27 Temmuz 2019 Cumartesi

Bir günün hikâyesi


Her seferinde “Artık bu son” diye yazmaya başlıyorum. Bazen nedenini kendime bile açıklamakta zorlandığım, zihnimde birbiriyle çarpışarak yeni biçimler oluşturan, sıra dışı düşüncelere evrilen tarifi imkânsız duygularla boğuşuyorum. Bir yanım al başını, uzak yerlere git derken öbür yanım otur oturduğun yerde diyor. Yaşadığım bu karmaşık duygular, olasılıklar içinde kurulmuş bir âlemde yan yana düşenlerin birbirleri üzerindeki etkileriyle yeniden şekilleniyor; kendine sonsuz evrende yol bulup akıp gidiyor; serencama (yani yaşanan bir günün öyküsüne) dönüşüyor.

Her yeni güne bir merhaba diyecek kadar bile tanımadığımız insanların yanında, yakınında olmaya, hayatlarına dokunmaya çalışarak başlıyor; günün akşamında da veda ediyoruz. Ödünç aldığımız gök kubbenin altında, Ludwig Wittgenstein’ın “Benim dilim, benim dünyamın sınırlarıdır” sözünü tekrar tekrar deneyimliyoruz. Bildiğimiz dilin sınırları içinde anlatmaya çalıştıklarımızı, muhataplarımızın dil dünyasının sınırlarına sığdırmak her zaman kolay olmuyor. Bazen muhataplarımıza azı anlatıyoruz, anlamıyor; çoğu anlatıyoruz, anlamıyor.  O an şair Paul Verlaine’in “İşte hayat! Aç gözünü gör; bak ne kadar sade. Her gün sâkin gürültüdür” sözleri aklımıza geliyor. “Ey sen ki durmadan ağlarsın, döversin dizini; gel söyle bakalım ne yaptın? N'ettin gençliğini?” sorularına karşılık, dernekte - dergâhta vatandaşlarımızın haliyle hemhal olup, deyim yerindeyse “her günü yeniden kuruyor; her güne taze bir başlangıç” yapıyor, milletimize şükran ve minnet borcumuzu ödemeye çalışıyoruz. Honoré de Balzac’ın deyişiyle “kara bir dikeni yutarken, onun içini parçalayıp geçtiği sırada dahi hiç ses çıkarmadan” sabrederek; bildiklerimizi paylaşıyor, öğrendiklerimizi anlatmaya gayret ediyoruz.

Bu süreçte eğitime bir ömür vakfetmiş olanları görmezden gelenlere, sıradanlaştırmaya, ötekileştirmeye, bazen de itibarsızlaştırmaya yeltenenlere inat; bilineni bilmezden, görüleni görmezden geliyor, “tecahülü arif” yapıyor; bizimle aynı gönül dilini konuşan insanlarla hemhal olmaya çalışıyor; bölündükçe bölünmeyi marifet sayanları bir olmaya, iri olmaya, diri olmaya davet ediyoruz.

Herkesin her şeyi bildiğini sandığı, ama tam olarak neyi bildiğini bilmediği bu çağda, pirinç tanelerinin içindeki beyaz taşları sabırla ayıklamaya, doğru bildiklerimizi ısrarla söylemeye çalışıyor; toplumumuzu içinde bulunduğu gaflet uykusundan eğitim, eğitim diyerek uyandırmaya; devenin çöl dikenini yerken aldığı karşı konmaz hazzın ve lezzetin aslında dikenden değil, kendi kanındaki tuzdan kaynaklandığını ve bu tehlikeli sürecin sonunun yok olmaya varacağını anlatmaya çalışıyoruz.
Bu arada “Okumuş, profesör olmuş da ne olmuş?” diye söylenenlere cevap vermek yerine, Mevlana’nın “Bir lafa bakarım laf mı diye; bir de söyleyene bakarım adam mı diye” özdeyişini hatırlıyor; böylesine anlamlı sözleri söyleten yüce kuvvetin adaletini diliyor; ilk günkü heyecanımızı kaybetmemeye bakıyoruz.

Duyguların gergin, ruh halinin gelgitlerinin elverdiği ölçüde vatandaşların her birinin diğerinden daha özgün olan göç hikâyelerini dinlemeye, dertlerini çözmeye, önerilerini anlamaya, kavramaya, çözüm üretmeye çalışıyoruz. Anlatılanların kimi zaman öznesi olmaktan gocunmadan, bazen bir ressamın günlerce emek vererek yaptığı muhteşem tablosuna bakarken duyduğu hissiyatına ortak oluyor; bazen de o ressamın sıradan bir çalışmanın karşısında duyduğu tatminsizliği yaşıyoruz.

Kimi zaman konuştuğumuz çocuklara "Ebeveyninin kendine hayrı yok" diyememenin yürek yangınını; kimi zaman da gördüğümüz manzara karşısında "Olay başka türlü yaşansa da sonuç değişmeyecekti;  çünkü sorunun kaynağı sizsiniz" diyememenin sabrını yaşıyoruz. Toplumun karşı karşıya bulunduğu durumun, yaşadığı sorunların önemli bir kısmının ne farklı kültürler içindeki ötekileştirilmelerden, ne yabancı düşmanlığından, ne de günlük siyasetin yansımalarından kaynaklandığını görüyoruz. Sorun aslında dünyayı tersine döndürmeye çalışırken hayatları alt üst eden; yeterince sözcük, anlam ve kavrama sahip olamayan kısır döngüye bağlanmış gündelik hayatlarımızdan, hayatı algılama ve yaşama tarzlarımızdan kaynaklanıyor.

Çocuklara, gençlere; "Başarı, onu arzulayan ve ona hazır olana gelir. Başarı, aşk gibidir. Dışarı çıkman, onun peşinden koşman gerekir!" desek de tanık olduğumuz birçok başarı öyküsünde de başarısızlıklarda da bu kısır döngüyü, yaman çelişkiyi görüyoruz.

Hayatında ders kitabı dâhil hiçbir basılı yayını başından sonuna kadar okumamışlar toplum içinde âlim kesiliyor. Veli toplantısına gitmek bir yana, çocuğunun hangi okula, kaçıncı sınıfa gittiğinden habersiz olanlar, iş eğitime gelince öğretmenden daha iyi öğretmen oluyor. Bu aileler öğretmenin verdiği ödevi ve sorumluluğu yerine getirmeyip laf olsun diye okula gidip gelen; çoklu iletişim imkânlarının sağladığı fırsatlarla zihinleri bulanmış; sorumlulukları hatırlatıldığında “bir daha derse gelmeyeceği” tehdidini savurabilen ve hayatın gerekleriyle gerçeklerinden uzak, şımarık ve saygısız bir kuşak yetiştirdiğinin farkında bile değil. Çocuklarına evde, aile ortamında “paşa” muamelesi yapıyor; bunların dümen suyundan çıkamıyor; okulda gerçeklerle yüzleştikleri zaman da çocuklarının “ayrımcılığa” uğradığını öne sürüyorlar. Bu iddia ile birlikte, eğitimin gerektirdiği temel bilgilere, yaşam becerilerine ve çağın gerektirdiği teknolojik donanıma sahip yurttaş yetiştirme idealinden sapıyor; temel meslek eğitimi dahi almadan hayata atılan niteliksiz, eğitimsiz insan grubu yetiştiriyoruz. Elbette konunun farklı boyutlarını ve istisnalarını ve her birimizin göğsünü kabartan başarı öykülerini saklı tutuyoruz. Bununla birlikte, içimizi acıtsa bile, gerçeklerin söylenilmesinde yarar görüyoruz.

Dünyanın neresine giderseniz gidin, çalışmayan tembellere methiye düzülmez; “tembelliğe” övgü ortaçağ masallarında olur! Başarı öyküleri anlatılırken, başarılı olanların çalışma biçimleri ile başarıya ulaşırken ödedikleri bedeller de anlatılır. İnsanlar hayatları boyunca bir şeyler başarmak, belli amaçlarını gerçekleştirmek için çalışır. Körü körüne çalışmak da başarılı olmak için yeterli değildir. Çalışmanın arka planında hedef koymak; bu hedefe ulaşmak için azmetmek, sabretmek, direnmek, zaman harcamak, fedakârlık yapmak, hedefe sadık kalmak gibi ilkeler bulunur. Bunlar eksikse, başarıdan söz etmek de mümkün olmaz. Toplum olarak çocuk ve gençlerimize anlatmakta yetersiz kaldığımız hususlardan bir kısmı da bu gerçeklerdir. Uçurumdan aşağı düşmeden önce atılan son bir adım, derin sulara dalmadan önce alınan derin nefes gibi yaşadığımız gerçekler ile yüzleşmek zorundayız.

Biz çocuklarınıza Almanca öğretin; Türkçeyi unutturmayın dedikçe; eğitim, dilimiz, kültürümüz gibi konuların önemini bıkıp usanmadan, heyecanla anlatırken, alacağı arabayla ona buna nasıl hava atacağının düşünü kuran, aybaşında bankaya yatacak üç kuruşun hesabını yapan kimi veliler, kendilerine kendi gelecekleriyle ilgili bilgi verenleri “Bir kuştur şu dalda öten; o da kendi Türküsünü söyler” misali yarım kulak dinliyor. Ardından şevkle söz isteyip, “Hemşerim, nerelisin?” veya üç dört senedir önünden bile geçmediği “Şu başkonsolosluk binası…” muhabbetine dönüştürüyorsa,  bize ancak sabır ve metanetimizi muhafaza ederek “Ya Sabır!” çekmek, yeniden ve ısrarla eğitimin insanın hayatında ne gibi değişiklikler yapabileceğini anlatmak, merhum Mehmet Akif Ersoy’un ifadesiyle,  “Ben bu yoldan dönersem yazık bana, vahlar bana” demek düşüyor.

Bu yazıda, aslında kendi durumumuzu, yaşadığımız bazen gerçek bazen sıra dışı hikâyelerin içindeki serencamımızı çarpıcı bir üslupla anlatmaya çalıştık. Romalı şair Horatius günümüzden iki bin sene önce yazdığı Taşlamalar adlı kitabında şöyle der: "Ne gülüyorsun? Anlatılan senin hikâyendir." (Quid rides? de te fabula narratur) Ben de siz okuyuculara soruyorum: Siz de hala gülüyor musunuz? Gülmeye devam edin; olsun deminiz, olmasın gamınız; hayra dönsün serencamınız.


----------------
Bu yazının teknik redaksiyon yapılmamış versiyonu Haber Avrupa Journal-adlı gazetenin Haziran 2019 sayısında yayımlanmıştır. http://www.europa-journal.net/?fbclid=IwAR3gVWfcfC3weEkCMk2J-wpayKBFFI79joHgDuqb9PY8HGmo3im5UNG3Rbs (27 Temmuz 2019).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...