Her seferinde “Artık bu son” diye
yazmaya başlıyorum. Bazen nedenini kendime bile açıklamakta zorlandığım, zihnimde
birbiriyle çarpışarak yeni biçimler oluşturan, sıra dışı düşüncelere evrilen tarifi
imkânsız duygularla boğuşuyorum. Bir yanım al başını, uzak yerlere git derken
öbür yanım otur oturduğun yerde diyor. Yaşadığım bu karmaşık duygular,
olasılıklar içinde kurulmuş bir âlemde yan yana düşenlerin birbirleri
üzerindeki etkileriyle yeniden şekilleniyor; kendine sonsuz evrende yol bulup
akıp gidiyor; serencama (yani yaşanan bir günün öyküsüne) dönüşüyor.
Her yeni güne bir merhaba diyecek
kadar bile tanımadığımız insanların yanında, yakınında olmaya, hayatlarına
dokunmaya çalışarak başlıyor; günün akşamında da veda ediyoruz. Ödünç aldığımız
gök kubbenin altında, Ludwig Wittgenstein’ın “Benim dilim, benim dünyamın
sınırlarıdır” sözünü tekrar tekrar deneyimliyoruz. Bildiğimiz dilin sınırları içinde
anlatmaya çalıştıklarımızı, muhataplarımızın dil dünyasının sınırlarına
sığdırmak her zaman kolay olmuyor. Bazen muhataplarımıza azı anlatıyoruz, anlamıyor;
çoğu anlatıyoruz, anlamıyor. O an şair Paul
Verlaine’in “İşte hayat! Aç gözünü gör; bak ne kadar sade. Her gün sâkin
gürültüdür” sözleri aklımıza geliyor. “Ey sen ki durmadan ağlarsın, döversin
dizini; gel söyle bakalım ne yaptın? N'ettin gençliğini?” sorularına karşılık, dernekte
- dergâhta vatandaşlarımızın haliyle hemhal olup, deyim yerindeyse “her günü
yeniden kuruyor; her güne taze bir başlangıç” yapıyor, milletimize şükran ve
minnet borcumuzu ödemeye çalışıyoruz. Honoré de Balzac’ın deyişiyle “kara bir
dikeni yutarken, onun içini parçalayıp geçtiği sırada dahi hiç ses çıkarmadan”
sabrederek; bildiklerimizi paylaşıyor, öğrendiklerimizi anlatmaya gayret
ediyoruz.
Bu süreçte eğitime bir ömür
vakfetmiş olanları görmezden gelenlere, sıradanlaştırmaya, ötekileştirmeye, bazen
de itibarsızlaştırmaya yeltenenlere inat; bilineni bilmezden, görüleni
görmezden geliyor, “tecahülü arif” yapıyor; bizimle aynı gönül dilini konuşan
insanlarla hemhal olmaya çalışıyor; bölündükçe bölünmeyi marifet sayanları bir
olmaya, iri olmaya, diri olmaya davet ediyoruz.
Herkesin her şeyi bildiğini sandığı,
ama tam olarak neyi bildiğini bilmediği bu çağda, pirinç tanelerinin içindeki
beyaz taşları sabırla ayıklamaya, doğru bildiklerimizi ısrarla söylemeye
çalışıyor; toplumumuzu içinde bulunduğu gaflet uykusundan eğitim, eğitim
diyerek uyandırmaya; devenin çöl dikenini yerken aldığı karşı konmaz hazzın ve
lezzetin aslında dikenden değil, kendi kanındaki tuzdan kaynaklandığını ve bu tehlikeli
sürecin sonunun yok olmaya varacağını anlatmaya çalışıyoruz.
Bu arada “Okumuş, profesör olmuş
da ne olmuş?” diye söylenenlere cevap vermek yerine, Mevlana’nın “Bir lafa
bakarım laf mı diye; bir de söyleyene bakarım adam mı diye” özdeyişini
hatırlıyor; böylesine anlamlı sözleri söyleten yüce kuvvetin adaletini diliyor;
ilk günkü heyecanımızı kaybetmemeye bakıyoruz.
Duyguların gergin, ruh halinin gelgitlerinin
elverdiği ölçüde vatandaşların her birinin diğerinden daha özgün olan göç hikâyelerini
dinlemeye, dertlerini çözmeye, önerilerini anlamaya, kavramaya, çözüm üretmeye çalışıyoruz.
Anlatılanların kimi zaman öznesi olmaktan gocunmadan, bazen bir ressamın
günlerce emek vererek yaptığı muhteşem tablosuna bakarken duyduğu hissiyatına
ortak oluyor; bazen de o ressamın sıradan bir çalışmanın karşısında duyduğu tatminsizliği
yaşıyoruz.
Kimi zaman konuştuğumuz çocuklara
"Ebeveyninin kendine hayrı yok" diyememenin yürek yangınını; kimi
zaman da gördüğümüz manzara karşısında "Olay başka türlü yaşansa da sonuç değişmeyecekti; çünkü sorunun kaynağı sizsiniz" diyememenin
sabrını yaşıyoruz. Toplumun karşı karşıya bulunduğu durumun, yaşadığı
sorunların önemli bir kısmının ne farklı kültürler içindeki ötekileştirilmelerden,
ne yabancı düşmanlığından, ne de günlük siyasetin yansımalarından kaynaklandığını
görüyoruz. Sorun aslında dünyayı tersine döndürmeye çalışırken hayatları alt
üst eden; yeterince sözcük, anlam ve kavrama sahip olamayan kısır döngüye
bağlanmış gündelik hayatlarımızdan, hayatı algılama ve yaşama tarzlarımızdan
kaynaklanıyor.
Çocuklara, gençlere; "Başarı,
onu arzulayan ve ona hazır olana gelir. Başarı, aşk gibidir. Dışarı çıkman,
onun peşinden koşman gerekir!" desek de tanık olduğumuz birçok başarı
öyküsünde de başarısızlıklarda da bu kısır döngüyü, yaman çelişkiyi görüyoruz.
Hayatında ders kitabı dâhil
hiçbir basılı yayını başından sonuna kadar okumamışlar toplum içinde âlim
kesiliyor. Veli toplantısına gitmek bir yana, çocuğunun hangi okula, kaçıncı
sınıfa gittiğinden habersiz olanlar, iş eğitime gelince öğretmenden daha iyi
öğretmen oluyor. Bu aileler öğretmenin verdiği ödevi ve sorumluluğu yerine getirmeyip
laf olsun diye okula gidip gelen; çoklu iletişim imkânlarının sağladığı
fırsatlarla zihinleri bulanmış; sorumlulukları hatırlatıldığında “bir daha
derse gelmeyeceği” tehdidini savurabilen ve hayatın gerekleriyle gerçeklerinden
uzak, şımarık ve saygısız bir kuşak yetiştirdiğinin farkında bile değil. Çocuklarına
evde, aile ortamında “paşa” muamelesi yapıyor; bunların dümen suyundan çıkamıyor;
okulda gerçeklerle yüzleştikleri zaman da çocuklarının “ayrımcılığa” uğradığını
öne sürüyorlar. Bu iddia ile birlikte, eğitimin gerektirdiği temel bilgilere,
yaşam becerilerine ve çağın gerektirdiği teknolojik donanıma sahip yurttaş
yetiştirme idealinden sapıyor; temel meslek eğitimi dahi almadan hayata atılan
niteliksiz, eğitimsiz insan grubu yetiştiriyoruz. Elbette konunun farklı
boyutlarını ve istisnalarını ve her birimizin göğsünü kabartan başarı
öykülerini saklı tutuyoruz. Bununla birlikte, içimizi acıtsa bile, gerçeklerin
söylenilmesinde yarar görüyoruz.
Dünyanın neresine giderseniz
gidin, çalışmayan tembellere methiye düzülmez; “tembelliğe” övgü ortaçağ
masallarında olur! Başarı öyküleri anlatılırken, başarılı olanların çalışma
biçimleri ile başarıya ulaşırken ödedikleri bedeller de anlatılır. İnsanlar
hayatları boyunca bir şeyler başarmak, belli amaçlarını gerçekleştirmek için
çalışır. Körü körüne çalışmak da başarılı olmak için yeterli değildir. Çalışmanın
arka planında hedef koymak; bu hedefe ulaşmak için azmetmek, sabretmek,
direnmek, zaman harcamak, fedakârlık yapmak, hedefe sadık kalmak gibi ilkeler
bulunur. Bunlar eksikse, başarıdan söz etmek de mümkün olmaz. Toplum olarak çocuk
ve gençlerimize anlatmakta yetersiz kaldığımız hususlardan bir kısmı da bu
gerçeklerdir. Uçurumdan aşağı düşmeden önce atılan son bir adım, derin sulara
dalmadan önce alınan derin nefes gibi yaşadığımız gerçekler ile yüzleşmek
zorundayız.
Biz çocuklarınıza Almanca öğretin;
Türkçeyi unutturmayın dedikçe; eğitim, dilimiz, kültürümüz gibi konuların
önemini bıkıp usanmadan, heyecanla anlatırken, alacağı arabayla ona buna nasıl
hava atacağının düşünü kuran, aybaşında bankaya yatacak üç kuruşun hesabını yapan
kimi veliler, kendilerine kendi gelecekleriyle ilgili bilgi verenleri “Bir
kuştur şu dalda öten; o da kendi Türküsünü söyler” misali yarım kulak dinliyor.
Ardından şevkle söz isteyip, “Hemşerim, nerelisin?” veya üç dört senedir önünden
bile geçmediği “Şu başkonsolosluk binası…” muhabbetine dönüştürüyorsa, bize ancak sabır ve metanetimizi muhafaza ederek
“Ya Sabır!” çekmek, yeniden ve ısrarla eğitimin insanın hayatında ne gibi
değişiklikler yapabileceğini anlatmak, merhum Mehmet Akif Ersoy’un
ifadesiyle, “Ben bu yoldan dönersem
yazık bana, vahlar bana” demek düşüyor.
Bu yazıda, aslında kendi
durumumuzu, yaşadığımız bazen gerçek bazen sıra dışı hikâyelerin içindeki serencamımızı
çarpıcı bir üslupla anlatmaya çalıştık. Romalı şair Horatius günümüzden iki bin
sene önce yazdığı Taşlamalar adlı kitabında şöyle der: "Ne gülüyorsun?
Anlatılan senin hikâyendir." (Quid rides? de te fabula narratur) Ben de
siz okuyuculara soruyorum: Siz de hala gülüyor musunuz? Gülmeye devam edin;
olsun deminiz, olmasın gamınız; hayra dönsün serencamınız.
----------------
Bu yazının teknik redaksiyon yapılmamış versiyonu Haber Avrupa Journal-adlı gazetenin Haziran 2019 sayısında yayımlanmıştır. http://www.europa-journal.net/?fbclid=IwAR3gVWfcfC3weEkCMk2J-wpayKBFFI79joHgDuqb9PY8HGmo3im5UNG3Rbs (27 Temmuz 2019).