Göç, insanlık tarihi kadar eski
bir toplumsal olgudur. Dolayısı ile içinde bulunduğu olumsuz şartlardan
kurtulmak için arayış içinde olan kişiler, coğrafi olarak mekân değiştirmenin
ötesinde gittikleri yerlere kültürlerini götürmektedir. Yerleştikleri yeni çevrenin
kültürü ile de doğrudan etkileşime girince de yeni ve çoğu defa alışılmadık
olan bir kültürle karşı karşıya olduklarının farkına varmaktadırlar. Bu kültürü
benimseyenler olduğu gibi, toptan reddeden veya kısmen kabul edenler de
olmaktadır. Hatta karşı kültürü benimsemese veya ret etmese de olduğu gibi
kabul edenler de görülmektedir. Yeni yerleşim birimlerini mesken tutanlar,
köken kültürlerini yeni kültürel ögelerle bağdaşık hale getirmeye başlayınca da
yeni bir melez bir kültür ortaya çıkmakta; köken kültür dönüşmekte, köken
kültürü ile erek kültürün etkileşimi sonucu yeni bir kültürel form ortaya
çıkarmaktadırlar. Yani bir bedende iki kültür yerine bir bedende melez kültür
taşınmaya başlanmaktadır. Göç ile birlikte ortaya çıkan bu karşılıklı alış
veriş kültür ve sanat hayatına da yansıyınca, sözlü edebiyat dönemlerinin “göç
destanları” evrilerek hem tema/izlek belirlerken hem de retorik oluşturmada bir
malzeme olarak kullanılmaya başlanmıştır (Bkz.: Akgün 2015).
Çokça tekrar edildiği üzere, Almanya
ile Türkiye arasında 30 Eylül 1961 tarihinde imzalanıp, 1 Ekim 1961 tarihinden itibaren
yürürlükte olan işgücü anlaşmasının üzerinden yarım yüzyılı aşan bir zaman
geçti (Aydın 2014). Bu süre zarfında yaşanılan sosyal ve kültürel çevre,
toplumsal etkileşim, hayatın anlamı, din ve ölüm gibi konular yeni hayat
şartlarına bağlı olarak yeni bakış açıları ile harmanlandı. Girişte sözü edilen
göç olayı, bazen bir sazın tezenesinden yüreklerdeki yangını dile getiren türkü
olup söylendi; bazen de bir şiir veya bir hikâye olup sayfalar dolusu yazılı
eserlere dönüştü.
Türkiye’den göçenler tarafından “Köln
Bülbülü” olarak adlandırılan Yüksel Özkasap da göçün ilk dönemlerinde ortaya
çıktı. WDR Türkçe yayınlarında, Sofya, Budapeşte radyo istasyonlarının Avrupalı
Türklere yönelik istek programlarında “Almanya’ya mecbur etti yoksulluk beni” diye
adeta “şad olup gülmedim dünyada” diye çığlık atanların sesi oldu; pek çok ozan
sözlü edebiyatın destan veya türkü formundan yararlanırken, Türkiye’de
kalanların yürek burkan dramları da Ali Ercan gibi söz ve saz ustaları
tarafından bozlaklarda, türkülerde “Yârim Almanya’nın yolunu tuttun; gördün
güzelleri beni unuttun” şeklindeki dizelerde dile getiriliyordu.
Daha resmi anlaşma imzalanmadan çok önceleri başlayan işçi göçü ile ortaya çıkan ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile yeni bir hal alan yurtdışı göçü ile ortaya çıkan ilk edebiyat ürünlerinin nasıl adlandırılacağı konusunda başta Almanlar olmak üzere uzmanlar karar vermekte güçlük çekiyordu. Yazılıp söylenen eserler ilk dönemde ağırlıklı olarak kimlik eksenliydi ve Anadolu motifleri doğal olarak merkeze alınıyordu. Fakir Baykurt, Yüksel Pazarkaya, Dursun Akçam gibi entelektüeller Almanya’da Anadolu kültürünün yaşatılmasına yönelik bir çabayı sürdürürken, eserlerinde de ağırlıklı olarak Almanya’da bulunup Türkiye’yi yaşayan insanların dünyası anlatılıyordu. Onlara göre Almanya’da çalışan Türkler her sabah Türkiye’den Almanya’ya gidiyor; her akşam da Almanya’dan Türkiye’ye dönüyorlardı.
Almanya’dan Türkiye’ye izine
gelen “gurbetçi” veya o zamanların yaygın ifadesi ile “Alamancı” algısı ile
Türkiye’de de Almanya konulu eserler ortaya koyulmaya başlanmıştı. Bunlardan Geride
Kalanlar (1975), Geriye Dönenler (1986) adlı öyküleri ile Gülten Dayıoğlu ve Türk
edebiyatında bir ilk olan ve yol hikâyesinin anlatıldığı Fikrimin İnce Gülü
(1976) ile Adalet Ağaoğlu ilk olarak akla gelenlerdir. Roman Mercedes Mon Amour
(Sarı Mercedes) adıyla sinemaya uyarlanmış; pek çok ödül almıştır.
Almanlara gelince, Almanlar ikinci
dünya savaşı sırasında işgal ettikleri ülkelerden getirdikleri yaklaşık 7,5
milyon yabancı işçi (Fremdarbeiter) deneyiminden sonra (Photong-Wollmann 1996,
s. 29), bu defa ülkeye çalışma amacıyla gelen yabancılara ne ad vereceğini
kestiremediği gibi, eserlerine de ne diyeceğini, onları nasıl
adlandıracaklarına karar veremediler. Diplomatik ve içeriği özel anlam yüklü
olan “konuk/misafir” kelimesi seçildi. Bunların üzerinden ortaya çıkan
edebiyata da zaman içinde sırasıyla konuk işçi edebiyatı
(Gastarbeiterliteratur), azınlık edebiyatı (Minderheitsliteratur), gurbetçi
edebiyatı (Ausländerliteratur), yabancı edebiyatı (Literatur der Fremde),
göçmen edebiyatı (Migrantenliteratur), kültürlerarası edebiyat (interkulturelle
Literatur), kültür aşırı edebiyat (transkulturelle Literatur) gibi adlar
verdiler. Hatta kimi Alman edebiyat bilimciler, “Bunlar da edebiyat mı?” deyip
ortaya koyulan eserleri ötekileştirip sıradanlaştıran tavırlarla önce
küçümsemeye, sonra da itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Zaman içinde de çağdaş
Alman edebiyatının bir parçası olarak görmeye başladılar.
Türkiyeli edebiyat bilimcilere
gelince, bunların bir kısmı Alman meslektaşlarının etkisinde kalmakla birlikte,
ağırlıklı olarak edebiyat bilimi kuramları çerçevesinde nesnel bir şekilde ele
almaya çalıştılar. Bunlardan Nuran Özyer (1994, s. 99) Almanya’da yazan Türkler
tarafından ortaya koyulan edebiyatı konuk işçilerden oluşan yazarların,
entelektüel göçmen yazarların, entelektüel konuk işçilerin ve konuk işçilerin
çocukları olan genç yazarlar kuşağının yazdığı edebiyat olmak üzere, dört
dönemde ele aldı. Diğer araştırmacılar da Türklerin ilk dönemdeki üretimlerini
“Almanca yazılmış Türk edebiyatı” yeni dönemdeki eserleri de çağdaş Alman
edebiyatının içinde yer alan “öteki-özgün” çalışmalar şeklinde değerlendirmeye
başladılar (Örn.: Ackermann 1983).
İlk dönem eser veren kimi
yazarların Almanca dil bilgisi sınırlıydı, Türkçe yazıyordu; Türkçe düşünüp,
Almancaya çeviriyordu. Emine Sevgi Özdamar gibi Almanca yazan kimi yazarlar da işledikleri
konunun yanı sıra, anlatımda kullandıkları dil ve üslubun Almanların alıştığı ölçünlü
dilden sapması ile dikkati çekiyordu. Kimi zaman da yayınevlerinin siparişi
üzerine özgün Anadolu kültürünü içeren eserler yazılıyordu. Başarılı bir
tiyatrocu olan ve eserlerini Almanca yazan Renan Demirkan’ın “Üç Şekerli Demli
Çay” (Schwarzer Tee mit drei Stück Zucker) ile okuyucularla buluşmasının böyle
olduğu (?); başarılı görülünce de Ağustos 1995’te “Sakallı Kadın” (Die Frau mit
Bart) adlı ikinci kitabı çıkardığı söylenir. Her iki eser de okuyucu karşısına
Türkçe çevirileri ile çıktı ve Türkiye’de de beğeni aldı (Bkz.: Özbakır 2000).
Almanların ilk dönemde ortaya
koyulan edebiyata gösterdiği ilgi, eserlerin “özgün ve otantik” olmasından ve
yukarıda değinildiği üzere Anadolu’yu odak noktasına almasından
kaynaklanıyordu. Bu ilgi eski ağırlığını sürdürmese de günümüzde devam
ediyor. Şinasi Dikmen, Saliha
Scheinhardt, Aras Ören, Aysel Özakın, Nevzat Üstün, Bekir Yıldız, Fethi
Savaşçı, Akif Pirinççi gibi daha pek çok yazar Alman edebiyatı içinde anılıyor.
Aras Ören, “Biz bavulumuzda
dilimizi getirdik. Küçük hediye olarak kültürümüzü ve sanatımızı da ve bunlarla
bu toplumu biraz değiştirmek istiyoruz” diyerek açıklanmakta güçlük çekilen
konuya açıklık getiriyor (Bkz.: Zengin 2010, s. 331).
Türkiye’deki edebiyat
bilimcilerden Gürsel Aytaç (1991, s. 155.) ise konuyu şöyle özetliyor: “Kültür
farklılıklarını görmek, yaşamak ve dikkatleri bu alanlara çekmek, yaygın bir
eğilim. Kimlik problemi olarak nitelenen konunun çeşitlemeleri bol. Özellikle
Almanya’daki ikinci kuşak denilen Türklerin iki kültür dünyasıyla sürekli
alışveriş içinde olması söz konusu. Türk kültürü ana-babalarının, ailenin
sürdürdüğü hayat üslûbunda egemenken, «dışarda» Alman kültürüyle yüz yüze olan
gençler bunlar. Yazdıklarında bu azınlık, kimlik v.b. problemler ön sıradaysa
da salt evrensel, salt insana ilişkin konuların dile geldiği de oluyor.”
Aytaç’ın bu değerlendirmesi günümüzde de geçerli olduğu düşünülebilir.
İkinci kuşak yazarlara gelince,
bunlar ülkedeki yaşamın artık gelip geçici olmaktan çıktığının farkında
olduklarından, uyum eksenli eserler ortaya koymaya başladılar. Nilüfer
Kuruyazıcı (1992, s. 9) bu durumu şu sözlerle kayda geçiriyor: “Artık ikinci
kuşak yazarlar, yalnızca egzotik bir ülkeden geldikleri, Doğu’yu anlattıkları
için değil de tüm bu verileri Batı kültürüyle birleştirdikleri ve özellikle de
Batı kültür dizgesinden daha değişik bir kültür bireşimi oluşturdukları için
ilgi çekiyorlar bugün.”
Artık sadece Almanca yazan ve
Türkçe ile bir bağı olmayan Feridun Zaimoğlu, Selim Özdoğan, Akif Pirinççi gibi
üçüncü kuşak yazarlar ise evrensel motifleri kullanmaya, yaşadıkları ülkenin
değerlerini gündeme almaya başlamışlar; Almanca yazarak hedef kitle olarak da
erek kültürün taşıyıcılarına yönelmişlerdir.
Adı, durumu ve özelliği her ne
şekilde tanımlanırsa tanımlansın, Alman edebiyatı ile Tanzimat döneminden sonra
ortaya çıkıp gelişen Türk edebiyatı arasında bir tür köprü olan bu edebiyat,
Almanya’daki baskın kültürün taşıyıcılarına Anadolu kültüründen esintiler
sunmaya devam ediyor. Bu esintiler özellikle 2008 yılındaki Frankfurt Kitap
Fuarı organizasyonunda Türkiye’nin konuk ülke olarak temsil edilmesine “dünya
görüşüme ve politik duruşuma aykırı” (Bkz. Milliyet-Online 2008) diye karşı
çıkanlara rağmen giderek güçleniyor; Türkiye’de üretilen edebiyat eserleri de
aynı şekilde giderek artarak kabul görüyor.
Yazıyı Almanya’da 23 yılını
“gurbetçi” olarak geçiren ve Almanya’daki Türk edebiyatının unutulmazlarından, büyük
ozan Neşet Ertaş’ın insanlığa verdiği barış mesajı ile bitirelim: “Haktır
canlıların yapısı, kimsede yoktur tapusu, son durak gönül kapısı, kırdıysan
varma kardaş.”
Not: Bu yazı, Almanya'da periodik olarak yayımlanan edebiyat, kültür ve sanat dergisi "Yeni Dergi" Mart-Nisan 2016 sayısı için hazırlanmıştır.
Kaynaklar:
Ackermann, I. (Yay.). (1983). In
zwei Sprachen leben. Berichte, Erzählungen, Gedichte von Ausländern. München, Zürich:
Piper.
Akgün, A. (2015). Türk Edebiyatı
Bağlamında Edebiyat-Göç İlişkisi ve Göçmen Edebiyatları Üzerine Bir
Değerlendirme. Göç Dergisi. Cilt 2,
Sayı 1, URL: http://www.tplondon.com/dergi/index.php/gd/article/view/19 (son
erişim: 11.02.2016).
Aydın, F. (Ed.). (2014).
Uluslararası İşgücü Anlaşmaları. Ankara: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı
Yayın No: 07. (ISBN ISBN: 978-605-4971-05-3), URL: http://www.casgem.gov.tr/dosyalar/kitap/10/dosya-10-3818.pdf
(son erişim: 11.02.2016).
Aytaç, G. (1991). Edebiyat Yazıları II. Ankara: Gündoğan.
Cengiz, S. (2010). Göç, Kimlik ve
Edebiyat. Zeitschrift für die Welt der
Türken. Vol.2, No. 3, s. 185-193. URL: http://dieweltdertuerken.org/index.php/ZfWT/article/viewFile/174/s_cengiz
(son erişim: 11.02.2016).
Kuruyazıcı, N. (1992). Alman
Okurlar ve Türk Göçmen Yazınına Yeni bir Bakış. Hürriyet Gösteri. Kasım 1992.
Milliyet-Online (2008). Frankfurt
tartışması bitmiyor. http://www.milliyet.com.tr/-frankfurt--tartismasi-bitmiyor--pembenar-detay-kultursanat-975260/
(son erişim: 11.02.2016).
Photong-Wollmann, P. (1996). Literarische Integration in der
Migrationsliteratur anhand der Beispiele von Franco Biondis Werken. Siegen,
Univ., Diss., 1996. URL: http://www.ub.uni-siegen.de/pub/diss/fb3/1999/photong/photong.pdf
(son erişim: 11.02.2016).
Özbakır, İ. (2000). Almanya
“Konuk İşçi Edebiyatı”nın Bir Türk Temsilcisi Renan Demirkan’ın “Üç Şekerli
Demli Çay”ında Kimlik Problemi. Türklük
Bilimi Araştırmaları IX, s. 211-222. URL: http://docplayer.biz.tr/10518844-Almanya-konuk-isci-edebiyati-nin-bir-turk-temsilcisi-renan-demirkan-in-uc-sekerli-demli-cay-inda-kimlik-problemi.html
(son erişim: 11.02.2016).
Özyer, N. (1994). Edebiyat Üzerine. Ankara: Gündoğan.
Zengin, D. (2010). Türk- Alman
Edebiyatına Tarihsel Bir Bakış ve Bu Edebiyata İlişkin Kavramlar. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, Bahar (12), s. 329-349 URL: http://hutad.hacettepe.edu.tr/index.php/hutad/article/viewFile/121/87
(son erişim: 11.02.2016).