15 Kasım 2016 Salı

CRI TÜRK FM - Mustafa Çakır Röportajı - Manşet Programı (08 Kasım 2016)

CRI TÜRK FM  (Çin Devlet Radyo Televizyon Kurumu) Türkiye Almanya ilişkilerinin son durumuyla ilgili olarak yaptığımız mülakattan satır başları:

Her yeni güne alışılmadık duygularla başlıyoruz. Her bir yeni gün, bir zamanlar İstanbul’da çıkan “halka ve olaylara” Tercüman adlı günlük gazetenin alt başlığındaki sloganı çağrıştırıyor: “Her sabah dünya yeniden kurulur; her sabah taze bir başlangıçtır.”

https://soundcloud.com/criturkfm/mustafa-cakir-roportaji-manset-programi-08-kasim-2016
Son yıllarda bu taze başlangıçlar hiç de hayra alamet başlangıçlar gibi görünmüyor. Türkiye’de ilginç olaylara tanık oluyoruz. Nedenini bilemediğimiz, aklımızın almadığı olaylar birbirini izliyor. Bir kesimin, “yıllarca dışlanan, tepeden bakılan, adam yerine koyulmayan, adeta sömürülen, köylü, çoban, baldırı çıplak, makarnacı, kömürcü, cahil gözüyle bakılan en alttaki insanların toplum içinde ayağa kalkmasından son derece rahatsız olmaya başladığı” görülüyor. Bir başka kesimin de dün canım, ciğerim dediği; birinin ötekinin derdiyle dertlendiği günleri geride bıraktığı; karşıt kutuplara geçtiği görülüyor.

Adeta, dünün doğruları, bugünün yanlışları olarak anlatılıyor. Vatandaşın kafası karışmış; geçim derdinde. Başka bir günün aydınlık sabahına merhaba demek istiyorsunuz; ne mümkün. O gün güvenlik güçlerine kurulan kalleş pusularda hayatını kaybeden askeri, polisi, kamu görevlilerinin olduğunu öğreniyor veya dinliyorsunuz; terörün her türlüsüne lanet olsun demekten başka bir çıkar bulamıyorsunuz. Kimin neyi paylaşmak istediğini soruyor, sorguluyor, cevabını bulamıyorsunuz. Okuduklarınız, kendinizce yaptığınız analizleriniz iç ve dış bağlantıların safları sıklaştırdığını haber veriyor sanki…
Belleği geleneksel dostluk söylemi ile doldurulmuş vatandaşlarımız, Türkler aleyhinde gündeme getirilen söz veya eylemleri duyunca zihinlerinde ciddi soru işaretleri oluşmakta, hayal kırıklıkları yaşayabilmektedir.

Her fırsatta ülkesini Batı'ya, Almanya’ya şikâyet eden ve algı operasyonlarının altına imza atan bir grup var. Bu bağlamda, millete hizmet edenler ile milletin oluşturduğu katma değerlerden nemalanmaya çalışanlar ayrı sevdaların peşinde olduğu; menfaat sahipleri kol kola görülüyor. Batılı açısından kim haklı, kim mağdur anlamak adeta mümkün değil.

Türkiye, 20. yüzyıl boyunca küresel iletişim sahnesinde suskun bir ülke oldu. Hakkında olumlu olumsuz pek çok şey konuşuldu; ama bu kadim ülke suskunluk zincirlerini kırıp tarihi gerçekleri ortaya koyup, suçlamalara cevap verme gereği duymadı. Türkün sessizliğini görenler, bu durumu suçluluğun dışa vurumu olarak değerlendirip, “durumdan kendilerine vazife çıkarmaya” yeltendiler. Tıpkı Bayan Merkel ve kimi Avrupalı yandaşlarının yaptığı gibi…

Gerçekten Türkiye’yi mesken tutan Suriyelileri “muhacir” olarak görüp, onlara “ensar” olmaya çalışıyoruz; bir yere kadar lokmalarımızı da paylaşıyoruz; ama Batılı bu durumda da bir eksik arıyor, Türkiye’nin imdat çığlıklarını duyan “medeni” Avrupalının yardım sesi çok cılız çıkıyor. Akdeniz, çaresiz insanların can pazarı halinde. Kimi bu çaresiz insanların üzerinden para kazanma; kimi de insanlık dersleri vermeye telaşında.

Bir başka gün, gazetelerden Ege Denizi’ne açılan, Yunanistan adalarına çıkmak, oradan da Avrupa ülkelerine gitmeyi hayal eden Suriyeli mültecilerin botlarının Yunan sahil güvenlik teknelerindekilerce patlatıldığını ve geri dönmeye zorlandıklarını okuduk. Haberlerde insanların bu yolla Avrupa sevdalarından vaz geçmelerinin sağlanılmaya çalışıldığını okuduk. Balıkçılar can pazarına dönen denizden insan bedenlerini sayarak toplarken, çağdaş, medeni Avrupalı dostlarımızın, kendi aralarında yaptıkları istişarelerde, bu insanların Türkiye’de tutulmasının yollarını tartıştığını öğrendik.

Avrupalı Türkiye’nin her yeni gün bir krizden ötekine savrulmasını adeta elini ovuşturarak seyrediyor. Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavarlar, çaresiz insanlara yardım etmek bir yana, bir yandan Türkiye’nin verdiği mücadeleye “aferin” çekiyor; güzel sözlerle gönlümüzü almaya çalışıyor, öte yandan kirli savaşın etkisiyle ekonomisini düzeltmeye çalışıyor. İnsanlık, bazen iki ülkeyi ayıran sınırdaki tel örgülerin altında aç, susuz dipçik yerken, bazen bir aracın kapalı tentesinde can verirken, bazen de Akdeniz’in soğuk sularında yeni bir hayat peşindeyken batan, batırılan botlarda, sandallarda, insan tacirlerinin elinde çoktan boğulmuş.

Yani tam da Romalı komedi yazarı Titus Maccius Plautus (MÖ 254–184) tarafından yazılan Asinaria (Eşeklik) adlı güldürüde geçen homo homini lupus durumları yaşanıyor. İnsanların bir kısmı uzayın derinliklerini keşfetmeye çalışırken, bizim coğrafyamıza yakın bir kısmı cehaletin pençesinde ortaçağ karanlığına geri dönüyor; tarifi imkansız acılarla boğuşuyor.

Bayan Merkel’in Türkiye’yi ve Türkleri sevme gibi bir zorunluluğu yok. Bununla birlikte, ülkesinde yaşayan ve sayıca önemli bir kısmının Alman vatandaşı olduğunu çok iyi bildiği yaklaşık üç milyon Türkiye kökenli insana, sadece Türkiye’den geldikleri için değil ama insan oldukları için saygı göstermesi; bunların onurlarının, Alman toplumu içindeki geleceklerinin kişilerin siyasi ikballerinden daha önemli olduğunu unutmaması gerekir.

Öte yandan deneyimli bir politikacı olarak ülkedeki yoksunluk ve yoksulluk nedeniyle sürekli ötekileştirilen ve hedef gösterilen yabancıların, göçmenleri maruz kaldığı saldırgan politikalara tepkisiz kalmamalı; geçen dönem başlatılan meclis araştırma komisyonu çalışmalarını devam ettirerek somut sonuçlara ulaştırmalıdır.

Almanya’nın son yıllarda verdiği mesaj, işbirliğine açık değil. Hâlbuki Alman toplumu aldığı göçle hızlı bir şekilde çoğulcu bir topluma dönüşüyor ve bu durum birlikte yaşamanın asgari ölçütü olan ötekileştirmemeyi gerekli kılıyor. Ülkede bulunan göçmenlerin de aynı gök kubbe altında yaşadığı ve kader birliği ettiği diğer vatandaşlar gibi siyasetin kirlenmeden, mevcut sorunlara çözüm üretmesini beklediğini düşünmesi; yeni dönemde daha sorumlu bir politika izleyerek “insanları işkembeleri yoluyla avlamayı”[1] amaçlayan halkçı politikalardan vazgeçmesi gerektiğini uygulamaları ile göstermesi gerekir.

Bir diğer husus da ülkedeki göç ve uyum tartışmalarında hemen her taşın altından çıkan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın konuya ilişkin politikalar belirlenip uygulanırken yer alacağı pozisyonu belirlemesi ve çoğulcu toplum anlayışını sınırlayan “yabancılara en yabancı ülke” imajını ortadan kaldırması gerekir. Bunun için de İslamcılık korkusuyla Müslümanların mercek altına alınması, dini gereksinimlerini yerine getirmeleri konusunda gerekli kolaylıkların sürdürülmesi ve sünnetin yasaklanması yönündeki tartışmaların Müslümanlar ve Yahudiler tarafından nasıl algılandığının iyi analiz edilmesi, hatta hiç tartışmaya açılmamasında yarar vardır. Siyaseti siyaset, dini din olarak kabul etmek gerekir. Eğer bu durum günlük hayatta pratiğe geçirilebilirse, halklar arasındaki işbirliği de dün olduğu gibi, bugün de, yarın da siyaset üstü huzur ve güven bağlamında tesis edilir. Bu durum, iki ülke arasındaki siyasi ilişkileri hem de halklar arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine katkı sağlar. Kaldı ki bu tür popülist politikaların tarihte Almanlara nelere mal olduğunu bütün dünya gibi Alman dostlarımız da gayet iyi biliyorlar. Bu nedenle, popülizmin bulaşıcı illetinin yaşandığı Fransa’daki Pujadizm veya Löpenizm’e bakarak Almanya’yı bu illetten bir an önce kurtarmaya bakmalılar.

"Milletvekilleri tutuklanmıyor. Teröre destek veren, terör propagandası yapan, ifadeye çağrıldığı halde gitmeyenler hakkında işlem yapılıyor. Partiler yaşamalıdır ama kimse terör faaliyetlerinin arkasına saklanmamalıdır" Bakın İspanya'nın doğusundaki Katalonya özerk yönetimindeki Berga kasabasının kadın belediye başkanı Montse Venturos, ayrılıkçı girişimleri ve mahkeme çağrısına kayıtsız kalması nedeniyle gözaltına alındı. Türkiye'yi seçilmişleri içeri tıkmakla suçlayan batı ise birebir aynı olan İspanyol Başkan konusuna sessiz kaldı.

Geçmişte yaşadığı kimi olumsuzluklara rağmen Almanya’yı hala bir hayal ülkesi, “dost ve “müttefik” olarak gören kadim Anadolu’nun evlatları “kötü adın çirkinliğinin harften, deniz suyunun acılığının kaptan olmadığını” ayırt eden bir kültürel mirasın bekçisidir. Her iş iyi niyetle, güzel düşüncelerle yapılınca amacına ulaşır, yeter ki niyetler iyi, hedefler belirgin olsu. Bugün de kendini Almanların “tarihi dostu” ve “müttefiki” olarak gören bu milletin çocukları ile bütün dünya âleme “kötü adın çirkinliğinin harften, deniz suyunun acılığının kaptan olmadığını”  gösterecek güce ve olgunluğa sahiptir. Yaşananların farkındadır.

"AB artık PKK konusundaki çeşitli kurumların çifte standartlarına bir düzen getirmelidir. Belçika'daki bir mahkemenin PKK'yı terör örgütü olarak tanımama kararı, doğrudan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne saldırıdır. PKK'yı terör örgütü olarak kabul etmeyen bir mahkeme kararı, meşru devletlerle bir terör örgütünü eşit saymaktadır. Bu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne, BM şartına ve hepimizin altında imzası olan bütün uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Bu asla kabul edilemez. Böyle bir çifte standart olmaz. DEAŞ söz konusu olduğu zaman bütün dünyayı ayağa kaldıracaksınız ama PKK söz konusu olduğunda sempati moduna geçeceksiniz. Bu asla kabul edilemez."

Yeni dönemin Türk Alman ilişkileri için yeni işbirliklerine ve aydınlık günlere başlangıç olması herkesin ortak dileği. Bilindiği üzere, Merkel geçmiş iktidar dönemlerinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye yerine ayrıcalıklı üye yapılarak birliğe üye değil, sanki köle olmasını önermişti. Merkel’in bilmediği özelliklerimizin de olduğunun farkındaki sağduyulu politikacılar ilk başlarda bu öneriye pek itibar etmediler ve Türkiye, tam üyelik için tarih aldı, ama zamanla rüzgâr tersten esmeye başladı.

Eskiden bir şehirde Haset mi haset birisi yaşarmış. bu yüzden komşuları ile arası açık. Yöneticinin kulağına gitmiş ve o kişiyi çağırmış. Sana ne dilersen onu vereceğim ama bir şartım var. Aynı şeyin iki katını da komşuna vereceğim demiş. Hasetin talebi bir gözünün çıkarılması olmuş. Maksat komşunun iki gözü çıksın mantığı. Pek çok çevre, pek çok ülke Türkiye'ye karşı, 'Maksat komşunun iki gözü çıksın' mantığıyla bir husumet politikası yürütüyor. 'Türkiye ayağa kalkmasın, Türkiye belini doğrultmasın, muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmasın'. İsteseniz de istemesiniz de biz muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkacağız.

Yayının podcasti:
https://soundcloud.com/criturkfm/mustafa-cakir-roportaji-manset-programi-08-kasim-2016



[1] Popülizm ile ilgili olarak bkz.: Umberto Eco (Çev. Cemal Karaağaçlı). “Avrupa Popülizmin Tehdidinde” Türk Edebiyatı. 369, 112471/2004/07, s. 19.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...