21 Şubat 2021 Pazar

Akleden kalplere söylüyorum

 

Ben yazılarımı içimden geldiği gibi, “akleden kalbe bir şeyler söylemek için” yazıyorum. Ne yazı üstadı ne de bilgi üstadı gibi bir savım var. Keşke yazdığım her satır, her bir kelime bir yaraya merhem olsa, bir ağrıyı dindirse; ama öyle olmuyor. Çoğu yazı gibi gazete sütunlarında, internet köşelerinde kaybolup gidiyor.

Bu sefer de geçmişte olduğu gibi insan öyküleri anlatmaya, okuduğum kimi özlü sözleri yaşanmışlıklardan çıkardığım derslerle harmanlayarak yazmaya çalışacağım. Yazdıklarımın gönlünüze, yüreğinize hitap etmesini arzu ederim. Öyle ki her bir kelime yüreğinize atılmış bir tohum olup yeşersin, çiçek açsın, meyve versin; unutulmaya yüz tutmuş duygularınızı, değerlerinizi geri getirsin.

Ozan Neşet Ertaş, “Kalpten kalbe bir yol vardır, görünmez/Rızasız bahçenin gülü derilmez” diyor. Bir işe gönül vermek gerekir, bir şeyler elde edebilmek için. Zorla güzellik olmaz.

Bu durum okurken de böyle, yazarken de… Kimi boş zamanını değerlendirmek için okur; kimi kitap okumak için kendine özel zaman ayırır. Oysa kitap boş zamanları doldurmak için bir araç değil, insanın zihinlerdeki bilgi eksikliğini ortadan kaldırmak için kullandığı ilaçtır. Hayatta bir amacı olanlar; kendine zaman ayırıp okuyanlardır ve dünya kandil ışığında sabahlayan insanların okumasının, yazmasının, bilgiyi üretmesinin hatırına dönmeye devam ediyor.

Bir yerlerde okurken not almışım. "Bir Doğulu olarak başladığımız hayata, başka bir vücuda göre biçilmiş elbiselerin orasını burasını düzelterek devam ediyor, olamayacağını anlayıp çıkarttığımızda bedenimizin hakiki haline alışamıyoruz" Düşündüm de gerçekten öyle. Bir Batılı olmak için hangi hayallere kapılmış, nelerden vaz geçmişiz.

Avrupa’ya gelmiş, yaşadığımız yeri yurt edinmişiz. Bu süreçte en Batılı görünenimiz, bir hevesle kendini gurbete atanlar bile alt olmuş. Hayata, çevreye uyayım derken, kendi kimliğiyle, kendini gurbete atan idealleriyle ters düşer olmuş. Daha doğrusu çok isteyip de ait olmak istediği çevre, onu her türlü özveri ve fedakârlığına rağmen içine almamış; bunun verdiği hayal kırıklığı ile dışarıda, sınırlarda yaşamak zorunda kalmış, kendi kimliğine yabancılaşmış, tarifi imkânsız acı ve üzüntüler yaşanmasına neden olmuş.

Oysa insanlar nelerden vaz geçmişler. Say tercihten, say mecburiyetten, bir şeylere duyulan tepkiden veya umutsuzluktan. Her neyse, her nerede ne yaşanmış ve gerekçesi nasıl yazılmışsa. Sonuçta gelmişler, buraları yurt edinmişler. Baskın, taşıyıcı kültürün temsilcileri yani kapı komşuları, ev sahipleri ki gelenler de kendilerini çoktan bu topraklara aitmiş gibi görmeye, taşıyıcı kültürün evrensel değerlerinin bir parçası gibi tanımlamaya başlamış yahut böyle bir yanılsamaya, avuntuya kapılmışsa da habire “Bize uyun!” dayatması ile karşı karşıya kalmışlar. Peki, bugün bir şeyler değişmiş mi?  

Aynaya bakarken şöyle bir durup düşünmek lazım, karşı karşıya kalınan olumsuzlukların düzeltilmesi için de öğrenilen çaresizliğin dışına çıkmak veya öğretilen terminolojinin dışında yeni bir söylemin geliştirilmesine ihtiyaç olduğunu görmek lazım. "Dün dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım!" diyen Mevlana’ya nazire yaparcasına, dünü dünde bırakıp, gelecekte kendinizi nerede görmek istediğinize bakalım. Uyum veya göçmen kavramları bizim kültürümüze ait değil. Biz “vardığın yer körse sen de gözünü kapa” anlayışı ile gittiğimiz yere çoktan uymuşuz. Dilse dili, meslekse mesleği öğrenmişiz. Ama biz uymaya çalıştıkça, onların uzaklaştığını görüyor, öteki olmaya alışıyor, çaresizliğin dayanılmaz ağırlığını hissediyorsunuz. Değerleri değeriniz, yaşamları yaşamınız olmaktan çıkıyor. Siz kendinizi bedeninizi tanıyamamışsanız, ötekinin elbiseninin içine sığmaya çabaladıkça batıyorsunuz, dikişler atıyor, bir beden büyüğü yok mu diye sessiz, derin çığlıklar atıyorsunuz. Karşıdan “İlle de bize uyacaksın!” nidaları yükselirken, sizin kırılmış, incinmiş olduğunuzun farkına varmıyor, umurlarına almıyorlar. Her seferinde kendinizi sil baştan anlatmaya çalışırken yoruluyor, çaresiz kalıyorsunuz. Hem kırılan, incitilen, hem de kendini anlatmaya, yaralarını sarmaya çalışan “uyumsuz” siz oluyorsunuz. Siz; siz olmaktan çıktığınızda Batılıların kavramları ve değerleri ile düşünen ama kendisi ile sürekli bir iç hesaplaşma yaşayan Doğulular oluyorsunuz. Terimler Batılılardan ödünçlendiği için bunlarla Doğulular gibi düşünemiyor, kendi değerlerinizi ödünçlenen hayatlarda bulamıyorsunuz. Oysa durum gayet basit, içinde bulunduğunuz durumlar onların terimleriyle açıklanabilecek kadar kolay değil. Çözüm sizde, çare sizsiniz. Bir de bunu görüp kendi giysilerinize bürünüp ayağa kalkabilseniz…

Ayağa kalkmak için gereken zaman dilimi içinde sabırla imtihan olmak, yanarak pişmek lazım geldiğini bir kere daha anlıyor insan. Zamanla kısa süreli sabrın, uzun süreli pişmanlıklardan koruduğunu deneyimliyor. Mevlana’nın dediği „Sen kendine değer ver ve gönlünü olgunlaştır; çünkü sen bedeninle değil, ruhunla insansın“ sözüne geri geliyor. „Çaresizlik tuzağına düşme. Her zaman bir umut ışığı olduğunu aklından çıkarma.“ diyen inanç temeline geri dönüyor. Daha doğrusu dönebilenler kazanıyor.

Lev Tolstoy’un deyişi ile „Umduğumuz gibi olsaydı hayat, sandığımız gibi yaşardık. Bulduklarımızla yetinseydik, kaybettiklerimize ağlamazdık.“  O nedenle içinde bulunduğun döngüyü kırmak için bekleme, kendini anlatmaya çalışarak beyhude vakit kaybedip oyalanma. Paulo Coelho’nun dediği gibi „Açıklamalarla vaktini harcama; insanlar sadece duymak istediklerini duyarlar“. Hayat sizi bir tesadüf ile buraya getirdiyse, bir neden ile de onların karşısına çıkarmıştır. Neşet Ertaş’ın deyimiyle „Yalandan yüzüme gülen dünyada“ siz inadına gülün, güçlü olun. Gönül köprüleri kurmaktan geri durmayın. „Sen beni gülünce mutlu mu sandın?“ diye karamsarlığa kapılmadan, içinde yaşadığınız sanal gerçek iç içe geçmiş dünyaya uymaya, hayatın gerçeklerine göre kişisel gelişimizi sağlamaya bakın, eğitiminizi ihmal etmeyin. Atatürk’ün dediği gibi; “Eğitime gerektiği önemi vermeyen, ilim ve irfan sahibi nesiller yetiştirmeyen milletler, medeniyet yarışında geri kalmaya ve diğer milletlerin vesayeti altında yaşamaya mahkûmdur. Milletimizin amacı, milletimizin ülküsü bütün cihanda tam anlamıyla uygar bir toplum olmaktır.” Dolayısı ile bir emlak yatırımını çocuklarınızın eğitimine tercih etmeyin. İyiliğin ve eğitimin insanın ruhunu kanatlandıracağını, geleceğini kurtaracağını unutmayın.

Batılının elbisesine sığmayan Doğululardan biri olan Halil Cibran’ın; „Nezaketi zayıflığın bir parçası, hoşgörüyü korkaklık, yücelmeyi böbürlenme fırsatı kabul eden bu kalabalığın saygısızlığından“ yılmayın, usanmayın. Onlar sizin „iyi“ olmanızla yetinmeyip, bir de üstüne „salak“ olmanızı bekliyorsa, rahmetli Kemal Sunal’ı olmadı, Charlie Chaplin’i, Laurel ve Hardy’i hatırlayın, gülün. Sevmekten usanılmayacağı gibi, gülmekten de kimseye bir zarar gelmez. Gülmek; toplumsal bir jest olduğu kadar; hem bedene hem de ruha ilaçtır. Zaten bugünün kazanımlarını kısa günün karı olarak görüp menfaatini gözeten Batılı, uzun günün sonunda sahip olduğu kültürel zenginliği değerlendirememiş olmanın pişmanlığı yaşayacak; lakin herkes payına düşeni alacaktır. Kendinizi çok yormadan çözümün bir kısmını zamana yayın ki biraz da onlar sizi anlamak için çırpınsın. İmkânların içinde imkânsızlığı, çarenin yerine, çaresizliği dayatmanın ağızlardaki kekremsi tadını duyumsayıp, dayattıkları gereksiz kavramların içini biraz da onlar doldurmaya çalışsınlar.

Artık yaşadığınız, vatan edindiğiniz bu topraklardan kopamayacağınıza göre, en gerçekçi çözüm yine sizde; sizin Anadolu’dan getirdiğiniz kadim kültürünüzde. Kim olduğunuzu, nereden gelip nereye gittiğinizi unutmadan, Yunus Emre’nin deyişiyle „Her nereye bakarsan kendi yüzündür, kimde ne görürsen, kendi özündür“ ilkesiyle insanları, sevmeye devam edin. Diğerkâm olun. Dün olduğu gibi yarın da hiçbir çıkar gözetmeden, yurt edindiğiniz toprakların menfaatlerini de gözetmeye bakın. Zor zamanlarda kuracağınız gönül köprüleri ile sizi öteki gibi görenlerin, gösterenlerin halleri ile hemhal olun. Sevmek mi sevilmek mi ikileminde kalırsanız, Fuzuli’nin tavsiyesine uyun. Sevin! „Çünkü sevildiğinden hiçbir zaman emin olamayan insan hiç olmazsa sevdiğini bilir“. Sevdiğinize sadık mısınız, değil mi? Varsın onlar düşünsün.

Nihayetinde hepimiz kökeninde nisyan (unutma) olan beşerleriz. İnsan olanlarımız azınlıkta olsa da insan olan sevenini yardan atmaya kıyamaz. Bazı şeyler için zaman şimdidir; öncesi erken, sonrası ise geçtir. Çarelerin tükendiği an çare anavatan Türkiye’dir. Onun sevdası göz pınarlarında yağmur, yüreğinde hasret, fikrinde sevda olup, boğazına düğüm olsa da mazlumun yüreğinde kanayan yaraya Türkiye merhem olur.

Not: Bu yazı  Haber Avrupa - Europa Journal-adlı aylık gazetenin Şubat 2021 sayısında yayımlanmıştır. http://europa-journal.net/akleden-kalplere-soeylueyorum/ / (20 Şubat 2021).

Haber Avrupa https://www.youtube.com/watch?v=AZKZZjFCeJ8 (son erişim tarihi: 07.03.2021).

18 Şubat 2021 Perşembe

İnsan, insanın sığınağıdır

Geçen yazımda değerler eğitimi üzerinde durmuş, aileyi bir arada tutan başlıca ilkeleri anlatıp, aile olabilmenin kişilere yüklediği sorumluluklardan söz etmiştik. Sonra farklı kültürel çevrede yaşayanlar için mutlu aile kurma konusunda sorular geldi.

Geçen yazıyı yani aile değerlerini özetleyelim: Sorunlar karşılıklı konuşarak çözümlenmeli; aile içinde herkes eşit muamele görmeli, bireyler kendilerini bir yandan aileye ait görürken diğer yandan özgürlüğünün kısıtlanmadığını hissetmeli, kaynaklar eşit ve adil kullanılmalı, sevgi ve şefkate ek olarak fedakârlık ve duygudaşlığa da yer verilmeli, kişilik haklarına saygı gösterilmeli, paylaşımcı olunmalı ve nihayet ailenin maddi ve manevi değerleri bilinçli bir şekilde kullanılmalıdır. Özellikle kriz zamanlarında aile olmanın anlamının yeniden öğrenilmesi, ailenin dağılmaması ve aileyi bir arada tutulması için bu değerlere özen gösterilmelidir. Bu başarıldığında aile huzur bulur; onu oluşturan insanlar, açık denizlerdeki fırtınalardan kaçan gemilerin limanı gibi, güvenli sığınak haline gelir.

Bunlar olmaz, herkes kendi menfaatini düşünür, kendini öncelerse ailede huzur kaybolur. Aile değerleri zarar görür. Sevgi ve merhametin merkezi olması gereken aile şiddet ve nefretin mekânına dönüşür. O halde her birimizin görev ve sorumluluğu ailemizi koruyup kollamak; aile içi bağları güçlendirmeye yönelik davranış modellerini geliştirmek ve özen göstermek olmalıdır.

Aile içi iletişimin olmadığı veya zayıf olduğu hallerde; aileyi oluşturan bireyler özensiz ve sorumsuz davranışlarını sürdürmeye devam ederlerse; aile, paylaşımın ve duygudaşlığın olmadığı, bir çatı altında birbirinden uzak yaşayan insan topluluğuna dönüşür.

Hal böyle olunca, televizyon dizilerinde dayatılan ve kültürümüze yabancı olan, ailenin veya kişilerin mahremiyetine saygı gösterilmeyen yaşam biçimi, aile içi dayanışmayı, eşler arasındaki sadakati sıradanlaştıran olumsuz tutum ve davranışlar gelişir; kişiler sorumluluklarını yok sayarak aileyi ve değerlerini tahrip ederler.

Gençler farklı kültürlere mensup kişilerle hayatlarını birleştirmek isterse, bu temel değerleri esas almalı, birbirlerini önce insan olarak değerlendirerek, çiftler arasında asgari saygıyı korumalı, saygı temeline dayalı sevgiyi tesis etmelidir. Bundan sonra ileride nasıl bir durumla karşılaşacakları konusunda endişe etmelerine gerek yoktur.

Dünyaya kendi merceğimizden bakar, kendimizi merkeze alırsak bütün ilişkilerde olduğu gibi, aile içinde de sorun yaşarız. Hâlbuki insanların farklı olduklarını görsek, farkları ortadan kaldırmaya veya kendimize uydurmaya çalışmak yerine, oldukları gibi, yargılamadan kabul etmeyi başarabilsek, her sabah bir önceki günden daha mutlu uyanırız. Mutluluk da mutsuzluk da uzaklarda değil, küçük ayrıntılarda gizlidir. Sevenin sevdiğine sevildiğini hissettirmesi gibi…

Bunlardan biri de çokça sözü edilen fedakârlıktır. Fedakârlık; insanın sahip olduğu, sevdiği, değer verdiği şeylerden hiç düşünmeden, seve seve vaz geçebilmesidir. İnandığı değerler ya da sevdiği insanlar uğruna gerektiğinde kendi çıkarlarından vaz geçip her türlü zorluk ve sıkıntıyı göze alabilmesi, bu konuda elinden gelenin en fazlasını yapabilecek şevk, azim ve iradeyi kendisinde bulabilmesidir.

İnsanoğlu düşer kalkar; kötülükten ziyade iyilikte yücelikte yarışır. İyilik insanı ruhen arındırır. İnsanın diğerkâmlık yapması, yani ötekini anlamaya çalışması ve buna göre davranması, ailenin yücelmesine, aile ve toplum içinde yeni değerin oluşturulmasına katkı sağlarken; insanlar arasındaki yardımlaşma ve dayanışma da kişilere kendilerini saygın ve değerli hissettirir. “Ben o kadar çaba gösteriyorum, sonuç alamıyorum” deyip, pes etmek yerine meşhur kıssayı hatırlamakta yarar var. İnsanın değerini, ancak değer bilecek kapasitede olanlar bilir. Altını kuyumcular çarşısında değil de demirciler çarşısında tartmak beyhude bir çaba olur. Her işin, her şeyin değerini ehli anlar. Aile içinde ilişkilere bir kuyum ustasının hassasiyetiyle yaklaşmak, yuva kurarken de kültürler arasındaki ilişkileri bu ilkeye göre tesis etmek, aileye yeni katılanları “pırlanta” gibi görmek gerekir. "Kâinat yekvücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti herkesin yüzünü güldürebilir." der Tebrizi. Onun için parayla alınıp satılmayan mutluluk, insanın yüreğinden dünyaya ektiği iyilik tohumlarının filizlenip boy atmış, meyve vermiş halidir.

Aile bir milletin çekirdeğini oluşturur. Aile kurarken özenli davranmak gerekir. Geceleri rüyanızda, şafak vakti dualarınızda, gün boyunca kalbinizde taşıyamayacağınız; aklınıza her geldiğinde özlemeyeceğiniz kişilerden uzak durmalısınız. Doğru kişiyi bulduğunuzda da elini sımsıkı tutup bırakmayın. Her sabah “Bahtıma doğan güneş, kanayan yarama merhem, rüyalarımı süsleyen kadın/adam” diyerek güne başlayın... Aksi halde eş değil, yük alırsınız. Gerçekten seviyorsanız; araya mesafeler girse bile insanın insana yüreği kadar yakın olduğunu, mesafelerin hükmünün kalmayacağını unutmazsınız.

Toplumun çekirdeği olan ailenin ortak değerleri ne kadar gelişmiş ise, fırtınalara da o kadar dayanıklı olur. Aile güçlüyse, millet de güçlüdür. Ortak kültürü, ortak idealleri ve ortak tarihi kuvvetli olan bir millet, güçlü aile yapısıyla her türlü olumsuz dış etkenlere karşı dimdik ayakta durur. Hâsılı kelam; birbirine gönülden bağlı olanların bağını koparmak mümkün olmaz, çünkü onların gönüllerinin nereden bağlı olduğunu bilemezsiniz. Barış Manço’nun dediği gibi “Orda öyle bir isim var ki kuldan öte kuldan ziyade / Onu düşün ona sığın o senden öte benden ziyade”. Allah her birinize öyle bir mutluluk nasip etsin ki ettiğiniz sabrın kıymeti ömür boyu hatırlansın.

 

Not: Bu yazı Post Aktüel Gazetesi Şubat 2021 sayısında yayımlanmıştır. Mustafa Çakır (2021). İnsan, İnsanın Sığınağıdır. Post Aktüel Gazetesi. Şubat 2021, s. 10.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...