21 Kasım 2023 Salı

Tarihe bir not

İnsanlar gibi bazen insanlık da kırılıyor, eğilip bükülüyor, türlü gruplara bölünüyor, parçalara ayrılıyor. Bir ayı aşkın bir süredir Ortadoğu’da ve aslında Gazze’de gökten yağmur değil, ölüm yağıyor. Tarih kitaplarında anlatılan ve Müslümanlara karşı dini motifler öne sürülerek siyasi, sosyal ve ekonomik nedenlerle yapılan Haçlı savaşları şekil değiştirmiş yeniden yaşanıyor. Bu kriz durumunu gelecek kuşaklara anlatmak, yeni ve kalıcı bir barışın habercisi olmak umuduyla, açık kaynaklardan derlediğim haberler ve kişisel yorumlarımla tarihe not düşmek istedim.


Her şey, bir sabah, 7 Ekim sabahı, Hamas'ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları‘nın, İsrail'in "Filistinlilere ve Mescid-i Aksa başta olmak üzere Müslümanların kutsal değerlerine yönelik saldırılarına karşılık verme” ve „İsrail’in elinde bulunan birkaç Filistinliyi kurtarma“ gerekçesiyle başladı. Her iki taraf da savaş hukuku tanımayan bir mukateleye (karşılıklı kırıma) girişti. İsrail sahip olduğu orantısız imkanları kullanarak misliyle karşılık verirken, kesintisiz bir ayı aşan zaman dilimi içinde milyona yakın Filistinliyi yerinden, yurdundan etti. Birleşmiş Milletlerin açıklamasına göre o meş’um saldırıların başladığı günden bu yana on bir bin insan hayatını kaybetti; her on dakikada bir çocuk melek oluyor.

Gazze’ye yönelik saldırılarını aralıksız sürdüren İsrail’in öncelikli hedefleri arasında ibadethaneler, El-Ehli Baptist ve Türk-Filistin Dostluk hastanesi, Şifa Hastanesi ve okullar yer aldı. Kimi yorumculara göre, Filistinlilere karşı adeta yok etme politikası yani soykırım uygulanıyor. Gazze'de iletişim ve internet yok, binlerce yaralı ile sivilin bulunduğu mülteci kampları hedef alınıyor. Özellikle bir grup İsrailli doktor Şifa Hastanesinin "Filistinli silahlı grupların" üssü olduğunu iddia ederek bombalanmasını istemesi, katliamları meşrulaştırmaya yönelik stratejiler olarak değerlendiriliyor. 40 okul, 16 hastane ve onlarca sağlık ocağı kullanılamaz hale geldi. Bütün Gazze şehri Open-Air-Prison (açık hava hapishanesi) haline döndü.

Katoliklerin ruhani lideri ve Vatikan Devlet Başkanı Papa Franciscus, "Filistin ve İsrail'deki devam eden ciddi durumu düşündüğünü" belirterek, ateşkes çağrısında bulundu. Hollanda, Londra, Kanada, Brezilya, Türkiye olmak üzere pek çok ülkede sağduyunun sesi olan insanlar tarafından İsrail’i kınayan gösteriler düzenleniyor. Avrupa Birliği'nin (AB) eski kıdemli Orta Doğu diplomatı James Moran, "İsrail'in eylemlerini 'kendini savunma' olarak görmüyorum" diye açıklama yaparken, AB konuya mesafeli bir pozisyon alıyor.

Filistinli sivil halka yönelik saldırılar aralıksız devam ederken, pek çok ülke ve uluslararası kuruluşlar Avrupa’daki yakın tarihin bıraktığı isleri temizlemek istercesine İsrail’in işlediği savaş suçlarını desteklemeye devam ediyor. Milyonlarca insan ölümle yaşam arasındaki ince hatta yaşam mücadelesi verirken İsrail’i eleştirenler, „İsrail düşmanı“, inisiyatif sözcüleri „ırkçı“ yahut „antisemit“ olarak işaret ediliyor. Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Mannheimer Morgen Gazetesine verdiği mülakatta "Almanya'da Yahudilere saldıran herkes, hepimize saldırıyor demektir" diyerek, ülkede yaşayan herkesi „Yahudileri korumaya“ davet ediyor. "Antisemitizmi kabul etmeyeceğiz. Çok net yasalarımız var. İsrail bayraklarını yakmak cezai bir suçtur. Masum insanların ölümünü alkışlamak cezai bir suçtur. Yahudi karşıtı sloganlar atmak suçtur." ifadesini kullanıyor.

Bir insanlık dramına dikkat çekilirken Yahudi düşmanlığı yapılmıyor. Yahudilere söz söyleyen yok. İsrail Devletinin uyguladığı ve uluslararası hukuk kurallarına uymayan, insanlık dışı savaş stratejisi eleştiriliyor. Yaşanan olumsuzluklara dikkat çekenler, tepkilerin odağına alınıyor. Örneğin; Carrefour, Mc Donalds ve Burger King İsrail askerlerine yardım paketi göndermesine karşı çıkmayanlar; babası Filistinli olan Bella Hadid‘in “Hiçbir yerde, hiçbir zaman, özellikle de 2023'te, bir hayat diğerinden daha değerli olmamalı. Özellikle etnik kökenleri, kültürleri veya saf nefretleri nedeniyle” diyerek görüş belirtmesine tahammül edemiyorlar. Fransız moda markası Dior, marka yüzü olan Bella Hadid yerine hemen İsrailli manken May Tager’ı tercih ediyor.

Avrupa’da sadece diplomatlar, devlet adamları değil, sıradan insanlar bile korkuya dayalı inşa edilen ve yargısız infazın mübah görüldüğü yaşam alanlarında, kendi arkadaş çevresinde konuşmaya, sağduyunun, doğrunun ve haklının sesini yükseltmeye çekiniyorlar. Batı medyasında çalışan ve İsrail karşıtı görüşleri ifade eden birçok yazar ve editör işten çıkarılıyor. Sporcular sivil halka yapılan orantısız güç kullanımına karşı seslerini yükseltirse veya yazdıkları bir destek mesajı ana akım medyanın savunduğu ve halka manipüle ettiği görüşlerle uyuşmazsa kulüpleriyle ilişikleri kesiliyor. ABD ve Fransa'da da İsrail yanlısı kanunlar hazırlanırken, Eski ABD Devlet Başkanı Obama, verdiği bir mülakatta günah çıkarırcasına, Filistin-İsrail çatışmasında hiç kimsenin elinin temiz olmadığına vurgu yapıyor ve herkesin ‘bir dereceye kadar suç ortağı’ olduğunu söylüyor. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, ise "Kanun ve kurallardan bahsedecek olursak, teröristlerin olduğu yerde kural yoktur." diyerek aslında Batılı, iki yüzlü bakış açısını ortaya koyuyor. Ukrayna’da öldürülen sivillere karşı ayağa kalkan Avrupalıların öldürülen onca Filistinli sivili ve özellikle çocukları görmezden gelmesi, akıl ve mantıkla açılanabilir gibi değil. Kimileri konuyu dini boyuta taşıyarak, yaşanan bu durumdan mistik bir anlam çıkarıp „Armageddon yaklaşıyor. Kıyamet alametleri çoktan tamamlandı.“ şeklinde apofenik söylemler gevelemeye başladı. Sanki bir yerlerde bir senaryo yazılmış, Filistin’de sahneleniyor.

Türkiye ve Türklerin Filistinliler ile ilişkilerine bakınca, bu savaşın bizi neden ilgilendirdiği konusuna da değinmekte yarar var: Aslına bakarsanız, Filistinliler hemen her dönemde kendilerini Türklerin karşısında konumlandırmaktadır. Yıl 1915; kanal harekatında halife'nin çağrısına karşı çıkan ve katılmayan Filistinliler, Türk askerine cephe gerisinden saldırmış ve Türk askerini iki ateş arasında bırakarak 14.000 askerimizin şehit, binlerce askerimizin de esir olmasına sebep olmuştur. Arapların ihanetlerinin yardımıyla 1918 yılında 16. Tümenin 48. Alayındaki İngilizlere esir düşen 15.000 mehmetçiğin Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-i Harbiye Kampında kör edilmeleri de ayrı bir yazının konusunu oluşturmaktadır.

Yakın tarihe gelince; 1989 senesinde Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, "Ermenistan'ın haklı davasını destekliyoruz" açıklamasını yaptı. Bu vesileyle, Karabağ işgaline ve Ermeni katliamlarına destek verdi. Devlet Başkanı Mahmut Abbas da Ermenistan’da sözümona soykırım anıtına çelenk bırakmaktan geri durmadı.  2009 senesinde aynı Mahmut Abbas, Güney Kıbrıs'a gitti ve burada "Kıbrıs'ta Türk askeri işgalcidir" açıklamasını yaparak Rum tezlerini desteklediklerini gösterdi. 2020 senesine gelince; Türkiye'nin „mavi vatan“ tezine karşı cephede yer alarak Eastern Mediterranean Gas Forum dahilinde, Yunanistan, Mısır, Kıbrıs Rum Kesimi ve İsrail ile birlikte hareket etti. Aynı yıl Çin'in Uygur Türklerine yaptığını zulmü görmezden gelerek Çin'in Uygur Türkleri politikasına destek verdi ve buradaki soydaşlarımızın terorist olduklarını belirtti. Filistin Devleti Türkiye’nin başlattığı Barış Pınarı Harekatı’na da karşı çıktı ve Türkiye’yi kınadı. Liste uzayıp gidiyor. Lakin herkes unutsa tarih unutmuyor. Burada aziz milletimize hatırlatılması gereken husus; Filistinliler ile Türklerin arasında öyle zannedildiği gibi bir kardeşlik hukuku yoktur.

Türkiye’nin Filistinlilere destek olmasının nedeni; Peygamber Efendimizin (s.a.s) miraç yolculuğunda Kudüs‘teki Mescid-i Aksa'da tüm peygamberlere imamlık yapması, Mescid-i Aksa'nın Müslümanların ilk kıblesi olması ve anılan coğrafyada yaşayan halklarla yüzyıllar öncesine giden ortak bir tarih, yakın kültürel ve sosyal ilişkilerin bulunmasıdır. Bu hakikatten yola çıkarak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile 1975 yılında resmi ilişki kurmuş, aradan geçen zaman içinde 15 Kasım 1988'de sürgünde kurulan Filistin Devleti'ni ilk gün tanıyan ülkeler arasında yer almıştır.

Türkiye’nin Filistin-İsrail anlaşmazlığıyla ilgili olarak iki devletli çözüme yönelik, yerleşik BM parametreleri temelinde ve müzakereler yoluyla adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm getirilmesini, bu çerçevede 1967 sınırları temelinde başkenti Doğu Kudüs olan, coğrafi bütünlüğe sahip, bağımsız ve egemen bir Filistin Devleti’nin kurulmasını savunmaktadır. Türk Kızılayı, TİKA, AFAD gibi kuruluşlar aracılığı ile kalkınma yardımları yapılmakta, kalıcı ve sürdürülebilir projeler hayata geçirilmektedir.

Son yaşanan krizde de Türkiye’nin tutumu „geleneksel hümaniter dış politika“ çerçevesinde „her zaman ve her koşulda mazlumun yanında durma“ ilkesiyle devam etmektedir. Birleşmiş Milletlerdeki konuşmasında Filistin halkını savunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dün olduğu gibi bugün de "Gazze'de işlenen katliamların durdurulması boynumuzun borcudur" diyor ve ilave ediyor „Gazze’de gözükenden çok daha fazlasını yapıyoruz, yapmaya da devam edeceğiz“. Nitekim benzer görüşleri Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Birliği tarafından ortaklaşa düzenlenen 8. Olağanüstü İslam Zirvesi'nde de dile getirmiştir.

Türkiye; İsrail-Filistin arasında nihai barışı tesis edebilmek amacıyla diplomasinin bütün imkanlarını kullanmaya devam etmektedir. Nitekim, Türkiye Dışişleri Bakanı Fidan, ABD'li mevkidaşı Blinken ile Ankara’da yaptığı görüşmede de Gazze'de acilen ateşkes istedi. ABD de takip eden günlerde İsrail’i uyarma ihtiyacı hissetti. Birleşmiş Milletler’deki Gazze’de acil ateşkes talebi oylamasında ise 121 ülke İsrail’in ve beraberindekilerin karşısında pozisyon aldı. Oylamada 45 ülke çekimser kaldı. 14 ülke ise İsrail’den yana tavır takındı. „Bunu hiç unutma evlat! Batı hiçbir zaman medeni olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kann, akıttığı göz yaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur“ diyen Alia İzzetbegoviç’i bir defa daha haklı çıktı.

Bütün değerlerin çatıştığı bir süreçte verilen sorumsuz siyasal mesajların sıradan vatandaşlar üzerinde bıraktığı olumsuz etkiler göz önüne alınmalı, ırkçılık yapanlara, savaşı destekleyenlere tolerans gösterilmemelidir. Pareidolia etkisine kapılıp tarihte Musevilere yapılan insanlık dışı uygulamalar nedeniyle bugünkü İsrail devletinin Filistinlilere uyguladığı insanlık dışı savaş stratejilerine yeni anlamlar yüklemekten kaçınılmalı; akan kanın durdurulması, masum sivillerin günlük hayata dönebilmeleri için kanla yazılıp ateşle oynanan oyuna son verilmeli; Kerameti kendinden menkul kimi siyasetçilerin Papa II. Urbanus veya fanatik Keşiş Pierre l'Ermite rolüne soyunma sevdasından bir an önce vaz geçmesi gerekmektedir.

Bir uyarı daha yapmak istiyorum. Arap milliyetçiliğinin, özgürlük ve bağımsızlığının bir tezahürü olarak ortaya çıkan, Panarabizm ideolojisinin sembol renklerini taşıyan Filistin bayrağıyla sokaklara dökülmek, mehmetçiği Gazze‘ye savaşmaya göndermek isteyenlere itibar edilmemelidir. İnsanlık tarihi incelendiğinde, anlık öfkelerin ne derece büyük yıkımlara neden olduğunun örnekleri açık şekilde görülmektedir. Öfkesini yenebilme erdemini gösteren, kriz dönemlerinde kitleleri olumlu mesajlarla yönetip yönlendirme becerisine sahip devlet adamlarına her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu aşikardır.

Başkomutan M. K. Atatürk’ün dediği gibi „Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir.“

 

Not: Bu yazı Haber Avrupa Journal’in Kasım 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Yazının basılı biçimine http://avrupa.at/tarihe-bir-not/ adresinden, ses kaydına ise https://youtu.be/TvKEPwQ9AVc adresinden erişilebilmektedir. 

Arafta geçen hayatlar


Ata yurdundan göçen, gurbeti vatan edinen insanlarımızın önemli bir kısmının Türkiye’den ayrılmasıyla ilgili öykülerinin altında daha iyi bir gelecek, insanca yaşama ideali yatıyor. Kimi birkaç sene, kimi birkaç ay deyip gittiği yoldan dönemedi. İçlerinden Türkiye’de gemileri yakıp bir daha geri dönmemeyi planlayanlar bile pek çoğu Türkiye ile bağlarını koparmamış, memlekete küçük bir yatırım yaparak, yurt dışında işler ters giderse, sığınacak son bir liman arayışına girmişler.


Gelinen gurbet bir süre sonra vatan olunca, aile birleşimi ve çekirdek aileden geniş aileye geçiş dönemleri başladı. Kimi evladının yeni vatanda tanıştığı bir başka gurbetçinin evladıyla evlenip yuva kurmasına rıza gösterirken, kimi de memleketten tanıyıp bildiği bir yakınının evladını evlat bilip, Yüksel Özkasap’ın türkülerinden dile getirdiği „Almanya’ya, acı vatana“ gelin veya damat olarak getirdi. Getirdi getirmesine de Türkiye’de yetişen gençlerle yurt dışında yetişen gençlerin kurduğu çekirdek ailelerde her zaman istenen, arzu edilen huzur ve mutluluk havası esmedi, ayrık otları yeşerdi.

Bu defa sözümüz, gençlerin bu şekilde kurduğu, daha doğrusu kurmaya çalıştığı düzen üzerine.

Yurt dışında yaşayıp istikbalini kazanma çabası içinde türlü iş kollarında çalışan Türklerin sosyal hayatı, ekonomik gelir düzeyleri dışarıdan bakınca Türkiye’de yaşayanlara görece olarak  daha iyi görünüyor. Türkiye’de yaşayanlar için de yurt dışı bir hayal ülkesi. Avrupalı Türklerin izin sezonundaki yaşam tarzları, memleketteki yakınlarında da bir özentiye, bir özleme dönüştü. Bilinmeyene, yeni bir hayata duyulan özlem, albenisi bol hayatın bir parçası olmak, daha iyi şartlarda yaşamak adeta bir tutkuya dönüştü. Bu tutku ile bazı aileler evlilik çağındaki çocuklarını yurt dışında yaşayan bir tanıdıklarının evlilik çağındaki çocuğu ile baş göz etmenin yolundan geçtiğini düşündüler.

Yurt dışında yaşayanlar da içinde bulundukları dar sosyal çevrenin etkisi ile Türkiye’den tanıdık, bildik birinin evlilik çağındaki evladı ile kendi evladının hayatını birleştirmenin doğru bir seçenek olduğuna inandılar. Akıllarına bu yattı… Tanımadıkları, bilmedikleri bir yabancıdan kendi dost, akraba çevresindeki daha iyidir diye düşündüler. Türkiye’den evlilik yoluyla gelemeyenler ise yaşadıkları çevrede kurulan derneklerin toplantılarında, düğünlerde, toylarda gençlerin bir araya gelmesi, tanışmaları için zeminler oluşturdular.

Türkiye’den gelin veya damat getirme fikri her zaman hayal edilen sonucu vermese de dilimize „ithal“ gelin veya „ithal“ damat kavramını yerleştirdi. Bu süreçte sadece gurbete çıkan gençler değil, memlekette bırakılan aile ile birlikte Aşık Mahzuni Şerif’in yüreğinden dile geldiği şekliyle; „Alamanya sana giden dönmüyor.// Gelmiyor, dönmüyor, bilmiyor, gülmüyor“ diye yeni gurbet türküleri çalınıp söylendi.

Gençler bir yandan birbirlerini tanımaya çalışırken, öte yandan hayatın iniş ve çıkışlarına birlikte göğüs germeye çalıştılar, kendileri yurtlarını, yuvalarını kurmaya gayret ettiler. İşler ters gittiğinde, yani bıçak kemiğe dayandığında ise ayrılıklar kaçınılmaz oldu. Türkiye’den gelenler, uyum sürecinin zorluklarını yaşarken, aileyi oluşturan bireylerin bilerek ve isteyerek olmasa da yaptığı hatalar ayrılıkların nedenini oluşturdu.

Eşler arasında yaşanılan bu zorlu süreçte tarafların birbirine diklenmeden dik durması; ilişkilerde hile, taktik, üstün çıkma duygusu yerine akıl ve mantık yürütülmesi; gerekiyorsa aile danışmanlığı veya hukuki danışmanlık alınması düşünülebilir. Kurulan çekirdek aileye üçüncü şahısların müdahaleleri sorunları büsbütün içinden çıkılmaz hale dönüştürebilir. Unutulmamalıdır ki aile milleti ayakta tutan, toplumun çekirdeğini oluşturan önemli bir sosyal kurumdur ve ailenin sağlığı, milletin geleceği için de önemlidir.

Geçmişte Türkiye’den evlilik yoluyla gelen yahut getirilen delikanlılar, geçmişten gelen geleneksel aile ilişkileri sarmalında kendilerine biçilen rolün altından kalkmakta zorlandılar. Dil bilmedikleri gibi gurbete çıktıkları ilk senelerde aileyi geçindirecek yeterli gelire de sahip olmadıkları için eşlerine, eşlerinin ailelerine maddi, manevi bağımlı hale geldiler. Bu durum damatların eşlerinin gözünde güçlü erkek, güçlü karakter etkisini kaybetmelerine, zamanla değer, itibar kaybına uğramasına neden oldu.

Evlenen erkekler için söylenen „Kadını kendi hayatına dahil edeceksin. Kadının hayatına dahil olmayacaksın.“ sözü bu evliliklerde geçerliliğini yitirdi. Kadının, ailesinin hayatına dahil olan „damat“ Türkiye’de sahip olduğu niteliklerin yurt dışında bir hükmü olmadığını görüp hayal kırıklığına uğradı. Türkiye’den getirilen „gelin“ kızların durumu da çok farklı değildi. Bunlar da yabancı bir ülkeye gelin giderek mental olarak yabancı bir çevreye girdiler. Burada sosyal çevreye uyum sağlamakta zorlananlar, eşleriyle duygusal bağ kuramadılar, mental çatışmalar yaşadılar.

Hele gidilen ülkenin dilini bilmiyorsa, kendini geliştirecek sosyal ortamlardan uzaksa, gelin gittiği eve hapsoluyor, evde adeta yardımcı işçi gibi kullanılmaya başlanıyordu. Zaman içinde eşlerin birbirlerine duyduğu saygı ve sevgi, üçüncü şahısların da etkisiyle iyiden iyiye zayıflıyor, aile içi şiddet kapalı kapılar ardından eş dost sohbetlerine, yabancı polise yansımaya başlıyordu.

Tarafların aile bütünlüğü içinde eşlerini yüceltmesi, üçüncü şahıslar nezdinde küçük düşürmemesi; birbirlerini itibarsızlaştırmaması gerekir; zamanlı zamansız yapılan karşılıklı ithamlar ve mental çatışmalar aile birliğine zarar verir. Hayat dizilerdeki gibi toz pembe olmasa da entrikalarla da dolu değildir. Orta yolu bulmaya çalışmak, gereksiz üzüntülere, sıkıntılara mahal vermeden makul bir çözüm üretmek için tarafların karşılıklı çaba göstermesi gerekir. Mutluluğun önüne engel koymak veya mevcut engelleri kaldırmak üçüncü şahısların işi değil; bizzat aile birliği içinde eşlerin karşılıklı çabalarıyla, dayanışmaları ve zorluklara birlikte göğüs germeleri ile mümkün olur.

Karşılıklı olarak, daha iyi yaşam koşulları sağlamak düşüncesi ile başlayan evliliklerde, taraflardan biri mevcut şartlardan daha iyi yaşam koşulu bulduğunda ötekini terk eder. Bu ayrılıklar, Türkiye’den gidenin veya yurt dışında yetişenin iyi veya kötü olmasından değil, tarafların sahip olduğu dünya görüşü ve değer yargılarının farklılığından, hayattaki maddi beklentilerinin örtüşmemesinden kaynaklanır. Burada geçerli kural basit; paran veya gücün varsa tercih edilirsin. Erkek veya kadın olsun, taraflar evlilik kararını verirken, karşı tarafın fiziksel özelliklerini, maddi durumlarını öncelerse, zaman içinde daha iyi ve daha çekici biriyle karşılaşırsa ona ve onun yaşam tarzına meyleder; yeni ortamda yeni heyecanlar ve kim bilir belki de huzur arar.

Eşler arasında kördüğüm halini alan ikili ilişkiler bir düzene oturtulamazsa, aile içi huzursuzluk tarafları gölge gibi takip eder. Bu durumda evlenmek kadar ayrılık da hayatın gerçeği olur. Taraflar bir süre bedenlerini memnun ederken, ruhlarının ızdırabının içlerini kemirmeye başladığını fark eder; bunun sonunda ifade edilemeyen, çözüme kavuşturulamayan sorunlar psikolojik, psikosomatik rahatsızlıklar şeklinde kendini gösterir. Eşlerden biri tam mutlu olacağına inandığı, peşinden koştuğu hayalleri yakaladığını düşünürken, diğeri artık hayallerini, beklentilerini karşılamayan evlilikten bir an önce kurtulmanın yollarını arar. Artık çözüme kavuşmayan yaşanmışlıklar, kişinin gölgesiyle ilişkisi misalinde olduğu gibi, ömür boyu peşini bırakmaz.

Mutsuz evliliklerin daha başında yanlış bir anlayış, ham bir hayal üzerine kurulduğu maddi beklentilerin karşılanamadığı zaman, ayan beyan ortaya çıkar. Gençler mutlu bir yuva kurmak isterken bir kalpsizin tuzağına yem olduğunu görür. Tom Robbins’in dediği „… yalnızlığı geçene kadar sizinle olan, sonrasında kendi yoluna bakan insan tipine“ bulaşmaya değmez. Gençleri yurt dışından zengin (?) biriyle değil de gönül dünyasından, onların gönlünün beğendiği biri ile evlendirmenin aile içi huzur için daha önemli olduğu unutulmamalıdır.

Cennet hayal edip cehenneme çevirdiğimiz hayatı; aklı başka yerde, kalbi başka yerde biriyle, arafta, iki arada tüketmeye, acı çekmeye değmez. Cemil Meriç’in deyişiyle „Fazladan izahat, lisanen kabahattir.“

Not:
Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi'nin Ekim 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Gazeteye http://avrupa.at/3d-flip-book/Oktober2023/ adresinden erişilebilir. 

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...