27 Kasım 2016 Pazar

Merhabayı unutma

Bu satırların yazarı 70’li yılların ikinci yarısından bu yana Avrupa ülkelerini geziyor. Türlü amaçlarla, türlü kimliklerle... Demem o ki bazen bir işçi çocuğu olarak, bazen bir üniversite öğrencisi olarak, bazen de bir akademisyen kimliği ile. Bu süreçte gözlediğim, günlüklerime aktardığım kimi konuları paylaşıyorum.  

Avrupalılar tarih boyunca kendinden görmediğini, sırf farklı olduğu için dışlamış, onları bazen düşman olarak bazen de öteki olarak göstermiş, zaman zaman türlü cefalar çektirmiştir. Ayrıntıya girmeye gerek yok, Avrupa tarihini bilenler bilir. Buna rağmen bu “ötekiler” tutucu, tutuk, ezik, bağnaz ve kendi içine kapanık bir hayat sürmek isteyen “yerlilerin” arasındaki gelişimlerini sürdürmüş, toplumsal ve sosyal hayatın her alanına nüfuz ederek, Avrupalıların gelişmesine katkı sağlamıştır. Bugün bir Avrupa uygarlığından söz edilebiliyorsa, bunun arka planında geçmişte yaşananlardan çıkarılan dersler, farklı olanın bir zenginlik olarak görülmesi, farklı olanın yeni bakış açıları sunması vardır.

Günümüzde de zaman zaman suçlanan, seçim arifelerinde ülkeden “kovulma fermanlarına” maruz kalan yabancılar veya yurttaş olduğu halde yabancı olarak görülenler, hayatın hemen her aşamasında ötekileştirilmelerine karşın bir yandan kendilerine güvenen yurttaşlar olarak gelişimlerini devam ettirirken, öte yandan da topluma sundukları olumlu katkılarla saygın yurttaşlar olarak ayakta kalmaya devam ediyorlar. Yani kuvvetli esen fırtınalar içinde sessiz kalan, sükûnetini muhafaza etmeyi başaranlar çalışkan insanlar, mesleki başarılarından da söz ettirebiliyorlar.

Her biri ayrı bir başarı öyküsü olan bu çalışmaların sahiplerinin aslında ortak bir özelliği var. Bunlardan ilki bu satırların yazarının da çoğu defa ortaya koyduğu gibi, çok sayıda bilimsel araştırma ile de ortaya koyulmuş. Ana dili hâkimiyeti ve köken kültürüne olan bağlılık. Ana dili eğitimi ile öğrenci başarısı arasında doğrusal bir ilişki olduğunu pek çok bilimsel araştırma ortaya koymuş. Ana dilini iyi bilen öğrenciler, bilmeyenlere göre hem derslerinde hem de iş hayatlarında daha başarılı oluyor. Köken kültürünü muhafaza edenler de içinde yaşadıkları toplumda ortaya koydukları ürünlerin yaşadıkları kültüre göre “özgün” ve “örnek” olmasını sağlıyorlar.

O halde, Türk Milleti’ndenim diyen her insan, gurbette de olsa, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe öğrenmeli; evinde çocuklarına Türkçe öğretmeye, onlarla Türkçe konuşmaya azami özen göstermelidir. Türkçe konuşamayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia etse de buna inanmak doğru olmaz. Çünkü dil geçmiş ile gelecek arasında, gözle görülmeyen, ama varlığı da hissedilen kuvvetli bir kültürel bağ; gelecek kuşakların Türk kimliği ile tanınabilmesi için güvenlik sigortasıdır.

Ana dili geleneklerimizi, göreneklerimizi yaşatır. Öteki olarak etiketlenilen bir toplumun içinde erimemenin, yok olmamanın teminatıdır. Gelecek kuşakların, taze fidanların can suyudur. Bu canlara verilen suyun, ham hamasetten arındırılmış olmasına özen gösterilmelidir. Bu nokta özellikle yabancı kültürün baskın olduğu ortamlarda daha da önem kazanmaktadır. Esaslı bilgiye dayanmayan milliyetçiliğin ırkçılığı; sağlam inanca, köklü bilgiye dayanmayan ve aklın süzgecinden geçirilmeyen dindarlığın da bağnazlığı getireceği unutulmamalıdır. Yakın geçmişe duyulan saygı ve özlemin, Cumhuriyetin temel değerleriyle çatıştırılmadan, moda olduğu için değil, geniş bir bakış açısı ile ihtiyaç olduğu için verilmesi gerekir.

Ana dilini ‘doğru-düzgün’ konuşamayan çocuklar ilerleyen yıllarda, yetişkin konumuna geldiklerinde sosyo-kültürel sorunlarla karşı karşıya geliyorlar. Dil ile dolaylı aktarımı yapılamayan, eksikliği hissedilen maneviyatın arayışına yöneliyor; radikal inanç gruplarının istismarına açık hale geliyorlar. Bu süreçte suça karışanların, toplumsal kabul görmeyen davranış biçimlerini sergileyenlerin sayısı giderek artarken, aile içi iletişim azalıyor ve giderek kopuyor; değerler çatışması yaşanıyor. Birinci kuşak ile üçüncü, dördüncü kuşak arasındaki bağın her geçen yıl giderek zayıfladığı görülüyor. Birinci, ikinci kuşak torunlarıyla sağlıklı iletişim kurmakta zorlanıyor. Okullarda uluslar üstü anlaşmalar nedeniyle verilen, ama velilerin gerekli önemi vermediği Türkçe hızla unutuluyor. Böylece yetişen her yeni kuşağın aile bağları ile ana yurtları ile ilişkileri de zayıflıyor. Evli çiftler arasında boşanma oranı hissedilir şekilde yükseliyor.  

Bu konuyla ilişkili olarak, ana dili eğitiminin yetersizliği Avrupa’daki gençlerin inançlarına, maneviyatlarına olumsuz yansıyor. Türkçe anlayamadığı hutbeyi imamdan Almanca okumasını isteyen gençlerin sayısı belirgin şekilde artıyor. Dikkatle incelendiğinde, bu gençlerin Almanca dil düzeylerinin de istendik düzeyin altında olduğu, kendilerini her iki dilde de yeterince ifade etmekte zorluk çektikleri görülüyor.

Öte yandan, Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenliler elinde olmayan ve kontrol edemedikleri dış etkenlere karşı da ayakta durma, varlıklarını sürdürebilme mücadelesi vermek zorunda kalıyorlar. Yaşadıkları ülkelere bağlılıkları sorgulanıyor; onların iki ülke arasındaki sıkışmışlıkları siyasi ikbal hırsı güden bazı politikacıları her geçen gün daha cüretkâr, daha pervasız ve daha acımasız bir hale dönüştürüyor. Bu durum toplum içinde “farklı” olana karşı hoşgörüyü zayıflatırken, farklı olanın farkının ortadan kaldırılmasına yönelik kampanyaların giderek güç kazanmasını sağlıyor.

20. Yüzyılın medeniyet projesi olarak ortaya çıkan ve giderek kuruluş amacından sapan Avrupa Birliğinde bugün kabul edilmiş 23 resmî dil var. Bu dillere ilave olarak birlik içerisinde 175 göçmen dili ve 60 bölgesel ve azınlık dili konuşuluyor. Üye ülkelerin tamamı 1992 yılında Avrupa Konseyi’nde kabul edilen Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık Dillerini Koruma Anlaşması’nı kabul etti. Anlaşma söz konusu dillerin öğretimi için gerekli bütçenin ayrılmasını da öngörüyor. Ancak bilhassa son 10 yıl içerisinde ana dili eğitimine verilen devlet desteği kimi ülkelerde ya tamamen kaldırıldı ya da ihtiyacı karşılamaktan uzak rakamlara çekiliyor. Bu durum 1900’lü yıllarda kalan ve Avrupa yerel dillerini yok etmek için uygulanan politikaları çağrıştırıyor.

Avrupa’da Türkçe ana dili eğitiminin önündeki en büyük engellerden biri bulunulan ülkedeki politikalar ise diğeri de Türk ailelerin bilinçsizliği. Birçok aile geçmişte olduğu gibi günümüzde de ana dili eğitiminin çocuklarının yaşadığı ülkenin dilini öğrenmesine engel olacağını sanıyor. Oysa bilimsel çalışmalar bunun tam tersini söylüyor. Ana dilini iyi öğrenen bir çocuk hem yaşadığı ülkenin dilini hem de diğer üçüncü dilleri daha kolay öğreniyor. Toplumda adeta önceki kuşaklardan miras olarak devralınan “cahil Türk” algısının yer yer içselleştirildiği görülüyor. Bu kısır döngünün kırılması için el birliği ile çalışılması, okul-veli-öğretmen üçgeninin iyi kurulması ve sağlıklı işletilmesi gerekiyor.

Türk kültürünün yeni kuşağa aktarılması konusunda yetersizlikleri olan, geliştirilmesi gereken bir diğer konu da Türk televizyonlarının Avrupa’ya yayın yapan kanalları. Buralarda daha çok paket yayınlar, reklam, şans oyunu ve doğrudan satış odaklı yayınlara yer veriliyor. Türk dili ve kültürüne yönelik yayınlar neredeyse yok denecek kadar az. Oysa cazip programlarla dil ve kültüre katkı sağlayacak yayınlar yapılabilir. Bu yayınlarda Türkiye ile Avrupa birbirinden farklı alanlarda karşılaştırmalı olarak anlatılabilir. Farklı yayın kuşaklarında Avrupa uygarlığının ortaçağdan itibaren ortaya koyduğu, her yeni kuşakla birlikte geliştirerek üstüne koyduğu rönesansı, aydınlanmayı, türlü çeşitli düşünce akımlarını, edebiyatı, felsefeyi, müziği, sosyolojiyi kesintisiz bir tarihsel kronoloji içinde karşılaştırmalı olarak, kuru hamasi söylemlerin batağına saplanmadan, özenle aktarmak mümkün olabilir. 

Bitirirken şu belirteyim ki Avrupalı gençlerimize akademik bakış açısıyla baktığımda karamsar değilim, iflah olmaz bir iyimser de olmadım. Demek istediğim, 1980’li yılların çalkantılı dönemlerinde bir süre Almanya’da Avrupalı Türkler ile bir arada, gönül gönüle yaşamış olan Cem Karaca, birbirlerine “Guten Tag!” diye Almanca selam veren Türk gençlerinin yukarıda özetlenen durumunu çok iyi gözlemiş ve “Merhabayı Gençler” diye adlandırdığı değerli albümündeki “Almancılar” şarkısı ile büyük sükse yapmıştı. Evet, “merhaba” tek bir kelime, ama yurt dışında yaşayanların bir olmasını ve iri olmasını sağlayan önemli bir anahtardır.

Bu yazı Haber Avrupa Kasım 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Kaynağa http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/november2016/cakir112016.jpg (27.11.2016) adresinden ulaşabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...