İnsanlar çok uluslu ve çok
kültürlü bir toplum yapısına ne kadar direnirse dirensin M.Ö 535-475 yılları
arasında Efes'de yaşamış olan filozof Herakleitos dediği gibi, “Değişmeyen şey
değişimin kendisidir. Zaman insanları, toplumların yapısını da değiştiriyor;
her yeni durumun mevcut yapıya uyumundan söz ediliyor.
Bu süreç zaman zaman siyasal
tartışmalara neden olan uç görüşlerin ortaya atılmasının da önüne geçemiyor. Ev
sahibi “misafirlerin” baskın kültüre, yahut yönlendirici kültürün günlük yaşam
standartlarına uymasını, yaşantı olarak da toplumsal olarak dönüşmesini
beklerken, şehrin banliyölerine hapsolmuş insanlar kendini değiştirmek yerine,
geçmişe duyduğu özlemle geldiği yeri dönüştürmeye çalışıyor. Bu da zaman zaman
çatışmalarını kaçınılmaz hale getirebiliyor.
Kendisi değişmeyip, çevreyi dönüştürmeye
uğraşanların bu tutumunun altında yatan neden ise yeniliğe karşı duyulan korkudur.
Bu korkunun iki boyutu vardır. Korkulardan ilki farklı olana duyulan tepki,
ikincisi de değişime gösterilen dirençtir. Farklı olan, öteki olarak görülen,
korkunun kaynağıdır; değişime gösterilen dirençtir. Değişim ise antropolojik
açıdan bakıldığında kültürleme sürecidir. Kültürleme sürecinde öteki kültürün
ögelerini benimseme ve beğenilen yönlerini kendi yaşam biçimine uygulama
istikrarsızlık, bozulma, hatta kültürel beka sorunu olarak görülebilmektedir. Bu
endişeler bireyi kendi varlığını sürdürebilmek için içine kapatır; kabuğuna çekilmesine
neden olur. Bu durumdaki birey de kendini korumaya aldığını düşünür. Bunun
dışındaki davranış şeklinin varlığını tehdit ettiğine inanır. Yani bu davranış
modelleri bireyin ya da azınlık toplumların hayatta kalma güdüsünün dışa vurumu
olarak da değerlendirilebilir. Kültürleme sürecinin sonu, eğer bilinçli bir
strateji uygulanmazsa, baskın kültürün içinde erimeye kadar gidebilir.
Kültürleme sürecinde, birey kendi
varlığının yanı sıra ötekinin varlığını da kabul eder, benimser ya da
benimsemez, ama saygı gösterirse uyumdan söz edilmeye başlanır. Uyum ile vurgulanmak
istenen bireyin kendine ait değerlerden vaz geçmesi değil; şehirlileşmesi,
farklı olanla bir arada yaşaması ve kendini yeni şartlara göre eğitmesi;
davranışlarını olumlu yönde değiştirmesi; öğrendiği yeni bilgileri aklının ve
vicdanın süzgecinden geçirerek benimsemesi ve yaşam biçimine dönüştürmesidir. Dil
öğrenmek, eğitim almak, komşuluk ilişkilerini tesis etmek gibi örnekler
verilebilir.
Taşra kültürünün taşıyıcıları
için kendini değiştirmek zordur; hatta sonun başlangıcıdır; tehdit unsurudur. Onun
sorunu kendi alışkanlıklarını sürdürmektir. Bunun için de yaşadığı çevreyi
kendine ait kapalı bir alana dönüştürür. Bu içe dönüş bireysel olabileceği gibi
particilik, ideolojik, tarikatçılık, cemaatçilik, mezhepçilik, dincilik,
sınıfçılık vd. üzerinden de yapılabilir. Bu kapalı alan duyguları bir süre
sonra ırkçılığa dayalı hamaset ve farklı olana karşı nefret söylemi ile
beslenirse tehlikeli boyutlara ulaşabilir; ırkçılıktan arınma, bedensel ve
zihinsel kirlerden arınmadan daha tercih edilebilir olanıdır.
Farklılıkları bir arada uyum
içinde yaşatmak şehri yönetenlerin önemli bir sınav alanıdır. Kent kültürünü
oluşturan insanlar farklılıklara tahammül ettikleri, saygı gösterdikleri ve
saygı gördükleri ölçüde gelişir. Kamusal alanda birbirinin farklılıklarına
saygı duyan insanlardır şehirleri yaşanılır kılan. Şehirleri yaşanılır kılmak
için risk alan, emek veren insanlara, toplum liderlerine gereksinim vardır.
Daha da önemlisi bütün bunları yapacak insanların sağduyusu, ortak aklıdır
önemli olan. Bu açıdan bakıldığında, uyum; dışarıdan, belli bir kesimin
yönlendirmesi, talep etmesi ve şehir hayatını belli kalıplara uydurmaya
çalışması ile değil, içten gelen bir arzu ile sağlanır.
Ortak hayatın, şehir kimliğinin
ve ortak aklın oluşturulması için her bir vatandaşın şehir gönüllüsü, iletişim
elçisi ve şehir yöneticilerinin danışmanı olması beklenir. Sorumluluk, liyakat
sahibi olan insanlardan “ortak şehir aklı” oluşturmak için toplum gönüllüleri oluşturulmalıdır.
Bu grup siyasi, ideolojik, dini, etnik ve sınıfsal duvarları kaldırmak üzere gerektiğinde
risk alabilen bireylerden oluşmalıdır.
Bir şehirde yaşayanların ortak
sorumluluklarından biri de sormak ve sorgulamaktır. Yaşadığı çevrenin
sorunlarını görmezden gelmek, duyarsız davranmak, yaşanılan şehre ihanet etmek
değil; taşralı kayıtsızlığıdır. Hemşehrilere ve kendine saygısızlıktır.
Taşralılıktan kurtulamayan, zihinsel dönüşümünü gerçekleştiremeyen biri şehir
hayatını benimseyemez. Şehirli olabilmenin ilk şartı, şehirli gibi
davranmaktır. Şehirli gibi davranmanın birinci şartı da yaşanan şehri
“benimsemek” olmalıdır. Şehirli ortak duyguda paydaştır. Taşralının “kamusal
alan” duygusu zayıftır; bu nedenle gördüğü alanı sahiplenir. Şehrin en güzel
parkında kendi zevki için mangal yakarken, etrafa verdiği rahatsızlığı fark
etmez; çöpünü, yediği içtiği yerde bırakmak, sigara izmaritini sokağa atmak, ortak
kamusal alan bilincinin gelişmemesindendir.
Şehirli biri sokak mobilyasına
zarar veren vandalları görünce engel olur; şehri benimsemeyen de ortaya çıkan
görsel kirliliğe ve ekonomik kayba göz yumar, gördüğüne kayıtsız kalır.
Şems-i Tebrizi ile bitirelim; “Hakk’ın karşına çıkardığı
değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle
beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme.
Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”
---
Not: Bu
yazı Europa-Journal / Haber Avrupa Ocak 2020 sayısı için hazırlanmış
olup, http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/januar2020/cakir012020.jpg adresinden
erişime açıktır.