27 Kasım 2016 Pazar

Merhabayı unutma

Bu satırların yazarı 70’li yılların ikinci yarısından bu yana Avrupa ülkelerini geziyor. Türlü amaçlarla, türlü kimliklerle... Demem o ki bazen bir işçi çocuğu olarak, bazen bir üniversite öğrencisi olarak, bazen de bir akademisyen kimliği ile. Bu süreçte gözlediğim, günlüklerime aktardığım kimi konuları paylaşıyorum.  

Avrupalılar tarih boyunca kendinden görmediğini, sırf farklı olduğu için dışlamış, onları bazen düşman olarak bazen de öteki olarak göstermiş, zaman zaman türlü cefalar çektirmiştir. Ayrıntıya girmeye gerek yok, Avrupa tarihini bilenler bilir. Buna rağmen bu “ötekiler” tutucu, tutuk, ezik, bağnaz ve kendi içine kapanık bir hayat sürmek isteyen “yerlilerin” arasındaki gelişimlerini sürdürmüş, toplumsal ve sosyal hayatın her alanına nüfuz ederek, Avrupalıların gelişmesine katkı sağlamıştır. Bugün bir Avrupa uygarlığından söz edilebiliyorsa, bunun arka planında geçmişte yaşananlardan çıkarılan dersler, farklı olanın bir zenginlik olarak görülmesi, farklı olanın yeni bakış açıları sunması vardır.

Günümüzde de zaman zaman suçlanan, seçim arifelerinde ülkeden “kovulma fermanlarına” maruz kalan yabancılar veya yurttaş olduğu halde yabancı olarak görülenler, hayatın hemen her aşamasında ötekileştirilmelerine karşın bir yandan kendilerine güvenen yurttaşlar olarak gelişimlerini devam ettirirken, öte yandan da topluma sundukları olumlu katkılarla saygın yurttaşlar olarak ayakta kalmaya devam ediyorlar. Yani kuvvetli esen fırtınalar içinde sessiz kalan, sükûnetini muhafaza etmeyi başaranlar çalışkan insanlar, mesleki başarılarından da söz ettirebiliyorlar.

Her biri ayrı bir başarı öyküsü olan bu çalışmaların sahiplerinin aslında ortak bir özelliği var. Bunlardan ilki bu satırların yazarının da çoğu defa ortaya koyduğu gibi, çok sayıda bilimsel araştırma ile de ortaya koyulmuş. Ana dili hâkimiyeti ve köken kültürüne olan bağlılık. Ana dili eğitimi ile öğrenci başarısı arasında doğrusal bir ilişki olduğunu pek çok bilimsel araştırma ortaya koymuş. Ana dilini iyi bilen öğrenciler, bilmeyenlere göre hem derslerinde hem de iş hayatlarında daha başarılı oluyor. Köken kültürünü muhafaza edenler de içinde yaşadıkları toplumda ortaya koydukları ürünlerin yaşadıkları kültüre göre “özgün” ve “örnek” olmasını sağlıyorlar.

O halde, Türk Milleti’ndenim diyen her insan, gurbette de olsa, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe öğrenmeli; evinde çocuklarına Türkçe öğretmeye, onlarla Türkçe konuşmaya azami özen göstermelidir. Türkçe konuşamayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia etse de buna inanmak doğru olmaz. Çünkü dil geçmiş ile gelecek arasında, gözle görülmeyen, ama varlığı da hissedilen kuvvetli bir kültürel bağ; gelecek kuşakların Türk kimliği ile tanınabilmesi için güvenlik sigortasıdır.

Ana dili geleneklerimizi, göreneklerimizi yaşatır. Öteki olarak etiketlenilen bir toplumun içinde erimemenin, yok olmamanın teminatıdır. Gelecek kuşakların, taze fidanların can suyudur. Bu canlara verilen suyun, ham hamasetten arındırılmış olmasına özen gösterilmelidir. Bu nokta özellikle yabancı kültürün baskın olduğu ortamlarda daha da önem kazanmaktadır. Esaslı bilgiye dayanmayan milliyetçiliğin ırkçılığı; sağlam inanca, köklü bilgiye dayanmayan ve aklın süzgecinden geçirilmeyen dindarlığın da bağnazlığı getireceği unutulmamalıdır. Yakın geçmişe duyulan saygı ve özlemin, Cumhuriyetin temel değerleriyle çatıştırılmadan, moda olduğu için değil, geniş bir bakış açısı ile ihtiyaç olduğu için verilmesi gerekir.

Ana dilini ‘doğru-düzgün’ konuşamayan çocuklar ilerleyen yıllarda, yetişkin konumuna geldiklerinde sosyo-kültürel sorunlarla karşı karşıya geliyorlar. Dil ile dolaylı aktarımı yapılamayan, eksikliği hissedilen maneviyatın arayışına yöneliyor; radikal inanç gruplarının istismarına açık hale geliyorlar. Bu süreçte suça karışanların, toplumsal kabul görmeyen davranış biçimlerini sergileyenlerin sayısı giderek artarken, aile içi iletişim azalıyor ve giderek kopuyor; değerler çatışması yaşanıyor. Birinci kuşak ile üçüncü, dördüncü kuşak arasındaki bağın her geçen yıl giderek zayıfladığı görülüyor. Birinci, ikinci kuşak torunlarıyla sağlıklı iletişim kurmakta zorlanıyor. Okullarda uluslar üstü anlaşmalar nedeniyle verilen, ama velilerin gerekli önemi vermediği Türkçe hızla unutuluyor. Böylece yetişen her yeni kuşağın aile bağları ile ana yurtları ile ilişkileri de zayıflıyor. Evli çiftler arasında boşanma oranı hissedilir şekilde yükseliyor.  

Bu konuyla ilişkili olarak, ana dili eğitiminin yetersizliği Avrupa’daki gençlerin inançlarına, maneviyatlarına olumsuz yansıyor. Türkçe anlayamadığı hutbeyi imamdan Almanca okumasını isteyen gençlerin sayısı belirgin şekilde artıyor. Dikkatle incelendiğinde, bu gençlerin Almanca dil düzeylerinin de istendik düzeyin altında olduğu, kendilerini her iki dilde de yeterince ifade etmekte zorluk çektikleri görülüyor.

Öte yandan, Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenliler elinde olmayan ve kontrol edemedikleri dış etkenlere karşı da ayakta durma, varlıklarını sürdürebilme mücadelesi vermek zorunda kalıyorlar. Yaşadıkları ülkelere bağlılıkları sorgulanıyor; onların iki ülke arasındaki sıkışmışlıkları siyasi ikbal hırsı güden bazı politikacıları her geçen gün daha cüretkâr, daha pervasız ve daha acımasız bir hale dönüştürüyor. Bu durum toplum içinde “farklı” olana karşı hoşgörüyü zayıflatırken, farklı olanın farkının ortadan kaldırılmasına yönelik kampanyaların giderek güç kazanmasını sağlıyor.

20. Yüzyılın medeniyet projesi olarak ortaya çıkan ve giderek kuruluş amacından sapan Avrupa Birliğinde bugün kabul edilmiş 23 resmî dil var. Bu dillere ilave olarak birlik içerisinde 175 göçmen dili ve 60 bölgesel ve azınlık dili konuşuluyor. Üye ülkelerin tamamı 1992 yılında Avrupa Konseyi’nde kabul edilen Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık Dillerini Koruma Anlaşması’nı kabul etti. Anlaşma söz konusu dillerin öğretimi için gerekli bütçenin ayrılmasını da öngörüyor. Ancak bilhassa son 10 yıl içerisinde ana dili eğitimine verilen devlet desteği kimi ülkelerde ya tamamen kaldırıldı ya da ihtiyacı karşılamaktan uzak rakamlara çekiliyor. Bu durum 1900’lü yıllarda kalan ve Avrupa yerel dillerini yok etmek için uygulanan politikaları çağrıştırıyor.

Avrupa’da Türkçe ana dili eğitiminin önündeki en büyük engellerden biri bulunulan ülkedeki politikalar ise diğeri de Türk ailelerin bilinçsizliği. Birçok aile geçmişte olduğu gibi günümüzde de ana dili eğitiminin çocuklarının yaşadığı ülkenin dilini öğrenmesine engel olacağını sanıyor. Oysa bilimsel çalışmalar bunun tam tersini söylüyor. Ana dilini iyi öğrenen bir çocuk hem yaşadığı ülkenin dilini hem de diğer üçüncü dilleri daha kolay öğreniyor. Toplumda adeta önceki kuşaklardan miras olarak devralınan “cahil Türk” algısının yer yer içselleştirildiği görülüyor. Bu kısır döngünün kırılması için el birliği ile çalışılması, okul-veli-öğretmen üçgeninin iyi kurulması ve sağlıklı işletilmesi gerekiyor.

Türk kültürünün yeni kuşağa aktarılması konusunda yetersizlikleri olan, geliştirilmesi gereken bir diğer konu da Türk televizyonlarının Avrupa’ya yayın yapan kanalları. Buralarda daha çok paket yayınlar, reklam, şans oyunu ve doğrudan satış odaklı yayınlara yer veriliyor. Türk dili ve kültürüne yönelik yayınlar neredeyse yok denecek kadar az. Oysa cazip programlarla dil ve kültüre katkı sağlayacak yayınlar yapılabilir. Bu yayınlarda Türkiye ile Avrupa birbirinden farklı alanlarda karşılaştırmalı olarak anlatılabilir. Farklı yayın kuşaklarında Avrupa uygarlığının ortaçağdan itibaren ortaya koyduğu, her yeni kuşakla birlikte geliştirerek üstüne koyduğu rönesansı, aydınlanmayı, türlü çeşitli düşünce akımlarını, edebiyatı, felsefeyi, müziği, sosyolojiyi kesintisiz bir tarihsel kronoloji içinde karşılaştırmalı olarak, kuru hamasi söylemlerin batağına saplanmadan, özenle aktarmak mümkün olabilir. 

Bitirirken şu belirteyim ki Avrupalı gençlerimize akademik bakış açısıyla baktığımda karamsar değilim, iflah olmaz bir iyimser de olmadım. Demek istediğim, 1980’li yılların çalkantılı dönemlerinde bir süre Almanya’da Avrupalı Türkler ile bir arada, gönül gönüle yaşamış olan Cem Karaca, birbirlerine “Guten Tag!” diye Almanca selam veren Türk gençlerinin yukarıda özetlenen durumunu çok iyi gözlemiş ve “Merhabayı Gençler” diye adlandırdığı değerli albümündeki “Almancılar” şarkısı ile büyük sükse yapmıştı. Evet, “merhaba” tek bir kelime, ama yurt dışında yaşayanların bir olmasını ve iri olmasını sağlayan önemli bir anahtardır.

Bu yazı Haber Avrupa Kasım 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Kaynağa http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/november2016/cakir112016.jpg (27.11.2016) adresinden ulaşabilirsiniz.

15 Kasım 2016 Salı

CRI TÜRK FM - Mustafa Çakır Röportajı - Manşet Programı (08 Kasım 2016)

CRI TÜRK FM  (Çin Devlet Radyo Televizyon Kurumu) Türkiye Almanya ilişkilerinin son durumuyla ilgili olarak yaptığımız mülakattan satır başları:

Her yeni güne alışılmadık duygularla başlıyoruz. Her bir yeni gün, bir zamanlar İstanbul’da çıkan “halka ve olaylara” Tercüman adlı günlük gazetenin alt başlığındaki sloganı çağrıştırıyor: “Her sabah dünya yeniden kurulur; her sabah taze bir başlangıçtır.”

https://soundcloud.com/criturkfm/mustafa-cakir-roportaji-manset-programi-08-kasim-2016
Son yıllarda bu taze başlangıçlar hiç de hayra alamet başlangıçlar gibi görünmüyor. Türkiye’de ilginç olaylara tanık oluyoruz. Nedenini bilemediğimiz, aklımızın almadığı olaylar birbirini izliyor. Bir kesimin, “yıllarca dışlanan, tepeden bakılan, adam yerine koyulmayan, adeta sömürülen, köylü, çoban, baldırı çıplak, makarnacı, kömürcü, cahil gözüyle bakılan en alttaki insanların toplum içinde ayağa kalkmasından son derece rahatsız olmaya başladığı” görülüyor. Bir başka kesimin de dün canım, ciğerim dediği; birinin ötekinin derdiyle dertlendiği günleri geride bıraktığı; karşıt kutuplara geçtiği görülüyor.

Adeta, dünün doğruları, bugünün yanlışları olarak anlatılıyor. Vatandaşın kafası karışmış; geçim derdinde. Başka bir günün aydınlık sabahına merhaba demek istiyorsunuz; ne mümkün. O gün güvenlik güçlerine kurulan kalleş pusularda hayatını kaybeden askeri, polisi, kamu görevlilerinin olduğunu öğreniyor veya dinliyorsunuz; terörün her türlüsüne lanet olsun demekten başka bir çıkar bulamıyorsunuz. Kimin neyi paylaşmak istediğini soruyor, sorguluyor, cevabını bulamıyorsunuz. Okuduklarınız, kendinizce yaptığınız analizleriniz iç ve dış bağlantıların safları sıklaştırdığını haber veriyor sanki…
Belleği geleneksel dostluk söylemi ile doldurulmuş vatandaşlarımız, Türkler aleyhinde gündeme getirilen söz veya eylemleri duyunca zihinlerinde ciddi soru işaretleri oluşmakta, hayal kırıklıkları yaşayabilmektedir.

Her fırsatta ülkesini Batı'ya, Almanya’ya şikâyet eden ve algı operasyonlarının altına imza atan bir grup var. Bu bağlamda, millete hizmet edenler ile milletin oluşturduğu katma değerlerden nemalanmaya çalışanlar ayrı sevdaların peşinde olduğu; menfaat sahipleri kol kola görülüyor. Batılı açısından kim haklı, kim mağdur anlamak adeta mümkün değil.

Türkiye, 20. yüzyıl boyunca küresel iletişim sahnesinde suskun bir ülke oldu. Hakkında olumlu olumsuz pek çok şey konuşuldu; ama bu kadim ülke suskunluk zincirlerini kırıp tarihi gerçekleri ortaya koyup, suçlamalara cevap verme gereği duymadı. Türkün sessizliğini görenler, bu durumu suçluluğun dışa vurumu olarak değerlendirip, “durumdan kendilerine vazife çıkarmaya” yeltendiler. Tıpkı Bayan Merkel ve kimi Avrupalı yandaşlarının yaptığı gibi…

Gerçekten Türkiye’yi mesken tutan Suriyelileri “muhacir” olarak görüp, onlara “ensar” olmaya çalışıyoruz; bir yere kadar lokmalarımızı da paylaşıyoruz; ama Batılı bu durumda da bir eksik arıyor, Türkiye’nin imdat çığlıklarını duyan “medeni” Avrupalının yardım sesi çok cılız çıkıyor. Akdeniz, çaresiz insanların can pazarı halinde. Kimi bu çaresiz insanların üzerinden para kazanma; kimi de insanlık dersleri vermeye telaşında.

Bir başka gün, gazetelerden Ege Denizi’ne açılan, Yunanistan adalarına çıkmak, oradan da Avrupa ülkelerine gitmeyi hayal eden Suriyeli mültecilerin botlarının Yunan sahil güvenlik teknelerindekilerce patlatıldığını ve geri dönmeye zorlandıklarını okuduk. Haberlerde insanların bu yolla Avrupa sevdalarından vaz geçmelerinin sağlanılmaya çalışıldığını okuduk. Balıkçılar can pazarına dönen denizden insan bedenlerini sayarak toplarken, çağdaş, medeni Avrupalı dostlarımızın, kendi aralarında yaptıkları istişarelerde, bu insanların Türkiye’de tutulmasının yollarını tartıştığını öğrendik.

Avrupalı Türkiye’nin her yeni gün bir krizden ötekine savrulmasını adeta elini ovuşturarak seyrediyor. Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavarlar, çaresiz insanlara yardım etmek bir yana, bir yandan Türkiye’nin verdiği mücadeleye “aferin” çekiyor; güzel sözlerle gönlümüzü almaya çalışıyor, öte yandan kirli savaşın etkisiyle ekonomisini düzeltmeye çalışıyor. İnsanlık, bazen iki ülkeyi ayıran sınırdaki tel örgülerin altında aç, susuz dipçik yerken, bazen bir aracın kapalı tentesinde can verirken, bazen de Akdeniz’in soğuk sularında yeni bir hayat peşindeyken batan, batırılan botlarda, sandallarda, insan tacirlerinin elinde çoktan boğulmuş.

Yani tam da Romalı komedi yazarı Titus Maccius Plautus (MÖ 254–184) tarafından yazılan Asinaria (Eşeklik) adlı güldürüde geçen homo homini lupus durumları yaşanıyor. İnsanların bir kısmı uzayın derinliklerini keşfetmeye çalışırken, bizim coğrafyamıza yakın bir kısmı cehaletin pençesinde ortaçağ karanlığına geri dönüyor; tarifi imkansız acılarla boğuşuyor.

Bayan Merkel’in Türkiye’yi ve Türkleri sevme gibi bir zorunluluğu yok. Bununla birlikte, ülkesinde yaşayan ve sayıca önemli bir kısmının Alman vatandaşı olduğunu çok iyi bildiği yaklaşık üç milyon Türkiye kökenli insana, sadece Türkiye’den geldikleri için değil ama insan oldukları için saygı göstermesi; bunların onurlarının, Alman toplumu içindeki geleceklerinin kişilerin siyasi ikballerinden daha önemli olduğunu unutmaması gerekir.

Öte yandan deneyimli bir politikacı olarak ülkedeki yoksunluk ve yoksulluk nedeniyle sürekli ötekileştirilen ve hedef gösterilen yabancıların, göçmenleri maruz kaldığı saldırgan politikalara tepkisiz kalmamalı; geçen dönem başlatılan meclis araştırma komisyonu çalışmalarını devam ettirerek somut sonuçlara ulaştırmalıdır.

Almanya’nın son yıllarda verdiği mesaj, işbirliğine açık değil. Hâlbuki Alman toplumu aldığı göçle hızlı bir şekilde çoğulcu bir topluma dönüşüyor ve bu durum birlikte yaşamanın asgari ölçütü olan ötekileştirmemeyi gerekli kılıyor. Ülkede bulunan göçmenlerin de aynı gök kubbe altında yaşadığı ve kader birliği ettiği diğer vatandaşlar gibi siyasetin kirlenmeden, mevcut sorunlara çözüm üretmesini beklediğini düşünmesi; yeni dönemde daha sorumlu bir politika izleyerek “insanları işkembeleri yoluyla avlamayı”[1] amaçlayan halkçı politikalardan vazgeçmesi gerektiğini uygulamaları ile göstermesi gerekir.

Bir diğer husus da ülkedeki göç ve uyum tartışmalarında hemen her taşın altından çıkan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın konuya ilişkin politikalar belirlenip uygulanırken yer alacağı pozisyonu belirlemesi ve çoğulcu toplum anlayışını sınırlayan “yabancılara en yabancı ülke” imajını ortadan kaldırması gerekir. Bunun için de İslamcılık korkusuyla Müslümanların mercek altına alınması, dini gereksinimlerini yerine getirmeleri konusunda gerekli kolaylıkların sürdürülmesi ve sünnetin yasaklanması yönündeki tartışmaların Müslümanlar ve Yahudiler tarafından nasıl algılandığının iyi analiz edilmesi, hatta hiç tartışmaya açılmamasında yarar vardır. Siyaseti siyaset, dini din olarak kabul etmek gerekir. Eğer bu durum günlük hayatta pratiğe geçirilebilirse, halklar arasındaki işbirliği de dün olduğu gibi, bugün de, yarın da siyaset üstü huzur ve güven bağlamında tesis edilir. Bu durum, iki ülke arasındaki siyasi ilişkileri hem de halklar arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine katkı sağlar. Kaldı ki bu tür popülist politikaların tarihte Almanlara nelere mal olduğunu bütün dünya gibi Alman dostlarımız da gayet iyi biliyorlar. Bu nedenle, popülizmin bulaşıcı illetinin yaşandığı Fransa’daki Pujadizm veya Löpenizm’e bakarak Almanya’yı bu illetten bir an önce kurtarmaya bakmalılar.

"Milletvekilleri tutuklanmıyor. Teröre destek veren, terör propagandası yapan, ifadeye çağrıldığı halde gitmeyenler hakkında işlem yapılıyor. Partiler yaşamalıdır ama kimse terör faaliyetlerinin arkasına saklanmamalıdır" Bakın İspanya'nın doğusundaki Katalonya özerk yönetimindeki Berga kasabasının kadın belediye başkanı Montse Venturos, ayrılıkçı girişimleri ve mahkeme çağrısına kayıtsız kalması nedeniyle gözaltına alındı. Türkiye'yi seçilmişleri içeri tıkmakla suçlayan batı ise birebir aynı olan İspanyol Başkan konusuna sessiz kaldı.

Geçmişte yaşadığı kimi olumsuzluklara rağmen Almanya’yı hala bir hayal ülkesi, “dost ve “müttefik” olarak gören kadim Anadolu’nun evlatları “kötü adın çirkinliğinin harften, deniz suyunun acılığının kaptan olmadığını” ayırt eden bir kültürel mirasın bekçisidir. Her iş iyi niyetle, güzel düşüncelerle yapılınca amacına ulaşır, yeter ki niyetler iyi, hedefler belirgin olsu. Bugün de kendini Almanların “tarihi dostu” ve “müttefiki” olarak gören bu milletin çocukları ile bütün dünya âleme “kötü adın çirkinliğinin harften, deniz suyunun acılığının kaptan olmadığını”  gösterecek güce ve olgunluğa sahiptir. Yaşananların farkındadır.

"AB artık PKK konusundaki çeşitli kurumların çifte standartlarına bir düzen getirmelidir. Belçika'daki bir mahkemenin PKK'yı terör örgütü olarak tanımama kararı, doğrudan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne saldırıdır. PKK'yı terör örgütü olarak kabul etmeyen bir mahkeme kararı, meşru devletlerle bir terör örgütünü eşit saymaktadır. Bu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne, BM şartına ve hepimizin altında imzası olan bütün uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Bu asla kabul edilemez. Böyle bir çifte standart olmaz. DEAŞ söz konusu olduğu zaman bütün dünyayı ayağa kaldıracaksınız ama PKK söz konusu olduğunda sempati moduna geçeceksiniz. Bu asla kabul edilemez."

Yeni dönemin Türk Alman ilişkileri için yeni işbirliklerine ve aydınlık günlere başlangıç olması herkesin ortak dileği. Bilindiği üzere, Merkel geçmiş iktidar dönemlerinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye yerine ayrıcalıklı üye yapılarak birliğe üye değil, sanki köle olmasını önermişti. Merkel’in bilmediği özelliklerimizin de olduğunun farkındaki sağduyulu politikacılar ilk başlarda bu öneriye pek itibar etmediler ve Türkiye, tam üyelik için tarih aldı, ama zamanla rüzgâr tersten esmeye başladı.

Eskiden bir şehirde Haset mi haset birisi yaşarmış. bu yüzden komşuları ile arası açık. Yöneticinin kulağına gitmiş ve o kişiyi çağırmış. Sana ne dilersen onu vereceğim ama bir şartım var. Aynı şeyin iki katını da komşuna vereceğim demiş. Hasetin talebi bir gözünün çıkarılması olmuş. Maksat komşunun iki gözü çıksın mantığı. Pek çok çevre, pek çok ülke Türkiye'ye karşı, 'Maksat komşunun iki gözü çıksın' mantığıyla bir husumet politikası yürütüyor. 'Türkiye ayağa kalkmasın, Türkiye belini doğrultmasın, muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmasın'. İsteseniz de istemesiniz de biz muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkacağız.

Yayının podcasti:
https://soundcloud.com/criturkfm/mustafa-cakir-roportaji-manset-programi-08-kasim-2016



[1] Popülizm ile ilgili olarak bkz.: Umberto Eco (Çev. Cemal Karaağaçlı). “Avrupa Popülizmin Tehdidinde” Türk Edebiyatı. 369, 112471/2004/07, s. 19.

Avusturya ile güncel ilişkilerimiz

TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu ve Memleketim FM tarafından 15.11.2016 tarihinde 14:00-14:50 arasında canlı yayımlanan "Biz Burada Kalıcıyız" adlı programda "Avusturya ile güncel ilişkilerimiz" konusu işlendi. Röportajdan satır başları.

Ele alınan konular:
1. Yabancılar Avusturya sosyal sistemine yük mü?
2. Avusturyalı Türklerin gündelik hayatı nasıl?
3. Gençlerin kendi aralarındaki sohbet konuları neler?
4. Avusturyalı Türklerin Türkiye ile bağları, Türkiye’ye karşı besledikleri hisleri nasıl?
5. Geri dönüş planları, geleceğe ilişkin beklentileri neler?
6. Ülkeye sadakat duyguları nasıl?
7. Türkiye Avusturya’da iç siyaset malzemesi yapılıyor mu?
8. Avusturya’daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türklere nasıl yansıyor?
9. Türkiye aleyhine afişler neyi işaret ediyor?
10. Müslümanlara karşı yıldırma ve baskı politikası var mı?
11. Avusturya ile Türkiye Arasındaki Büyükelçi Krizi
12. Türkler, Avusturya’daki Türkiye karşıtlığı konusunda ne düşünüyor?
Sonuç ve Değerlendirme

Giriş
Avrupalı kendisi 'kıtlık' olan bir 'bolluk' çağında yaşıyor ve aslında bunun farkında değil. Henüz göremediği şey; birbirine benzer ürünleri tüketmek veya tekdüzelik. Bu durum insanları bıktırıyor. Avrupa'da 'popülist' hareketlerin yükseliş çizgisini endişeyle izliyoruz. Bu durumun Avusturya'da da Avrupa’da Medya ve Siyasetçiler adlı yazısında şunları söylüyor[1]: Medya da topluluklar arasındaki bölünmelerin oluşmasında büyük bir rol oynadı Sağ eğilimli medyadaki göçmen ve Müslüman karşıtı propaganda, topluluklardaki gerilimleri artırdı ve yerli işçi sınıfından oluşan toplulukların önemli bir bölümünü göçmen aleyhtarı bir hale getirdi. Medya kampanyası o kadar başarılı oldu ki her sosyal problemin adresi olarak 'göç' gösterilir oldu ve İslam, Batılı değerlerle uyumsuz ilan edildi. Bir katile, Müslüman ismi taşıyorsa 'terörist' yaftası yapıştırılıyor; teröristten farklı olmadığı söyleniyor. Göç dalgasının yol açtığı demografik yapının hızla değişmesine tepki olarak ortaya çıkan aşırı sağcı partiler toplum tabanında 'prim' yapıyorlar. Volkan Meral,

1. Yabancılar Avusturya sosyal sistemine yük mü?
19 Mayıs 2016'da açıklanan araştırmaların sonucu Avusturya'da yaşayan yabancı kökenli insanların sosyal sistemden faydalandıklarından çok daha fazla sisteme katkı sağladıkları görülüyor. Yabancı kökenli insanlar 2015 yılında sisteme 5,3 milyar Euro katkıda bulunurken, sistemden 3,7 milyar Euro aldıkları ortaya çıktı. Köklü Avusturyalılar ise 50,5 milyar katkı sağlarken, sistemden 57,6 milyar yararlandılar. Başka bir rakam ile ifade etmek gerekirse, köklü Avusturyalılar, katkılarından 970 Euro fazlasını alırken; yabancı kökenli işçiler aldıklarından 1490 Euro fazla katkı sağlamakta. Daha önceden yapılan araştırmalarda, Avusturyalıların yüzde 30'u yabancıların sisteme katkısından daha çok, sistemden faydalandıkları düşünüyordu. Bu araştırmaya katılanların yüzde 63'ü yabancıların sosyal sisteme katkısı ve sistemden aldıklarının hemen hemen aynı olduğunu düşünüyordu. Sadece yüzde 7'si ise yabancılarının sosyal sisteme katkısının, sosyal sistemden aldıklarından daha yüksek olduğunu tahmin ediyordu. Nihayet yapılan araştırmadan çıkan sonuçlar bu yüzde 7'lik azınlığa hak veriyor. Aslında yabancı kökenli Avusturyalılar yaş oranı yüksek olan yerli Avusturyalıların emekli maaşlarının teminatı durumunda. Bugüne kadar sürekli söylediğimiz gibi, biz bu ülkeye yük değiliz; aksine bu ülke için bir velinimetiz.

2. Avusturyalı Türklerin gündelik hayatı nasıl?
Murat Durdu, Havadis gazetesindeki köşesinde Avrupa'da yaşamak, Türkiye için ölmek başlıklı yazısında şu tespiti yapıyor:[2] Sabahları kalkıp Avrupa plakalı araçlarımıza binip işyerimize gidiyor, Avrupa sisteminde helal ekmeğimizi kazanıyor, yine Avrupa'nın öngördüğü şekilde harcamalarımız yapıyor ve hayatımızın büyük bir bölümünü Avrupa'nın şekillendirdiği ortamlarda geçiriyoruz.  Akşamları eve geldiğimizde ise, kendi özümüze göre düzenlediğimiz yuvamızda kendi öz dilimiz ile selamladığımız ailemizle bambaşka bir dünyada istirahat ediyoruz. Hafta sonları aile ziyaretlerimiz, vakit geçirdiğimiz camiler, dernekler ve kahvehaneler yine Avrupa'nın tasarladığı kanun ve değer çerçevelerine saygılı olma çabasıyla birlikte 'paralel' dedikleri dünyada buluyoruz kendimizi.

3. Gençlerin kendi aralarındaki sohbet konuları neler?
Birçoğumuzun özel hayatında köklü Avrupalılar ile irtibatımız yok denecek kadar az; daha fazla kendimize yakın gördüğümüz Anadolu insanı ile selamlaşıyor, muhabbet ediyor ve dertleşiyoruz. Spor konuşulduğunda lig belli, siyaset konuşulduğunda devlet belli, siyasetçiler konuşulduğunda meclis belli. Çünkü akşamları baktığımız televizyon kanalları belli. Çünkü gelecekte kendimizi nerede görmek istediğimiz ülke belli (birçoğu için hayalden öteye geçmese de), çünkü yerel halka ve yerel siyasete olan güven belli. İstisnaların kaideyi bozmadığı tatbiki aşikâr.

4. Avusturyalı Türklerin Türkiye ile bağları, Türkiye’ye karşı besledikleri hisleri nasıl?
Ömrünün bir kısmını anavatanda geçirmiş olan ve o topraklara bağı daha kuvvetli olan insanlar bir yana, burada dünyaya gözünü açan ve açtığı günden bu yana bu topraklarda yaşayan insanımız adeta Avrupa'da yaşıyor; ama kalbi Türkiye için atıyor. Türk Milli Takımı oynadığında ekranların önüne kilitleniyor, ülkemizde bir terör saldırısı olduğunda birlikte üzülüyoruz ve ana vatanımızın bağrından kopmuş bir bilim adamının Nobel Ödülü aldığını duyduğumuzda hep beraber gururlanıyoruz.

5. Geri dönüş planları, geleceğe ilişkin beklentileri neler?
Türkiye’ye 'temelli dönüş' birçoğumuz için hayalden ibaret ise, burada doğup büyüyen insanlar için de temelden abes. Zira bir yerden gelmediklerine göre bir başka yere geri dönme ihtimali de bir o kadar mantık dışı olur. Her ne kadar köklerine ve ana kimliğine laf söyletmeseler de, ata toprağını bir tek yaz mevsiminde görmüş olan bu neslin hayatını burada geçirecekleri ihtimali çok yüksek. Öyleyse önce bunu kabullenmeli, gelecek ile ilgili endişelerimiz bu yönde olmalı. Çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceğini teminat altına alabilmek için sorunlarımız ile yüzleşmeli, kabullenmek ve sineye çekmek yerine bunlar için mücadele etmeliyiz. Bizi hiç bir zaman kabul etmeyecekler' veya 'Bunlar için biz her zaman Gastarbeiter konumunda kalacağız' gibi kavramlardan kurtulup önce bu toprakları benimsemeli ve bu topraklar ile onlardan daha çok ilgilenmeliyiz. İlgilenen arkadaşlarımıza önyargıları bir kenara bırakarak desteklemeliyiz. İşte ancak o zaman bu topraklarda başarılı nesiller yetiştirebilir ve ancak o zaman mutlu ve güçlü olabiliriz.

6. Ülkeye sadakat duyguları nasıl?
Avusturya Dışişleri ve Entegrasyon Bakanı Sebastian Kurz, devlet televizyonu ORF’ye yaptığı açıklamada, 15 Temmuz darbe kalkışmasına karşı çıkan Türklerin katıldığı gösterileri eleştirerek, “Türkiye kökenli insanlar, Avusturya'ya karşı sadık tutum göstermeli” dedi[3]. Hatta Türkiye’ye ilgisi olanların geri dönmeleri gerektiğini belirtti. Aşırı sağcı Avusturya Özgürlükçü Partisinin (FPÖ) cumhurbaşkanı adayı Norbert Hofer, Türk kökenlilerin Avusturya vatandaşlığının iptal edilmesini isterken, Yeşiller Partisi Viyana Eyaleti Sözcüsü Joachim Kovacs ise darbe karşıtı protestolarda kullanılan "bozkurt" selamının yasaklanmasını talep etti. Öte yandan Avusturya’nın Wiener Neusttadt şehrinde, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) darbe girişimine karşı çıkan Türklerin evlerine ve balkonlarına Türk bayrağı asması yasaklandı. Türkler, bu konuda farklı düşünüyor. Sinan Şahinoğlu[4], Avusturya’da yaşayan Türkiye kökenlilerin Avusturya veya Türkiye’ye bağlılıklarını şöyle özetliyor: “Avusturya'da yaşayan gurbetçiler olarak, eşi ile annesi arasında kalan erkeğin acıklı durumunu yaşıyoruz”.

Bir yanda annemiz konumunda olan "ana" vatanımız Türkiye, diğer yanda hayat arkadaşı olarak seçtiğimiz ve ömrümüzü vereceğimiz eş konumunda olan yaşadığımız ülke olan Avusturya. Bir yandan annemiz konumunda olan Türkiye üzerimizdeki etkinliğini sürdürmeye çalışıyor, diğer yanda eşimiz konumunda olan Avusturya. “Avusturya, "Anneni artık unut, artık o yok, ben varım; sadece beni düşün" diyor. Dışişleri Bakanı Kurz, Türkiye'yi eleştirince annesi eşi tarafından eleştirilen bir erkek gibi büyük bir kızgınlık yaşıyor; aynı şekilde Türkiye Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Avusturya'yı eleştirince de eşi annesi tarafından eleştirilen ve "Ne gerek var şimdi anne" diye serzenişte bulunan bir erkek konumuna dönüşüyoruz.” diyor. Türkler bu ülkede, “Annesi ve eşi çok iyi geçinen "nadir" erkekler gibi mutlu olmak istiyor, Avusturya ve Türkiye'nin sorun yaşamadığı ve çok iyi ilişkileri olduğu bir durumun hayalini kuruyor” Buna karşın, “Anneler ve eşler; erkeğin hem anneye hem de eşe ait bir varlık olduğu gerçeğini kabul etmeyerek; yaşanan herhangi bir sorunda erkeği illaki bir tercih yapmak zorunda bırakmaya çalışıyor". Bu konuda tecrübeli olan erkek, annesi ile eşini aynı anda idare edebilen ve başarı ile tercih yapmak zorunluluğundan sıyrılabilen erkektir. Üzerimizde egemenlik kurmaya çalışan annemizi de, eşimizi de kıramıyor; arada biz üzülüyoruz.

Yani uzun lafın kısası, Avusturya'da yaşayan gurbetçiler olarak bir tercih yapmak istemiyoruz; eşimiz (Avusturya) ve annemizle (Türkiye) beraber mutlu bir şekilde yaşamak istiyoruz. Gerçi illaki bir tercih yapmak zorunda kalındığı zaman "eşini" tercih edebilen erkekler olsa da; akıllı erkek "Bin tane eş bulabilirim, ama bir tane daha anne bulamam" gerçeğini çok iyi bilir. Annesi ile eşini aynı anda idare edebilen ve başarı ile tercih yapmak zorunluluğundan sıyrılabilen erkeklerden olmak istiyoruz, ancak illaki bir tercih yapacaksak; akıllı bir erkek olarak tercihimiz tabi ki çok nettir...
7. Türkiye Avusturya’da iç siyaset malzemesi yapılıyor mu?
Avusturya’da özellikle Suriye, Irak,  Filistinlilerin yönetimden olduğu Avusturya’daki tüm Müslümanları temsil eden Avusturya İslam Cemiyeti’nin (IGGIO) özellikle Viyana’da düzenlediği Gazze halkına destek bin ile iki bin kişiden olusan gösterilerilerde başta Milli Görüş-Sadet Partisi, AK Parti sempatizenleri, Süleymanlılar ve Türk Federasyonu Türk bayrakları açarak vermesi Avusturya’da Türk düşmanlığını tepe yaptırdı. Burada sanki Avusturya’daki tüm Türk toplumu Bayraklar ile tepki verdi. Avusturya Parlamentosunda grubu bulunan altı siyasi parti, Türkiye karşıtı ortak bildiri imzaladı. Sosyal Demokrat Parti (SPÖ) Grup Başkanvekili Andreas Schieder, Halk Partisi (ÖVP) Grup Başkanvekili Reinhold Lopatka, Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) Genel Başkanı Heinz-Christian Strache, Yeşiller Milletvekili Aygül Berivan Aslan, Yeni Avusturya Partisi (NEOS) Grup Başkanvekili Matthias Strolz ve Stronach Ekibi Partisi (Team Stronach) Grup Başkanvekili Robart Lugar, Meclis'te ortak basın toplantısı düzenledi. Toplantıda, Türkiye hakkında hazırladıkları ortak bildiriye imza atan siyasiler, tutuklanan HDP'li milletvekilleri ve gazetecilerin serbest bırakılması ve Türkiye-AB müzakerelerinin askıya alınması çağrısında bulundular. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yürürlüğe giren olağanüstü hal uygulamasının eleştirildiği bildiride, darbecilerin, milletvekilleri ve gazetecilerin tutuklanması nedeniyle derin kaygı duyulduğu ifade edildi. Bildiride, "Türk hükümetinden tutuklu milletvekilleri ve gazetecileri derhal serbest bırakmalarını talep ediyoruz" denildi. Bu eylemde de yine Avusturya'da birbiriyle anlaşmazlıklarıyla bilinen siyasetçilerin, Türkiye karşıtlığında birleşmeleri dikkat çekti. Öte yandan Avusturya Başbakanı Christian Kern "Erdoğan'ın Türkiye'yi ters yöne doğru götürdüğünü görmek çok düşündürücüdür. Avrupa'nın demokrasi değerlerini benimseyip, hukuk devleti olma yönünde ilerleyip insan haklarını güçlendirmek yerine büyük adımlarla bu değerlerden uzaklaşıyor" diye demeç vermiştir. Türkiye kökenli vekiller de farklı düşünmüyor. Örneğin Avusturya Yeşiller Partisi Federal Milletvekili Berivan Aslan Berivan Aslan; Avusturya Dışişleri Bakanı Kurz'a; "Kurz, Avusturya'nın Ankara büyükelçisini geri çekmeli" şeklinde bir çağrı yaptı. Türkiye'de yaşanan siyasi gelişmeler ve yukarıda özetlenen demeçler sonrası, ülkede yaşanan siyasi gerginlik Vorarlberg'e taşındı ve ATİB Rankweil Camisi'ne siyasi yazı yazıldı ve Türkiye Cumhuriyeti Bregenz Başkonsolosluğu önünde Türkiye karşıtı gösteriler yapıldı. Her seçim öncesi Türk ve Müslüman karşıtı yaptığı açıklamalar Türk ve Müslüman toplumu üzerinde zaten yeteri kadar tedirginlik ve nefret oluşturmuş olsa da, yaptığı son açıklama Avusturya'nın toplum huzuruna zarar verecek boyuta geldi. Bunun üzerine, Vorarlberg Eyalet Başkanı Markus Wallner, NBZ yönetim kurulu olarak Vorarlberg Türk toplumu adına kendisine gönderilen ''Gerçekten Avusturya'yı terk etmelerini istiyorsanız, haklarını verin'' başlıklı mektuba, bir mektup ile cevap verdi. Mektupta ''Vorarlberg'in dünyanın en yaşanabilir bölgelerinden biri olması, etnik köken gözetmeksizin bütün toplumumuzun günlük katkılarıyla mümkün olmuştur'' ifadelerini kullanan Başkan Wallner, Vorarlberg'de Türkiye iç sorunlarının tartışılmasını eleştirdi.

8. Avusturya’daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türklere nasıl yansıyor?
4 Aralık 2016 Pazar günü gerçekleşecek olan Avusturya Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Heinz-Christian Strache, FPÖ'nün cumhurbaşkanı adayı Norbert Hofer için oy toplama çalışmalarına devam ediyor. FPÖ Genel Başkanı Heinz-Christian Strache'nin, Avusturya'da yaşayan Sırp vatandaşlara yönelik olarak sarfettiği; "Sırp'lar Avrupa'nın Müslümanlaşmasını istemiyorsa, Hofer'e oy versinler" ifadelerini şiddetle kınıyor ve Avusturya'da yaşayan ırk ve inançlar üzerinden siyaset yapmasını da asla kabul etmediğimizi kamuoyuna ilan ediyoruz.
Alexander Van der Bellen ise diğer gruplar tarafından destekleniyor.

9. Türkiye aleyhine afişler neyi işaret ediyor?
Başta PKK ve diğer terör örgütleri olmak üzere Türkiye'nin aleyhine çalışan bütün terörist yapılanmaları destekleyen Avusturya'da FETÖ'nün başarısız darbe kalkışması da büyük destek gördü. Darbe kalkışmasını protesto eden vatandaşların Türk bayrağı asmasını yasaklayan Avusturya, Viyana Havalimanında Türkiye'yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı hedef alan bir dizi reklam afişi asılmasına sessiz destek verdi. Yayınlanan afiş gelen tepkiler üzerine kaldırıldı.

10. Müslümanlara karşı yıldırma ve baskı politikası var mı?
Yakın geçmişte bir İslam Yasası çıkarıldı. Bu yasa ile mevcut kimi haklar kısıtlandı. Türkler ve Müslümanlara karşı bir baskı ve yıldırma politikası izleniyor gibi bir izlenim var. Sosyal paylaşım sitesi Facebook'ta düzenlenen ''Avrupa'ya korku yayalım'' adlı bildiri Müslümanları çileden çıkardı. Almanca olarak yayınlanan bildiride, 30 Eylül 2016-02 Ekim 2016 tarihleri arasında başörtülü ve zenci kadınlara yumruk atma çağrısı yapılıyor. Akılalmaz bildiride sadece kadınlara saldırılması çağrısı yapılırken, ''Başörtülü veya siyahi bir bayanın yüzüne yumruk atarak yoluna devam et''''İkinci yumruk yok, sadece karşılık verirse''''Böylece Müslümanlar ve zenciler arasında korku yayacağız. Kadınlar ya evde kalacak ya da sadece kocalarıyla sokağa çıkacak'' gibi ırkçı ifadeler ile şiddet çağrısı yapılıyor. Almanya'dan bir kişinin Instagram üzerinden yayınladığı düşünülen bildiri için Alman Polisi geniş çaplı bir araştırma başlatırken, Facebook'ta paylaşım yapan kişilerin ekran resmi (Screenshot) alarak paylaşım yaptığı ve bildiriyi yazan ilk kişinin araştırıldığı belirtildi.

11. Avusturya ile Türkiye Arasındaki Büyükelçi Krizi
23 Nisan 2015'te 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddiaları lehine ortak deklarasyona imza atmış ve Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Viyana Büyükelçisi Hasan Göğüş'ü Ankara'ya çağırmıştı. Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz'un, Ankara'ya giderek 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarını tanımadıklarına ilişkin taahhüt vermesi üzerine Büyükelçi Göğüş, 5 ay sonra Eylül 2015'de Viyana'ya dönmüştü. Büyükelçi Göğüş, terör örgütü PKK yandaşlarının 20 Ağustos 2016'da Viyana sokaklarında Türkiye aleyhine yürüyüş düzenlemesi üzerine yeniden Ankara'ya çağrıldı. Avusturya hükümetinin Türkiye karşıtı tutumu nedeniyle Viyana'da yaklaşık üç aydır büyükelçi bulunmuyor. Resmi Gazete'nin 4 Ekim 2016 tarihli sayısında yayınlanan karara göre, Türkiye'nin yeni Viyana Büyükelçisi Mehmet Ferden Çarıkçı oldu. Kısa bir süre önce yaşanan Avusturya-Türkiye krizinden sonra Türkiye'ye çağrılan Türkiye'nin Avusturya Büyükelçisi Mehmet Hasan Göğüş ise Portekiz Büyükelçisi olarak atandı.

12. Türkler, Avusturya’daki Türkiye karşıtlığı konusunda ne düşünüyor?
Hüsrev Bayraktar Havadis Gazetesi’ndeki Büyük Türkü Ye! Başlıklı yazısında, yaşananların farkında olduklarının ışığını veriyor[5]. Avrupa’daki siyasiler her geçen gün Türk ve İslam karşıtı sözlerini daha da hırçınlaştırıyor. Peki Sebep? Türklerin Avrupa’daki uyumsuzluğu ya da Avrupa’ya yük olması mı? Tabii ki hayır! Türk milleti kendi sırtını kendi kaşımayı bilen sayılı milletlerden, Avrupa’da yaşayan 83.000 Türk girişimci 500 binden fazla insana istihdam sağlarken, Avrupa’daki yıllık gayri safi milli hasılaya katkısı yaklaşık 330 milyar Euro. Demek ki Türklere olan düşmanlık AB ye yük oluşumuz falan değil. Mantıksal olarak ta olamaz. Korkulan tek şey, Türk-İslam zihniyetinin tekrar canlanması korkusudur. Büyük düşünen, hızla gelişen, teknoloji, bilim, fikir ve ekonomide sürekli farklılık yaratmaya çalışan ve en önemlisi İslam coğrafyasını bir araya getirme arzusu bizleri AB nezdinde hedefe oturtuyor.

Sonuç
Uluslararası ilişkiler uzun soluklu ve uzun emek isteyen çalışmalarla kurulur ve yürütülür. Biz kendimize baktığımızda eksiklerimiz var mı diye sorduğumuzda şunu görüyorum: Batı medeniyeti ile onun üstün olduğu maddi alanlarda yarışmak, varlık gösteremediği mana alanında çözüm sun(a)mamak, bizim asıl kusurumuz ve yanlışımız olarak görünüyor.



Programın podcastine şu adresten ulaşabilirsiniz:
http://medya.trt.net.tr/medya7/ses/2016/11/22/6f092a91-0bd0-4fbb-b3b8-8fcf03777681.mp3 (5.12.2016)

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...