Bu satırların yazarı 70’li
yılların ikinci yarısından bu yana Avrupa ülkelerini geziyor. Türlü amaçlarla,
türlü kimliklerle... Demem o ki bazen bir işçi çocuğu olarak, bazen bir
üniversite öğrencisi olarak, bazen de bir akademisyen kimliği ile. Bu süreçte
gözlediğim, günlüklerime aktardığım kimi konuları paylaşıyorum.
Avrupalılar tarih boyunca kendinden
görmediğini, sırf farklı olduğu için dışlamış, onları bazen düşman olarak bazen
de öteki olarak göstermiş, zaman zaman türlü cefalar çektirmiştir. Ayrıntıya
girmeye gerek yok, Avrupa tarihini bilenler bilir. Buna rağmen bu “ötekiler” tutucu,
tutuk, ezik, bağnaz ve kendi içine kapanık bir hayat sürmek isteyen
“yerlilerin” arasındaki gelişimlerini sürdürmüş, toplumsal ve sosyal hayatın
her alanına nüfuz ederek, Avrupalıların gelişmesine katkı sağlamıştır. Bugün
bir Avrupa uygarlığından söz edilebiliyorsa, bunun arka planında geçmişte yaşananlardan
çıkarılan dersler, farklı olanın bir zenginlik olarak görülmesi, farklı olanın
yeni bakış açıları sunması vardır.
Günümüzde de zaman zaman
suçlanan, seçim arifelerinde ülkeden “kovulma fermanlarına” maruz kalan
yabancılar veya yurttaş olduğu halde yabancı olarak görülenler, hayatın hemen
her aşamasında ötekileştirilmelerine karşın bir yandan kendilerine güvenen yurttaşlar
olarak gelişimlerini devam ettirirken, öte yandan da topluma sundukları olumlu
katkılarla saygın yurttaşlar olarak ayakta kalmaya devam ediyorlar. Yani
kuvvetli esen fırtınalar içinde sessiz kalan, sükûnetini muhafaza etmeyi
başaranlar çalışkan insanlar, mesleki başarılarından da söz ettirebiliyorlar.
Her biri ayrı bir başarı öyküsü
olan bu çalışmaların sahiplerinin aslında ortak bir özelliği var. Bunlardan
ilki bu satırların yazarının da çoğu defa ortaya koyduğu gibi, çok sayıda
bilimsel araştırma ile de ortaya koyulmuş. Ana dili hâkimiyeti ve köken
kültürüne olan bağlılık. Ana dili eğitimi ile öğrenci başarısı arasında
doğrusal bir ilişki olduğunu pek çok bilimsel araştırma ortaya koymuş. Ana
dilini iyi bilen öğrenciler, bilmeyenlere göre hem derslerinde hem de iş
hayatlarında daha başarılı oluyor. Köken kültürünü muhafaza edenler de içinde
yaşadıkları toplumda ortaya koydukları ürünlerin yaşadıkları kültüre göre
“özgün” ve “örnek” olmasını sağlıyorlar.
O halde, Türk Milleti’ndenim
diyen her insan, gurbette de olsa, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe öğrenmeli;
evinde çocuklarına Türkçe öğretmeye, onlarla Türkçe konuşmaya azami özen
göstermelidir. Türkçe konuşamayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını
iddia etse de buna inanmak doğru olmaz. Çünkü dil geçmiş ile gelecek arasında,
gözle görülmeyen, ama varlığı da hissedilen kuvvetli bir kültürel bağ; gelecek
kuşakların Türk kimliği ile tanınabilmesi için güvenlik sigortasıdır.
Ana dili geleneklerimizi,
göreneklerimizi yaşatır. Öteki olarak etiketlenilen bir toplumun içinde
erimemenin, yok olmamanın teminatıdır. Gelecek kuşakların, taze fidanların can
suyudur. Bu canlara verilen suyun, ham hamasetten arındırılmış olmasına özen
gösterilmelidir. Bu nokta özellikle yabancı kültürün baskın olduğu ortamlarda
daha da önem kazanmaktadır. Esaslı bilgiye dayanmayan milliyetçiliğin
ırkçılığı; sağlam inanca, köklü bilgiye dayanmayan ve aklın süzgecinden
geçirilmeyen dindarlığın da bağnazlığı getireceği unutulmamalıdır. Yakın
geçmişe duyulan saygı ve özlemin, Cumhuriyetin temel değerleriyle
çatıştırılmadan, moda olduğu için değil, geniş bir bakış açısı ile ihtiyaç
olduğu için verilmesi gerekir.
Ana dilini ‘doğru-düzgün’
konuşamayan çocuklar ilerleyen yıllarda, yetişkin konumuna geldiklerinde
sosyo-kültürel sorunlarla karşı karşıya geliyorlar. Dil ile dolaylı aktarımı
yapılamayan, eksikliği hissedilen maneviyatın arayışına yöneliyor; radikal
inanç gruplarının istismarına açık hale geliyorlar. Bu süreçte suça
karışanların, toplumsal kabul görmeyen davranış biçimlerini sergileyenlerin
sayısı giderek artarken, aile içi iletişim azalıyor ve giderek kopuyor;
değerler çatışması yaşanıyor. Birinci kuşak ile üçüncü, dördüncü kuşak arasındaki
bağın her geçen yıl giderek zayıfladığı görülüyor. Birinci, ikinci kuşak
torunlarıyla sağlıklı iletişim kurmakta zorlanıyor. Okullarda uluslar üstü
anlaşmalar nedeniyle verilen, ama velilerin gerekli önemi vermediği Türkçe hızla
unutuluyor. Böylece yetişen her yeni kuşağın aile bağları ile ana yurtları ile ilişkileri
de zayıflıyor. Evli çiftler arasında boşanma oranı hissedilir şekilde
yükseliyor.
Bu konuyla ilişkili olarak, ana
dili eğitiminin yetersizliği Avrupa’daki gençlerin inançlarına, maneviyatlarına
olumsuz yansıyor. Türkçe anlayamadığı hutbeyi imamdan Almanca okumasını isteyen
gençlerin sayısı belirgin şekilde artıyor. Dikkatle incelendiğinde, bu
gençlerin Almanca dil düzeylerinin de istendik düzeyin altında olduğu, kendilerini
her iki dilde de yeterince ifade etmekte zorluk çektikleri görülüyor.
Öte yandan, Avrupa ülkelerinde
yaşayan Türkiye kökenliler elinde olmayan ve kontrol edemedikleri dış etkenlere
karşı da ayakta durma, varlıklarını sürdürebilme mücadelesi vermek zorunda kalıyorlar.
Yaşadıkları ülkelere bağlılıkları sorgulanıyor; onların iki ülke arasındaki
sıkışmışlıkları siyasi ikbal hırsı güden bazı politikacıları her geçen gün daha
cüretkâr, daha pervasız ve daha acımasız bir hale dönüştürüyor. Bu durum toplum
içinde “farklı” olana karşı hoşgörüyü zayıflatırken, farklı olanın farkının
ortadan kaldırılmasına yönelik kampanyaların giderek güç kazanmasını sağlıyor.
20. Yüzyılın medeniyet projesi
olarak ortaya çıkan ve giderek kuruluş amacından sapan Avrupa Birliğinde bugün
kabul edilmiş 23 resmî dil var. Bu dillere ilave olarak birlik içerisinde 175
göçmen dili ve 60 bölgesel ve azınlık dili konuşuluyor. Üye ülkelerin tamamı
1992 yılında Avrupa Konseyi’nde kabul edilen Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık
Dillerini Koruma Anlaşması’nı kabul etti. Anlaşma söz konusu dillerin öğretimi
için gerekli bütçenin ayrılmasını da öngörüyor. Ancak bilhassa son 10 yıl
içerisinde ana dili eğitimine verilen devlet desteği kimi ülkelerde ya tamamen
kaldırıldı ya da ihtiyacı karşılamaktan uzak rakamlara çekiliyor. Bu durum 1900’lü
yıllarda kalan ve Avrupa yerel dillerini yok etmek için uygulanan politikaları çağrıştırıyor.
Avrupa’da Türkçe ana dili
eğitiminin önündeki en büyük engellerden biri bulunulan ülkedeki politikalar
ise diğeri de Türk ailelerin bilinçsizliği. Birçok aile geçmişte olduğu gibi
günümüzde de ana dili eğitiminin çocuklarının yaşadığı ülkenin dilini
öğrenmesine engel olacağını sanıyor. Oysa bilimsel çalışmalar bunun tam tersini
söylüyor. Ana dilini iyi öğrenen bir çocuk hem yaşadığı ülkenin dilini hem de
diğer üçüncü dilleri daha kolay öğreniyor. Toplumda adeta önceki kuşaklardan
miras olarak devralınan “cahil Türk” algısının yer yer içselleştirildiği
görülüyor. Bu kısır döngünün kırılması için el birliği ile çalışılması,
okul-veli-öğretmen üçgeninin iyi kurulması ve sağlıklı işletilmesi gerekiyor.
Türk kültürünün yeni kuşağa
aktarılması konusunda yetersizlikleri olan, geliştirilmesi gereken bir diğer
konu da Türk televizyonlarının Avrupa’ya yayın yapan kanalları. Buralarda daha
çok paket yayınlar, reklam, şans oyunu ve doğrudan satış odaklı yayınlara yer
veriliyor. Türk dili ve kültürüne yönelik yayınlar neredeyse yok denecek kadar
az. Oysa cazip programlarla dil ve kültüre katkı sağlayacak yayınlar
yapılabilir. Bu yayınlarda Türkiye ile Avrupa birbirinden farklı alanlarda karşılaştırmalı
olarak anlatılabilir. Farklı yayın kuşaklarında Avrupa uygarlığının ortaçağdan
itibaren ortaya koyduğu, her yeni kuşakla birlikte geliştirerek üstüne koyduğu
rönesansı, aydınlanmayı, türlü çeşitli düşünce akımlarını, edebiyatı,
felsefeyi, müziği, sosyolojiyi kesintisiz bir tarihsel kronoloji içinde
karşılaştırmalı olarak, kuru hamasi söylemlerin batağına saplanmadan, özenle
aktarmak mümkün olabilir.
Bitirirken şu belirteyim ki Avrupalı
gençlerimize akademik bakış açısıyla baktığımda karamsar değilim, iflah olmaz
bir iyimser de olmadım. Demek istediğim, 1980’li yılların çalkantılı
dönemlerinde bir süre Almanya’da Avrupalı Türkler ile bir arada, gönül gönüle
yaşamış olan Cem Karaca, birbirlerine “Guten Tag!” diye Almanca selam veren
Türk gençlerinin yukarıda özetlenen durumunu çok iyi gözlemiş ve “Merhabayı Gençler”
diye adlandırdığı değerli albümündeki “Almancılar” şarkısı ile büyük sükse
yapmıştı. Evet, “merhaba” tek bir kelime, ama yurt dışında yaşayanların bir
olmasını ve iri olmasını sağlayan önemli bir anahtardır.
Bu yazı Haber Avrupa Kasım 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Kaynağa http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/november2016/cakir112016.jpg (27.11.2016) adresinden ulaşabilirsiniz.
Bu yazı Haber Avrupa Kasım 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Kaynağa http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/november2016/cakir112016.jpg (27.11.2016) adresinden ulaşabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder