23 Şubat 2016 Salı

Göçmen Türkler ve Edebiyat

Göç, insanlık tarihi kadar eski bir toplumsal olgudur. Dolayısı ile içinde bulunduğu olumsuz şartlardan kurtulmak için arayış içinde olan kişiler, coğrafi olarak mekân değiştirmenin ötesinde gittikleri yerlere kültürlerini götürmektedir. Yerleştikleri yeni çevrenin kültürü ile de doğrudan etkileşime girince de yeni ve çoğu defa alışılmadık olan bir kültürle karşı karşıya olduklarının farkına varmaktadırlar. Bu kültürü benimseyenler olduğu gibi, toptan reddeden veya kısmen kabul edenler de olmaktadır. Hatta karşı kültürü benimsemese veya ret etmese de olduğu gibi kabul edenler de görülmektedir. Yeni yerleşim birimlerini mesken tutanlar, köken kültürlerini yeni kültürel ögelerle bağdaşık hale getirmeye başlayınca da yeni bir melez bir kültür ortaya çıkmakta; köken kültür dönüşmekte, köken kültürü ile erek kültürün etkileşimi sonucu yeni bir kültürel form ortaya çıkarmaktadırlar. Yani bir bedende iki kültür yerine bir bedende melez kültür taşınmaya başlanmaktadır. Göç ile birlikte ortaya çıkan bu karşılıklı alış veriş kültür ve sanat hayatına da yansıyınca, sözlü edebiyat dönemlerinin “göç destanları” evrilerek hem tema/izlek belirlerken hem de retorik oluşturmada bir malzeme olarak kullanılmaya başlanmıştır (Bkz.: Akgün 2015).

Çokça tekrar edildiği üzere, Almanya ile Türkiye arasında 30 Eylül 1961 tarihinde imzalanıp, 1 Ekim 1961 tarihinden itibaren yürürlükte olan işgücü anlaşmasının üzerinden yarım yüzyılı aşan bir zaman geçti (Aydın 2014). Bu süre zarfında yaşanılan sosyal ve kültürel çevre, toplumsal etkileşim, hayatın anlamı, din ve ölüm gibi konular yeni hayat şartlarına bağlı olarak yeni bakış açıları ile harmanlandı. Girişte sözü edilen göç olayı, bazen bir sazın tezenesinden yüreklerdeki yangını dile getiren türkü olup söylendi; bazen de bir şiir veya bir hikâye olup sayfalar dolusu yazılı eserlere dönüştü.

Türkiye’den göçenler tarafından “Köln Bülbülü” olarak adlandırılan Yüksel Özkasap da göçün ilk dönemlerinde ortaya çıktı. WDR Türkçe yayınlarında, Sofya, Budapeşte radyo istasyonlarının Avrupalı Türklere yönelik istek programlarında “Almanya’ya mecbur etti yoksulluk beni” diye adeta “şad olup gülmedim dünyada” diye çığlık atanların sesi oldu; pek çok ozan sözlü edebiyatın destan veya türkü formundan yararlanırken, Türkiye’de kalanların yürek burkan dramları da Ali Ercan gibi söz ve saz ustaları tarafından bozlaklarda, türkülerde “Yârim Almanya’nın yolunu tuttun; gördün güzelleri beni unuttun” şeklindeki dizelerde dile getiriliyordu.



Daha resmi anlaşma imzalanmadan çok önceleri başlayan işçi göçü ile ortaya çıkan ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile yeni bir hal alan yurtdışı göçü ile ortaya çıkan ilk edebiyat ürünlerinin nasıl adlandırılacağı konusunda başta Almanlar olmak üzere uzmanlar karar vermekte güçlük çekiyordu. Yazılıp söylenen eserler ilk dönemde ağırlıklı olarak kimlik eksenliydi ve Anadolu motifleri doğal olarak merkeze alınıyordu. Fakir Baykurt, Yüksel Pazarkaya, Dursun Akçam gibi entelektüeller Almanya’da Anadolu kültürünün yaşatılmasına yönelik bir çabayı sürdürürken, eserlerinde de ağırlıklı olarak Almanya’da bulunup Türkiye’yi yaşayan insanların dünyası anlatılıyordu. Onlara göre Almanya’da çalışan Türkler her sabah Türkiye’den Almanya’ya gidiyor; her akşam da Almanya’dan Türkiye’ye dönüyorlardı.

Almanya’dan Türkiye’ye izine gelen “gurbetçi” veya o zamanların yaygın ifadesi ile “Alamancı” algısı ile Türkiye’de de Almanya konulu eserler ortaya koyulmaya başlanmıştı. Bunlardan Geride Kalanlar (1975), Geriye Dönenler (1986) adlı öyküleri ile Gülten Dayıoğlu ve Türk edebiyatında bir ilk olan ve yol hikâyesinin anlatıldığı Fikrimin İnce Gülü (1976) ile Adalet Ağaoğlu ilk olarak akla gelenlerdir. Roman Mercedes Mon Amour (Sarı Mercedes) adıyla sinemaya uyarlanmış; pek çok ödül almıştır.

Almanlara gelince, Almanlar ikinci dünya savaşı sırasında işgal ettikleri ülkelerden getirdikleri yaklaşık 7,5 milyon yabancı işçi (Fremdarbeiter) deneyiminden sonra (Photong-Wollmann 1996, s. 29), bu defa ülkeye çalışma amacıyla gelen yabancılara ne ad vereceğini kestiremediği gibi, eserlerine de ne diyeceğini, onları nasıl adlandıracaklarına karar veremediler. Diplomatik ve içeriği özel anlam yüklü olan “konuk/misafir” kelimesi seçildi. Bunların üzerinden ortaya çıkan edebiyata da zaman içinde sırasıyla konuk işçi edebiyatı (Gastarbeiterliteratur), azınlık edebiyatı (Minderheitsliteratur), gurbetçi edebiyatı (Ausländerliteratur), yabancı edebiyatı (Literatur der Fremde), göçmen edebiyatı (Migrantenliteratur), kültürlerarası edebiyat (interkulturelle Literatur), kültür aşırı edebiyat (transkulturelle Literatur) gibi adlar verdiler. Hatta kimi Alman edebiyat bilimciler, “Bunlar da edebiyat mı?” deyip ortaya koyulan eserleri ötekileştirip sıradanlaştıran tavırlarla önce küçümsemeye, sonra da itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Zaman içinde de çağdaş Alman edebiyatının bir parçası olarak görmeye başladılar.

Türkiyeli edebiyat bilimcilere gelince, bunların bir kısmı Alman meslektaşlarının etkisinde kalmakla birlikte, ağırlıklı olarak edebiyat bilimi kuramları çerçevesinde nesnel bir şekilde ele almaya çalıştılar. Bunlardan Nuran Özyer (1994, s. 99) Almanya’da yazan Türkler tarafından ortaya koyulan edebiyatı konuk işçilerden oluşan yazarların, entelektüel göçmen yazarların, entelektüel konuk işçilerin ve konuk işçilerin çocukları olan genç yazarlar kuşağının yazdığı edebiyat olmak üzere, dört dönemde ele aldı. Diğer araştırmacılar da Türklerin ilk dönemdeki üretimlerini “Almanca yazılmış Türk edebiyatı” yeni dönemdeki eserleri de çağdaş Alman edebiyatının içinde yer alan “öteki-özgün” çalışmalar şeklinde değerlendirmeye başladılar (Örn.: Ackermann 1983).

İlk dönem eser veren kimi yazarların Almanca dil bilgisi sınırlıydı, Türkçe yazıyordu; Türkçe düşünüp, Almancaya çeviriyordu. Emine Sevgi Özdamar gibi Almanca yazan kimi yazarlar da işledikleri konunun yanı sıra, anlatımda kullandıkları dil ve üslubun Almanların alıştığı ölçünlü dilden sapması ile dikkati çekiyordu. Kimi zaman da yayınevlerinin siparişi üzerine özgün Anadolu kültürünü içeren eserler yazılıyordu. Başarılı bir tiyatrocu olan ve eserlerini Almanca yazan Renan Demirkan’ın “Üç Şekerli Demli Çay” (Schwarzer Tee mit drei Stück Zucker) ile okuyucularla buluşmasının böyle olduğu (?); başarılı görülünce de Ağustos 1995’te “Sakallı Kadın” (Die Frau mit Bart) adlı ikinci kitabı çıkardığı söylenir. Her iki eser de okuyucu karşısına Türkçe çevirileri ile çıktı ve Türkiye’de de beğeni aldı (Bkz.: Özbakır 2000).

Almanların ilk dönemde ortaya koyulan edebiyata gösterdiği ilgi, eserlerin “özgün ve otantik” olmasından ve yukarıda değinildiği üzere Anadolu’yu odak noktasına almasından kaynaklanıyordu. Bu ilgi eski ağırlığını sürdürmese de günümüzde devam ediyor.  Şinasi Dikmen, Saliha Scheinhardt, Aras Ören, Aysel Özakın, Nevzat Üstün, Bekir Yıldız, Fethi Savaşçı, Akif Pirinççi gibi daha pek çok yazar Alman edebiyatı içinde anılıyor.

Aras Ören, “Biz bavulumuzda dilimizi getirdik. Küçük hediye olarak kültürümüzü ve sanatımızı da ve bunlarla bu toplumu biraz değiştirmek istiyoruz” diyerek açıklanmakta güçlük çekilen konuya açıklık getiriyor (Bkz.: Zengin 2010, s. 331).

Türkiye’deki edebiyat bilimcilerden Gürsel Aytaç (1991, s. 155.) ise konuyu şöyle özetliyor: “Kültür farklılıklarını görmek, yaşamak ve dikkatleri bu alanlara çekmek, yaygın bir eğilim. Kimlik problemi olarak nitelenen konunun çeşitlemeleri bol. Özellikle Almanya’daki ikinci kuşak denilen Türklerin iki kültür dünyasıyla sürekli alışveriş içinde olması söz konusu. Türk kültürü ana-babalarının, ailenin sürdürdüğü hayat üslûbunda egemenken, «dışarda» Alman kültürüyle yüz yüze olan gençler bunlar. Yazdıklarında bu azınlık, kimlik v.b. problemler ön sıradaysa da salt evrensel, salt insana ilişkin konuların dile geldiği de oluyor.” Aytaç’ın bu değerlendirmesi günümüzde de geçerli olduğu düşünülebilir.

İkinci kuşak yazarlara gelince, bunlar ülkedeki yaşamın artık gelip geçici olmaktan çıktığının farkında olduklarından, uyum eksenli eserler ortaya koymaya başladılar. Nilüfer Kuruyazıcı (1992, s. 9) bu durumu şu sözlerle kayda geçiriyor: “Artık ikinci kuşak yazarlar, yalnızca egzotik bir ülkeden geldikleri, Doğu’yu anlattıkları için değil de tüm bu verileri Batı kültürüyle birleştirdikleri ve özellikle de Batı kültür dizgesinden daha değişik bir kültür bireşimi oluşturdukları için ilgi çekiyorlar bugün.”

Artık sadece Almanca yazan ve Türkçe ile bir bağı olmayan Feridun Zaimoğlu, Selim Özdoğan, Akif Pirinççi gibi üçüncü kuşak yazarlar ise evrensel motifleri kullanmaya, yaşadıkları ülkenin değerlerini gündeme almaya başlamışlar; Almanca yazarak hedef kitle olarak da erek kültürün taşıyıcılarına yönelmişlerdir.

Adı, durumu ve özelliği her ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, Alman edebiyatı ile Tanzimat döneminden sonra ortaya çıkıp gelişen Türk edebiyatı arasında bir tür köprü olan bu edebiyat, Almanya’daki baskın kültürün taşıyıcılarına Anadolu kültüründen esintiler sunmaya devam ediyor. Bu esintiler özellikle 2008 yılındaki Frankfurt Kitap Fuarı organizasyonunda Türkiye’nin konuk ülke olarak temsil edilmesine “dünya görüşüme ve politik duruşuma aykırı” (Bkz. Milliyet-Online 2008) diye karşı çıkanlara rağmen giderek güçleniyor; Türkiye’de üretilen edebiyat eserleri de aynı şekilde giderek artarak kabul görüyor.

Yazıyı Almanya’da 23 yılını “gurbetçi” olarak geçiren ve Almanya’daki Türk edebiyatının unutulmazlarından, büyük ozan Neşet Ertaş’ın insanlığa verdiği barış mesajı ile bitirelim: “Haktır canlıların yapısı, kimsede yoktur tapusu, son durak gönül kapısı, kırdıysan varma kardaş.”

Not: Bu yazı, Almanya'da periodik olarak yayımlanan edebiyat, kültür ve sanat dergisi "Yeni Dergi" Mart-Nisan 2016 sayısı için hazırlanmıştır.

Kaynaklar:

Ackermann, I. (Yay.). (1983). In zwei Sprachen leben. Berichte, Erzählungen, Gedichte von Ausländern. München, Zürich: Piper.

Akgün, A. (2015). Türk Edebiyatı Bağlamında Edebiyat-Göç İlişkisi ve Göçmen Edebiyatları Üzerine Bir Değerlendirme. Göç Dergisi. Cilt 2, Sayı 1, URL: http://www.tplondon.com/dergi/index.php/gd/article/view/19 (son erişim: 11.02.2016).

Aydın, F. (Ed.). (2014). Uluslararası İşgücü Anlaşmaları. Ankara: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Yayın No: 07. (ISBN ISBN: 978-605-4971-05-3), URL: http://www.casgem.gov.tr/dosyalar/kitap/10/dosya-10-3818.pdf (son erişim: 11.02.2016).

Aytaç, G. (1991). Edebiyat Yazıları II. Ankara: Gündoğan.

Cengiz, S. (2010). Göç, Kimlik ve Edebiyat. Zeitschrift für die Welt der Türken. Vol.2, No. 3, s. 185-193. URL: http://dieweltdertuerken.org/index.php/ZfWT/article/viewFile/174/s_cengiz (son erişim: 11.02.2016).

Kuruyazıcı, N. (1992). Alman Okurlar ve Türk Göçmen Yazınına Yeni bir Bakış. Hürriyet Gösteri. Kasım 1992.

Milliyet-Online (2008). Frankfurt tartışması bitmiyor. http://www.milliyet.com.tr/-frankfurt--tartismasi-bitmiyor--pembenar-detay-kultursanat-975260/ (son erişim: 11.02.2016).

Photong-Wollmann, P. (1996). Literarische Integration in der Migrationsliteratur anhand der Beispiele von Franco Biondis Werken. Siegen, Univ., Diss., 1996. URL: http://www.ub.uni-siegen.de/pub/diss/fb3/1999/photong/photong.pdf (son erişim: 11.02.2016).

Özbakır, İ. (2000). Almanya “Konuk İşçi Edebiyatı”nın Bir Türk Temsilcisi Renan Demirkan’ın “Üç Şekerli Demli Çay”ında Kimlik Problemi. Türklük Bilimi Araştırmaları IX, s. 211-222. URL: http://docplayer.biz.tr/10518844-Almanya-konuk-isci-edebiyati-nin-bir-turk-temsilcisi-renan-demirkan-in-uc-sekerli-demli-cay-inda-kimlik-problemi.html (son erişim: 11.02.2016).

Özyer, N. (1994). Edebiyat Üzerine. Ankara: Gündoğan.

Zengin, D. (2010). Türk- Alman Edebiyatına Tarihsel Bir Bakış ve Bu Edebiyata İlişkin Kavramlar. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Bahar (12), s. 329-349 URL: http://hutad.hacettepe.edu.tr/index.php/hutad/article/viewFile/121/87 (son erişim: 11.02.2016).

21 Şubat 2016 Pazar

Biz profesörler

Geçtiğimiz günlerde bir program izledim. Üniversitelerimizin bilimsel açıdan içine düştüğü durum tartışılıyordu. Fatih Altaylı, Haber Türk kanalında Prof. Dr. İlber Ortaylı ile Prof. Dr. Celal Şengör'ü konuk etmişti. Yıllardan beri söylediklerimizi bir başka öğretim üyesi Prof. Dr. İlhan Arsel'in kitabını yazdığı hususları kendi bakış açılarından ortaya koydular. İlgi ile izlenen programın bir iki tekrarı ve yeni bölümleri yayımlandı.

Yaşadığımız toplumsal-siyasal olaylar, akademisyenleri yeniden ön plana çıkardı. Ortaya koydukları pro-kontra görüşleri sıkça tartışılmaya başlandı. Dinimize ve peygamberimize yönelik eleştirilerine katılmasam da farklı bakış açıları sunması, eleştirel düşünceyi öncelemesi nedeniyle İlhan Arsel (1920-2010)'i okurum. Yıllar yıllar önce okuduğum bir kitabından akademisyenlerle ilgili olarak aldığım, bugün için de güncel diyebileceğimiz şu notu bilginize sunmak isterim:

“Biz profesörler, aldatıcı dış görünüşümüze karşın, iç alemimizde bilgisizliklerle, yetersizliklerle, bencilliklerle, haset ve çıkarcılıklar ve küçük hesaplarla, vasat insan kertesini aşamamış kimselerizdir. Asistanlarımızı, fakülteye veya ülkeye yararlı olmaları için ya da üstün yeteneklere ve karakterlere sahiptirler diye seçmeyiz. Kendi kişisel ihtiyaç ve angaryalarımıza yatkınlık esasına göre seçer, bizi gölgede bırakmasınlar diye genellikle düşük zekâ ve bilgi düzeyindekilerin ön plana çıkması için elimizden geleni yaparız... Asıl yaptığımız, yapmamız gerekenden çok farklı olarak, her yıl hemen hemen aynı şeyleri tekrarlamak, öğrenciyi kendimiz gibi ezbere yönlendirmektir...” (İlhan Arsel 1987 s.5)

Evet, biz akademisyenler biraz böyleyiz. Kendimizi işimize verme konusunda kimi zaman yetersiz, kimi zaman da isteksiz bulunuyoruz. İçimizdeki pek çok kifayetsiz muhterisler, uzmanlık alanları dışında heveskarı olduğu alanlarda ahkam kesmeyi seviyor.

Gün, İlhan Bey'in kitabını yeniden okuma günü...


İlhan ARSEL. Biz Profesörler. İstanbul: Met-Er Matbaası, 1987.


Stresi bırak yaşamaya bak

Bundan önceki yazılarımda akran baskısından söz etmiştim. Yazıları okuyan kimi öğrencilerim, arkadaşlarım bu durumun okul hayatının sıradan olayları olarak görüldüğünü örnekleri ile anlattılar. Hatta bir okul yöneticisi “Hocam, gençler çok acımasız olabiliyor” diyebildi

Bu yazıda da aynı konuya devam etmek istiyorum. Çünkü gerek yurt içinde gerekse yurt dışında yaşayan ergenler veya yetişkinler, hayatlarını maruz kaldıkları psikolojik baskılar nedeniyle çok yönlü bir stres altında sürdürmektedir. Yaşanan olumsuz koşullardan etkilenenler ve stresle başa çıkma konusunda yeterli direnci gösteremeyenler, grup içindeki saldırganların doğrudan hedefi olmakta; hayatları arzu edilmeyen, önceden hesapta olmayan yönlere doğru evrilmektedir. Bu süreçte çevre desteğinden mahrum kalan mağdurların en azından stres ile başa çıkabilme tekniklerini öğrenmesi, içinde bulundukları olumsuzluklardan kurtulmalarına yardımcı olacaktır.

Stres, kısaca bireyin kendini çevresindeki tehdit unsurlarına karşı çaresiz hissetmesi durumu olarak özetlenebilir. Birey yaşadıklarını değerlendirip, üzerinde durmaya değer görmüyorsa, olup bitenler onun için her hangi bir stres kaynağı olmaz; buna karşın yaşananlar bireyi tehdit ediyor ve bunlarla mücadele edilmesi gerekiyor gibi bir algı oluşturuyorsa, stres başlar. Bu duygu hissedilmeye başladığı andan itibaren de birey yaşadığı olumsuzluklar ile başa çıkabilmek için kendince bazı stratejiler, davranış modelleri geliştirir ve uygulamaya koyar. Bu süreçte bir bakıma kendi gücünü de sınar. Yaşadıklarının üstesinden geldiğine inandığında ise stres kaynağı ile birlikte ortadan kalkmış olur. Dolayısı ile bireyin süreçte ne yaşadığından ziyade, yaşadıklarını nasıl hissettiği ve kendi iç dünyasında nasıl değerlendirdiği önemlidir.  Aynı ortamı paylaşan iki kişiden biri yaşananlardan dolayı üzerinde duygusal bir baskı hissederken, bir diğeri olayları son derece olağan karşılayabilmekte ve rahat olabilmektedir. Bunların arasındaki farkın nedeni ise bireylerin karşı karşıya kaldıkları durumu duygusal olarak algılama biçimlerinden kaynaklanmaktadır.

Stres altındaki bireylerde hızlı kalp atımı, terleme, baş ağrısı, baş dönmesi, omuz ağrısı gibi bir dizi davranışsal durumlar gözlenebilir. Bu etkiler kısa süreli olup, bireyde kalıcı hasar bırakmaz. Örneğin, sözlü sınav öncesi, bir iş görüşmesine giderken bu sayılan belirtilerden biri veya birkaçı görülebilir. Bunlar geçici tepkiler olduğundan psikolojik ve fiziksel hastalık kaynağı olmaz.

İş ve okul hayatında karşılaşılan güçlüklere bağlı olarak yaşanan stresin, psikolojik baskının azaltılması, soruna dönüşmemesi için bireylerin stresle başa çıkma tekniklerini öğrenmesi, önemli bir kazanım olmaktadır. Çünkü olumsuz durumla karşılaşan bir birey, en azından ne yapabileceğini, hangi durumlar karşısında nasıl karşılık vermesi gerektiğini önceden bilebilir; bu bilgi donanımı bireyin gücünü artıracak bir kazanımdır ve yaşadığı veya muhtemelen yaşayacağı olumsuzlukla arasına mesafe koymasına yardımcı olur.

Stresle başa çıkabilme stratejilerinde dikkat edilmesi önerilen bir diğer husus, saldırganın gözde büyütülmemesi ve bütün hayatına engeller koyacakmış gibi algılanmamasıdır. Mağdur olan kişi kendini çaresiz ve karşı koyacak güçten yoksun hissettikçe stres de artar.

Stres ile baş edebilmek için bireyin karşı karşıya kaldığı taleplerin kendi kontrolü dışındaki paydaşlardan veya değişkenlerden geldiğini anlaması ve kendi sahip olduğu donanımı geliştirmesi gerektiğinin farkına varması önemli bir aşamadır.  Örneğin, okula giden bir öğrenci için birbiri ardına yapılan ve yıl içinde hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sınavlar ve yılsonunda bir üst eğitim kurumuna yerleştirilme gibi belirsizlikler önemli bir stres kaynağı oluşturabilir. Bununla birlikte eğitim sisteminin önemli ve kaçınılmaz bir parçası olan sınavların tamamen ortadan kaldırılması mümkün olmayacağına göre, öğrencinin sınavları kabul etmesi ve kendini eğitim sürecinde hedeflenen sonuca göre ayarlamaya çalışması, ilgi alanından çok akademik gereksinimlere odaklanması gerekir. Hatta stresin belli miktarda yaşanması, başarıya ulaşmak için gerekli olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır. Bu süreçte öğrencilerin, velilerin okul hayatından beklentilerini yeniden gözden geçirilmesi, öğrencinin sınavları algılamasındaki hatalı tutumlarının farkına varılması, bireysel kaynakların ve hazır bulunuşluk düzeylerinin geliştirilmesine katkı sağlayabilir.

Stresle başa çıkabilmek için duygu odaklı, problem odaklı ve sosyal destek almaya dayalı davranış modelleri vardır. Duygu odaklı davranışta, stresin yarattığı gerilimden kurtulmak amaçlanır ve sorun bazen küçümsenir, bazen görmezden gelinir; ötekiler suçlanır; birey kendine kızar; sorunu başkalarının çözmesini bekler veya kendine problem oluşturan ortamlardan kaçınır. Problem odaklı davranışta ise birey ilk önce kendine problem oluşturan durumu tanımlar, sınırlarını çizer ve gücünü, aklını kullanarak yaşadığı olumsuzluğun üstesinden gelmeye çalışır. Bu yaklaşım sorunu çözebilir; çözülemediği durumlarda da bireyin kendi iç huzurunu sağlayacak ara çözümler okul yönetimi ile işbirliği yapılarak geliştirilmeye çalışılır. Sosyal destek alma konusundan da bireyin başa çıkamayacağı olumsuz durumlarda yardım verebilecek etkili kişilere, alan uzmanlarına yönelme anlaşılmalıdır.

Öğrencilerin okulda, çalışanların iş yerlerinde maruz kaldıkları baskılar nedeniyle tükenmişlik içine girmemesi için günlük hayatın stresleri ile baş edebilmeyi öğrenmeleri gerekir. Bununla ilgili olarak, bireyler kendilerince bazı tedbirlere başvurabilirler. Bunlar kısaca şu şekilde özetlenebilir:
  •  Zamanı iyi yönetmek ve amaçların farkına varmak,
  • İnsanlarla beraber olmak ve kendini sosyal ilişkilere kapamamak,
  • Arkadaş çevresinde bağımlılık ilişkisine girmemek,
  • Zevk alınan faaliyetlerde bulunmak,
  • Birey olarak neler hissettiğinin farkına varmak ve bunları ilişki kurulan diğer kişilere uygun bir şekilde dile getirmek,
  • Belirsizliklerle yaşamayı kabul etmek,
  • Uyku ve beslenmeye dikkat etmek,
  • Spor yapmak.

Burada sayılan ve tamamen bireyin kendiliğinden alabileceği bu küçük tedbirler, günlük stresin üstesinden gelinmesine yardımcı olur. Günlük hayatın baskısı kimi zaman olumsuzluklara odaklanmamızı sağlasa da hayatın yaşamaya değer güzelliklerini gözden kaçırmamaya çalışmak, daha mutlu ve huzurlu bir geleceğe yol alınmasını sağlar.

Konuyla ilgilenenlere okuma önerisi:

Poussard, J.M. ve Çamuroğlu, M. İ. (2015). Psikolojik Taciz: İş Yaşamında Gerilim. Ankara: Akılçelen Kitaplar. ISBN 978-605-5069-81-0 

Not:
Bu çalışma Europa-Journal Şubat 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Gazeteye şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.europa-journal.net/

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...