türk olduğu bedel ödetilerek hatırlatılır. Ebulfez Elçi Bey (1938-2000)’in dediği gibi, „Sen Türk olduğunu unutsan bile karşıdaki unutmaz ve günü geldiğinde bedelini ödeterek hatırlatır“. Şükürler olsun ki unutanlarımız ekserimiz değil.

Akıncılar şiirine geri dönecek olursak, şaire bu şiiri yazdıran olay neydi?

Önce „Akıncı nedir, kime denir?“, ona bakalım. Osmanlı ordusunda görevli atlı askeri birliğe, yani günümüzdeki süvari birliklerine „akıncılar“ denirdi. 16. Yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde orduda kırk bin akıncının olduğu tarihi kayıtlarda yer alır.

Sırplar 1992 yılında Srebrenitsa'da binlerce masum insanı katlettikleri sırada, silahlarını ateşlerken neden "Ormenia- Ormenia" diye çığlık atıyorlardı? Yahut, bu insanların bu şekilde çığlık atmasına neden olan ve üzerinden 600 sene geçen savaş neydi, ne zaman, hangi koşullarda yapılmıştı ve her şeyden önemlisi, bugün bu savaşı kaç kişi hatırlıyor?

Hafızamızı tazeleyelim. Ormenia, Kocaeli’deki yaşam parkında „ormanya“ adıyla bilinen yer değil, tarihteki Çirmen şehrinin adıdır. Osmanlıları Balkanlardan atmak, Avrupa içlerine ilerlemesini durdurmak için Papa V. Urban’ın çabaları ile Osmanlılara karşı bir Haçlı ittifakı kuruldu. Bu ittifak tarafından 1364 yılında yapılan ilk Haçlı seferi, Sırpsındığı veya I. Meriç Muharebesi olarak bilinir. Haçlı ittifakı (Sırp İmparatorluğu ve Bulgar İmparatorluğu, Macar Krallığı, Bosna ve Eflak Prensliğinden oluşan ittifak devletleri) bu savaşta ağır bir yenilgi almıştır.

Bu muharebenin üzerinden yedi sene geçtikten sonra Sırp kral Jovan Uglješa, Osmanlı ordusundan yenilginin intikamını almak istemiştir. Lala Şahin Paşa komutasındaki Osmanlı askerleri takviye birlikleri beklerken, Sırp askerler başta olmak üzere bütün Haçlı ordusu Meriç nehrini savaşmadan geçmiş, nehir kıyısında Çirmen yakınlarında kamp kurmuştur. İstanbul’u ele geçireceklerinden emin oldukları için de güvenlik tedbirlerini elden bırakmışlar, gece eğlenceye dalmışlardır. Şiirde „Ak tolgalı beyler beyi“ olarak tanımlanan Hacı İlbey‘in komuta ettiği ve yine şiirde bin atlı diye geçen, sayıları aslında 800 kadar olan akıncılar, şairin dediği „o gün“ (yani 26 Eylül 1371 tarihinde) düşman askerlerine ani bir gece baskını düzenlemiş; ince bir taktik saldırıya hazırlıksız yakalanan Haçlı askerleri, başta Sırp ve Makedon komutanları olmak üzere öldürülmüş; bir kısmı uykuda, bir kısmı gece yapılan eğlencenin etkisiyle sarhoş halde olan 70.000 kişilik dev bir ordu geri çekilirken paniğe kapılmış, birçok asker Meriç nehrini yüzerek karşıya geçmeye çalışırken nehirde veya bataklıkta boğularak ölmüş, intikam almak için gelen Haçlı ordusu ağır bir bozguna uğratılmıştır.

Anlaşılacağı üzere, bu şiir kuru bir hamasetle yazılmamış; aksine şair tarihte yaşanmış gerçek bir olayı anlatarak, elde edilen şanlı bir zaferi gençlere anlatmayı, kahramanların anısını taze tutmayı amaçlamıştır.

Türkler, Müslümanlar geçmişteki şanlı Çirmen zaferini unutsa da Sırplar, Osmanlı akıncılarının müthiş zaferi ile sonuçlanan Çirmen yahut II. Meriç Muharebesini hiç unutmamış; Balkanlarda Osmanlının mirasını temsil eden Müslüman azınlığı BM askerlerinin korumasındayken (?) "Ormenia- Ormenia" diye naralar atarak katletmiştir.

Çirmen muharebesiyle ilgili anıları yaşatmak için halk türküleri üretilmiş, bugün bile Isihia adlı sanatçı aynı adla çıkardığı albümde geçmişin anısına Chernomen (The Battle At Chernomen) adlı bu şarkıyı söylemiştir[1].

Devletler arası ilişkilerde ezeli düşmanlık ebedi dostluk aranmaz, milletin menfaatleri öncelenir. Devlet-i aliyyenin menfaatleri kişilerin menfaatiyle çelişirse, devletin menfaatleri önce gelir, üstün tutulur.

Tarih şuuru ve bilinci olmayanlar kendilerinden her isteneni, sorgulamadan bilinçsiz bir şekilde yerine getirir; öz benliğini yitirerek kimliksizleştirilenler; düşmanının kuklasına, yani mankurt adama dönüşür. Kimimiz mankurt kimimiz közkaman bir arada yaşayıp giderken, özümüze dönüp tarihin milletimize yüklediği görevin bilinciyle hareket etmeli; Elçibey’in “Türk Milleti’ne en çok lazım olan şey maneviyata dayanarak birleşebilmektir” şeklindeki vasiyetine sahip çıkmalıdır.

Okuyucuya uzmanlık sorusu; birileri neden Avrupalı Türkleri, kökü mazide saklı asil bir milletin evlatlarını, olduğu gibi kabul edip, onların toplumsal ve sosyal hayatın içinde daha ileri bir duruma gelmesine sevinmez ve maneviyatına, diline, geçmişine sahip çıkmak isteyenleri değersizleştirmeyi, itibarsızlaştırmayı marifet sanır?

 

Kaynaklar

Aytmatov, Cengiz. (2015). Dişi Kurdun Rüyaları. Çev. Refik Özdek, İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Azap, Samet. (2017). “Közkaman/lık: İhanet ve Kimlik Sorunsalı” JASS, S. 41, s.104-117.


Not: Bu yazı Avusturya'da yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi Mayıs 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya http://avrupa.at/bilincli-koelelik-yok/ adresinden erişilebilir.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...