23 Kasım 2021 Salı

Gerçeği aydınlatan ışık

Alman Akademik Değişim Servisi (DAAD) tarafından yayımlanan “Bilim Dünyaya Açılıyor 2021” başlıklı araştırma raporunda dikkat çekici verilere yer veriliyor. Bu yazımda söz konusu rapordan Türkiye ve Türkleri ilgilendiren bazı verileri özetleyerek yorumlamaya çalışacağım.

UNESCO’nun 2018 yılı verilerine göre dünyada 5,6 milyon öğrenci kendi ülkesi dışında öğrenim görüyor. Bu sayı geçtiğimiz yıl % 4 oranında artış gösterdi. Dolayısı ile yükseköğretim kurumları salgın döneminde de eğitim, öğretim ve araştırma faaliyetlerine devam ediyor.

DAAD yayımladığı raporda uluslararası kurumların verilerinden yola çıkıyor. UNESCO veya OECD tarafından daha önce benzer eğitim istatistiği yayımlanmadığından bahisle, bazı verilerini buraya dayandırıyor. Buna göre; öğrenci, öğretim elemanı hareketliliğindeki ilk 15 ülkeye bakıldığında ABD açık ara önde görünüyor. Bu ülkedeki üniversitelerde görevli 135.000 yabancı uyruklu araştırmacı bulunuyor. Bu ülkeyi 65.000 araştırmacı ile Birleşik Krallık, 48.000 ile Almanya, 29.000 ile İsviçre, 15.000 Fransa takip ediyor.

Üniversitelerin ve yükseköğrenimin uluslararasılaşması ile birlikte, öğrenciler sınırlar ötesinde öğrenim görmeyi adeta olmazsa olmaz olarak görüyorlar. Avrupa Birliği de oluşturduğu ortak yükseköğrenim alanıyla öğrenci hareketliliğini teşvik ediyor; öğrencilerin farklı üniversitelerden aldığı dersleri, kendi üniversitelerinde kredilendirerek, mezuniyet sonrası için önemli perspektiflerin oluşmasına yardımcı oluyor. Almanya 32 ülkede 55 merkezde 328 ayrı yükseköğretim programı ile uluslararasılaşmada önemli bir yere sahip. Üniversitelerde öğrenim gören yabancı uyruklu öğrenci sayısı 2005 yılında 26.000 civarındayken 2020 yılında yaklaşık 35.000’e çıkmış durumda. Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden ( Mısır, Ürdün, Umman, Türkiye) ve Asya ülkelerinden (Çin, Vietnam, Singapur, Kazakistan, Kırgızistan) gelen öğrenciler ağırlıkta görünüyor.  Pandemi döneminde yani, 2020 yılında sadece yaklaşık % 1 gibi bir gerileme yaşandı. Türkiye’den gelen ve Alman üniversitelerinde kayıtlı öğrenci sayısı 2018 yılı verilerine göre 125.138 olarak kaydedilmiştir.

Almanya Federal Cumhuriyeti Avrupa Ortak Yükseköğrenim Alanı içinde yer alıyor ve Bologna sürecine aktif katılımı olan bir AB ülkesi olarak dikkati çekiyor. 2019 yılında Türkiye’den Almanya’ya ERASMUS öğrenci değişimi çerçevesinde gelen öğrenci sayısı 3.062. Türkiye bu sayı ile Fransa, İspanya, İtalya’dan sonra dördüncü sırada yer alıyor. İstatistiklere bakıldığında Almanya’ya gelen on ülkenin öğrencileri içinde Türkler % 9,2’lik oranla dördüncü sırada görülüyor.

Alman İstatistik Dairesinin verilerine göre 2019/2020 eğitim öğretim yılında kısa süreliğine Almanya’ya gelen 20 ülkenin öğrencileri arasında Türkiye 1072 öğrenci ile 7. sırada görülüyor ve toplam öğrenci sayısı içindeki oranı % 4,3 civarında kaydedilmiş.

Türkiye’den Almanya’ya gelen ve bu ülkede uyum kurslarına katılan Türkiye kökenlilerin yaş ortalaması 33 ve bunların sayısı 738 kişi. Toplam on bir ülke içindeki orana bakıldığında ise Türkler % 8,6 oranla ikinci sırada yer almaktadır.

Almanya’da yükseköğrenim görmek üzere uni-assist üzerinden başvuruda bulan Türkiye kökenli üniversite adaylarının Almanca dil düzeylerine göre oranı; A1/A2 düzeyde %22, B1/B2 düzeyinde % 47, C1/C2 düzeyinde oranı % 31. Türkiye’den yapılan başvurulara bakıldığında Türkler 20 ülke arasında 8. sırada. Başvuruların % 87’si ilgili bölüme gönderilmiş, kalanlar iade edilmiş. 2019-2020 eğitim öğretim yılında Türkiye’den yapılan başvurularda  %-69,7 oranında bir gerileme söz konusu olmuş. Yapılan ankette, öğrenimini tamamlamak üzere olan öğrenci sayısı 8.401 kişi ve bu rakam toplam öğrenciler içinde % 2,8’lik bir oran oluşturuyor.

Toplam 20 ülkenin yer aldığı sıralamada ilk sırayı 41.353 (%12,9) ile Çin, ikinci sırayı 24.868 (%7.8) Hindistan, üçüncü sırayı 15.948 (%5) Suriye, dördüncü sırayı 12.020 (%3,8) ile Avusturya ve 10.507 (%3,3) öğrenci ile Rusya almaktadır. (Kaynak: https://www.wissenschaft-weltoffen.de/de/)

Son olarak şunu belirtelim ki her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan varmak arzu edilmekle beraber, yolun kabul edilebilir; mantıki ve özellikle bilimsel olması şarttır. Bilim; gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır.

Not:
Bu yazı Post Gazetesi Bavyera Kasım 2021 sayısında yayımlanmıştır. 
Mustafa Çakır (2021). Gerçeği Aydınlatan Işık. Post Aktüel Gazetesi Bavyera. s. 12.

21 Kasım 2021 Pazar

Bize düşen

 


Bu yazıyı bir Sonbahar günü akşamüzeri yazıyorum. Dışarıda adeta “kış gelmesin” diye direnen güneşin aydınlığı, Eylül ayının büyüleyici pastoral atmosferi hâkim. Az önce dünyada "kemanı ağlatan adam" olarak tanınan ünlü keman virtüözü Farid Farjad’ı dinliyor, onunla yapılmış bir söyleşiyi okuyordum. "Güzel insan aramak ile insandaki güzelliği aramak arasında derin bir fark var" demiş üstad. Durdum, doğruldum oturduğum yerden. “Haksız da sayılmaz” dedi içsesim. Sonra ilave etti “Pek azımız güzelliği arıyoruz”. “Neden ki?” diye itiraz edecek oldum. “Başka türlü güzeli elde edemeyeceğini kabullenmiş olan insanlar güzelliği aramaya meyleder. Evla olan hiçbir sebebe bağlı kalmadan güzelliği aramaktır.” dedi; düşündüm. Dünya hayatında onca koşuşturma, onca çatışma ne için, neyin uğruna?  

Yüzü güzeli mi arıyoruz, gönlü güzeli mi? Hayatım boyunca sevmek ile bilmeyi bir araya getiren uğraşılar çekici geldi. Okuryazar olmayı insanın yeryüzündeki serüvenini anlamlandıran bir çaba olarak gördüm.

Zaman geldi dünyanın sayılı almanaklarında adıma yer verildi. Avrupa üniversitelerinde gördüğüm özellik; iyi hoca kadar iyi öğrenci almak. Bu uygulama iyi bir üniversite olmanın ölçütlerinden biri. Bir yere iyi talebeler geliyorsa o üniversite iyidir. İyi bir ders, ileri araştırmalar iyi öğrencilerle iyi yapılır, hoca istediği kadar iyi olsun. Öğrenciler o kaliteye yaklaşmak için çaba sarf etmiyorsa, iyi bir ders yapılamaz. Hangi ders olursa olsun… Peki biz ne yapıyoruz?

Doğunun ilim çeşmesinden su içmiş, Batı biliminden de geri kalmamış insanlar var çevremizde. “İnsanın bilgide cimrilik yapmaması” gerektiği, “bildiğini öğretmenin, bilginin zekâtı.” olduğu inancıyla yetiştirildik. O zekatı hakkıyla ödemek için yola çıktık. “Öğrenmenin en iyi yolu öğretmektir.” diyerek, öğretirken zenginleştik. Tıpkı Mevlana’nın iki kişinin elmaları karşılıklı değiştirmesiyle elmaların sayıca artmadığını, ama insanların bildiklerini paylaşınca zenginleştiğini anlattığı hikâye gibi.

Her birimiz belli hedefler koymuş, o hedefe ulaşmak için dur durak bilmeden çabalıyoruz. Felsefe ve İslam bilimleri alanında engin birikimi olan bürokrat, tarihçi ve akademisyen İbrahim Kalın, adeta bu durumu dikkat çekiyor ve YouTube’daki bir söyleşisinde “Unvanlar arazdır, aslolan cevherdir yani insandır; insanın asıl kimliğini, birikimini, kendisini biraz perdeleyen, gölgeleyen şeyler gibi geliyor. Fikrin gücü, ikna kabiliyetindedir. Statü dayatırsanız, orada fikir tartışması ve zenginliği olmaz. Ben falancayım dediğinizde statü dayatıyorsunuz; fikir üretmiyorsunuz. Dolayısı ile unvanlar yabancılaştırıcı geliyor. Sizin fikrinizin ikna gücü varsa, o fikir benim için kıymetlidir.” diyor.

İnsanın içine düştüğü bu sarmaldan kurtulması okumaya, kendini geliştirmesine bağlıdır. Bir kitabı okumak, ilaç içmek gibidir. O ilacın vücudumuzun neresine gittiğini bilmesek de mutlaka boşlukları doldurur, bir yerimizi iyileştirir. İbrahim Hoca; "Boş vakitlerimde kitap okumayı seviyorum" sözünün kitaba saygısızlık olduğuna dikkat çekiyor. “Kitap öyle boş vakitte okunacak bir şey değildir. Kitap kendi zatında kıymetlidir. Boş vaktin doldurulması için araç hiç değildir; aksine vakte kıymet ve değer katar. Kitap okumak, yazmak işinizin, hayatınızın bir parçasıdır. Kimileri konuşurken iyi düşünür, kimileri yazarken; kimileri de ikisini birden yapar.” diyor.

Kötülüğe karşı aktif ama şiddetsiz direniş ve gerçek ile ilgili olan Satyagraha felsefesinin öncüsü olan Mahatma Gandi (1869-1948); "Kişi düşüncelerinin ürünüdür. Ne düşünürse o olur." diyor. İnsanın zihninin dünyası, bedeninin dünyasından daha zengindir. Zihnin hazları, bedenin hazlarından daha derinlikli ve daha kalıcıdır. Biriyle sohbet etmek, hayatı paylaşmak da önemlidir. Biriyle konuşurken bir fikri karşılıklı olarak değerlendirmek... Biriyle bir yerde bir konuda konuşmaya başlayıp çok alakasız bir yerde bitirmek. Bunlar sohbetin, hayatı paylaşmanın önemli kerteleri… Hele ki sohbet ehli biriyle konuşabilmek… Sohbet ehli olanlar da aklen, kalben, duygu olarak birbirine sahip çıkar. Sohbet bazen meçhule, bazen duygu dünyasına, bazen insanın insanı anlaması için çıkılan bir yolculuktur.

Bu yolculuklarda iyilerle karşılaşmak dileğimiz. Mustafa Balkan; Pusula Yazılarında şöyle diyor[1]: “Size, bize ve hepimize düşen görev; iyilerle ittifak kurmak, iyi insanlar arasına katılmak, iyilerle, samimilerle, şefkatlilerle, candan ve adaletli insanlarla, dürüstlerle, merhametlilerle, vatanseverlerle, milliyetperverlerle, müsamahakârlarla, vicdan sahipleriyle, hayırseverlerle, alçakgönüllülerle, affedicilerle bir olmak ve onlara bütün desteğimizi vermekle mükellef olduğumuzun şuur ve bilinciyle hareket etmektir.” Bunu yapabilmek için insana gören göz, işiten kulak, hakikatleri ifade edebilecek dil ve en önemlisi ülke ve millet sevdası ile dolu bir yürek lazım.

Umuyorum ki dünyayı iyiler ve iyilikler kurtaracak.

Not:
Bu yazı Post Bavyera Gatezesi Eylül sayısında yayımlanmıştır.

[1] Mustafa Balkan. Veyis Ersöz Hoca’yı İyi Bilirdik. Pusula Haber. https://www.pusulahaber.com.tr/ (28.08.2021).

Avrupa'ya göçün hikayesi

 

‘Her gün bir yerden göçmek ne iyi…

Her gün bir yere konmak ne güzel…

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş…

Dünle beraber gitti cancağızım,

Ne kadar güzel söz varsa düne ait.

Şimdi, yeni şeyler söylemek lazım…’’

 

Muhammed Celâleddîn-i Rumi (1207-1273)

 


Almanya ile Türkiye arasında işgücü anlaşması imzalanmasının üzerinden 60 sene geçti. Geriye bakınca, Almanya’ya geçimini temin etmek, istikbalini güvenceye almak için gelenlerin her biri belki yola çıkarken öngördükleri planları gerçekleşemeseler de ayrı bir başarı öyküsü yazmış. Tek tek ele alındığında geçmişin yaşanmışlıklarından çıkan öyküleri dinlerken insanın gözleri yaşarıyor; duygu seline kapılmaması, yüreklerinin ısınmaması mümkün değil.

„İnsanın yüreği heybesidir“ derler. Her bir vatandaşımızın Türkiye’den ayrılmasıyla ilgili ayrı bir hikayesi, gönül heybelerinde biriktirdiği sermayeleri vardır kuşkusuz. Her bir ayrılış, yeni bir başlangıç yapmak için gösterilen azmin ve kararlılığın göstergesidir. Kolay değildir, insanın dilini ve kültürünü bilmediği bir ülkeye gidip hayat mücadelesi vermesi… Gel gör ki hayat bir arayıştır, sürekli bir arayış. Ümit dünyasında hayallerine ulaşmak isteyen onca insan bazen hayal kırıklığına uğruyor; içindeki heyecan sönüyor. Hayat, tam bitti dediği anda Dünyanın cennet olmadığı gerçeği anlaşılıyor; cennet olsaydı vaat edilenin bir anlamının kalmayacağı için imtihan yeniden başlıyordu. Kader, hayır ve şerre olan inançla „kaderin gerçekleştiği anda, kaza vardır…“ deyip susuyordu.

Ünlü edebiyatçı Max Frisch uzun süre kaldığı İtalya’dan döndükten sonra izlenimlerini anlatıyordu.  Zürih Gazetesi’nin hafta sonu ekine verdiği bir demeçte, „Biz işçi istedik, fakat insanlar çıktı geldi“ derken, günlük hayatın içinde sıradan işgörenler olarak görülen „misafir“ işçilerin kendi ülkelerinde bambaşka bir hayat tarzına sahip olduklarının bilinciyle tam da „… çünkü insan gönlündekilerden ibarettir“ deyişine uygun olarak hislerini ortaya koyuyordu.

Bir kaynakta okumuş, not etmişim; „gelişmek için bazen bırakabilmek gerekir. İşlemeyen süreçleri değiştirebilmek, nostaljiyi korurken de ileri hareket edebilmek gerekir. İçinde bulunduğumuz duyguları farketmek ve vedalaşmak gerekir; bir kuş misali anıları göklere uçurabilmek gerekir. Eski anıları zaman zaman hayata tekrar akıtabilmek için bırakıp gidebilmek gerekir…“ diyordu yazar. "bir gün mutlaka zengin olarak" dönmek üzere gidiyorlardı.

Hikayenin kahramanları zengin olamadıysa da dönüşü olmayan bu göç öyküleri kim bilir kaç kişiye ekmek kapısı oldu, onların hikayelerini anlatanlar da geçimlerini bu öyküleri anlatarak para kazandı; kimi roman yazdı, kimi film çekti.

Onlar Türkiye’de seviyor; seviliyorlardı ve sevdiklerini, sevenlerini bırakıp geldiler. Geldikleri yerde insan olarak değil, işgücü olarak görüldüler. İşin en ağırını, en kirlisini yaparken bile yılmadılar, dik durdular. Bir sanatçının „Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık?“ çıkışına nispet „Bize Almanca kursu açtınız da gitmedik mi?“ demediler. Neden ayrıştınız, camileriniz, cem evleriniz neden bu kadar çok demeye yüzümüz tutmadı. Çünkü onları gönderenler „laik“ sistemden ödün vermemek için inançlarını görmezden geldi. Çocuklarının eğitim sorunlarına müdahalede geç kalındı…

Bugün ilk kuşak göçmen işçilerin her türlü yaşanmışlıklara dair anıları, verdikleri emekler, çektikleri sıkıntılar ve onlara hayat veren nice hikayeleri unutulmadı, unutulmayacak, unutturulmayacak. Ve burada yetişen yeni kuşak her ne kadar yeni dünya düzenine uyum sağlamış gibi görünse de Almanya’nın kalkınmasını, toplumsal ve sosyal gelişmesiyle birlikte büyüyüp „Avrupalı“ olsa da yürekleri Türkiye için atıyor. Onlarla ilgili doğru bilgi, doğru haber, hakkaniyetli yorum, sağlıklı analizler konusunda hata yapıldığını gözlüyorum. Türkleri anlama çabası göstermeden, peşin yargıda bulunmanın bilimsel de vicdani de olmadığını düşünüyorum. Onlar Türkiye’de „Alamancı“ Avrupa’da „Yabancı“ olmanın, arafta yaşamanın, Türk olmanın dayanılmaz ağırlığını hissediyor, bedelini ödüyorlar.

Bir zamanlar devletin vatandaşla ilişkisinin kopuk, mesafeli olduğundan söz edilirdi. Bugün bütün kurum ve kuruluşlarımızın yurt dışındaki vatandaşlarımıza daha yakın olmak, onların dertleri ile hemdert olmak adına ciddi bir çaba sarf ettiğini gözlüyorum. Bu çaba yer yer „vatandaş popülizmi“ veya „vatandaş oligarşisi“ gibi değerlendirilse veya yurt dışı temsilciliklerin üzerinde „vesayet aracı“ haline gelmiş diye şikayetlere konu edilse de devlet ile vatandaş arasındaki ilişkilerde son derece olumlu adımlar atıldığı inkar edilemez.

Yurt dışındaki vatandaşlara hizmet etmek amacıyla sahaya çıkan aktör sayısı her geçen gün artıyor. Her biri  adeta bir kelebek kadar heyecanlı, bir kuş kadar soluk soluğa, bir şeyler yapmanın tatlı heyecanını yaşıyor. Gecenin alaca karanlığında korkusuzca mehtaba çıkıp, kayan yıldızlara bakıp, olmayacak dilekler tutuyor, „amin“ diyorlar. Oysa kayan yıldız artık ölü yıldızdır ve bizim değildir. Her neyse…

Bütün bu çabalara rağmen, Alman tarafında olduğu gibi Türk tarafında da Avrupalı Türkler ile ilgili ciddi bir bilgi karmaşası yaşanıyor. Herkes, eğitimini alsın veya almasın kenidini Türkiye uzmanı, göç eksperi olarak tanıtıyor. Lakin her uzman körün fili dokunduğu yere göre tanımlamaya çalıştığı gibi, kendi pozisyonuna göre yorum yapıyor. Sorununu bütün açıklığı ile ortaya koyan sıradan vatandaş ile „Türkiye uzmanları“ ortak noktada buluşmakta zorlanıyor. Bir bakıyorsunuz, bir araştırmacının yirmi sene önce yazdığı bir rapor, bir başka araştırmacının yazısında güncel bir ifade gibi sunuluyor. Sorunların etrafından dolaşılıyor, çözüm için üzerine gidilmiyor; net olarak tanımlanan, ortaya koyulan, çözüm üretilen sorunların sayısı hala istendik düzeyin çok altında. Zahmet edip saha çalışması yapan uzman sayısı veya sorunların çözümüne odaklanan insan sayısı o kadar az ki… Sorunlar üzerinde çalışanlar, bir fikri olanlar yaşadıkları çevrenin kendilerine sağladığı imkanları kullanmak ve bu yolla içinde yaşadıkları toplumsal, sosyal ve ekonomik sorunların ortadan kaldırılmasına odaklanmak yerine, yönlerini Türkiye’ye dönmeyi tercih ediyorlar. İçlerindeki yanık sevda Türküsü Anadolu’yu dillendirirken „Nasıl sever yürek dediğin, varlığına şükrederken, yokluğuna ağıtlar yakarken, özlemek sessiz ve derinden“ diyen şair misali… Kadim Anadolu kültürü bize, taşıma su ile değirmenin dönmeyeceğini anlatır.

İşte tam da bu duygu yoğunluğu bağlamında sahadaki aktörlerin öznel yaklaşımları ve ekonomik kaygıları da işin içine girerse, sorunun tespiti veya hakikatin ne olduğunu anlamak imkansız hale geliyor. Bu da hakikat krizine, yahut hakikatin ne olduğunun anlaşılmasının önüne geçiyor ve sorunların kördüğüm olmasına neden oluyor.

Avrupa’daki Türkler hemen her gün kendilerini yeni tartışmaların içinde buluyor. Kitle iletişim araçlarının artması vatandaşların kökek kültürü ile bağlarının pekişmesine yardımcı oldu. Ülkelerin resmi politikaları ırkçı değil belki, ama vatandaşları arasındaki yabancı karşıtlığı, ırkçı tutumlar her geçen gün artmaya devam ediyor. Bu durum yeni yetişen gençlerin yönlerini ve yüzlerini daha bir istek ve şevkle Anadolu’ya çevirmelerine yol açıyor. Türkler uyum sorununu aşsa da „kabul edilme“ sorununu aşmakta ciddi bir engelle karşı karşıya kalıyorlar. Onların Türkiye’ye karşı duydukları aşk ve sevda, aidiyet tartışmalarına neden oluyor. Halbuki konu çok açık ve net: Doğuştan vatandaşlık verilen ve geleceğini doğduğu ve doyduğu topraklarda gören insanların vatandaşlık bağı ile bağlı olduğu yere sadakatini, sevgisini sorgulamaya çalışmak, abesle iştigal etmekten başka bir şey değil. Yükümlülüklerini yerine getirirken, yani vergisini verip kamu görevlerini yerine getirirken eşit olan insanın, haklarını kullanırken açık veya örtük şekilde sorgulanmasının, duygu dünyasını karıştırmanın alemi de anlamı da yok. Türkiye ile ilişkiler mi? Her gidiş bir ayrılık değildir. İnsan ne kadar uzağa giderse gitsin, yüreği; geldiği, anılarını biriktirdiği yerde kalırmış. İnsanın yüreğinin dokunduğu yer kendine aitmiş. Yurt edindiği yer artık yüreğine dokunuyorsa, Türkiye de güh gelir „şiirlerin, şarkıların içinde özlenen, anılarda yaşatılan“ bir ütopya ülkesi olur.

Onca sorun yetmezmiş gibi bir de siyasi çıkar gruplarının, dernekçilerin kendi aralarındaki hesaplaşmaları, günübirlik menfaatlerinin peşinde koşmaları vatandaşları daha da ayrıştırıyor ve karşı karşıya kalınan sorunlar daha karışık, daha karmaşık, adeta açıklanması da içinden çıkılması da zor ve imkansız bir hal alıyor; „ayazda kalmış yüreğimi hangi güneş ısıtır“ sorusunun cevabı sıcak, içten bir gülüşün tutsağı oluyor adeta... Zira hayatın gerçeği, „politize olmuş insanlar, kendi siyasi görüşünü desteklediğini düşündüğü her habere, bilgiye sorgusuz sualsiz inanıyorlar“.  Vatandaş da kulağına hoş gelen boş vaatlerin peşinden koşuşturmaya, ayrışmaya, ayrıştıkça zayıf düşmeye devam ediyor. Ne ilginçtir ki asılsız bilgi, doğru bilgiden daha hızlı yayılıyor, kabul görüyor. Böyle ortamlarda, yani kargaşada, kaosta yapılacak en doğru şeylerden biri, makul insanlara kulak vermek olmalı. Ama hangi makul insana? Makul insan[1]; „doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyen insandır. Karşısındakini anlamaya çalışan, bağırmayan, çözüm bulmaya uğraşan, her duyduğuna inanmayan, ötekine saygılı, siyaseti savaş, karşı görüştekileri düşman gibi görmeyen, göstermeyen“ insandır. Haberleri, duyduklarını çarpıtmaz, doğrulara yanlış karıştırmaz, fanatik değil, sağduyuludur.

Gün gelip devran döndüğünde, göçün tarihini yazmaya niyetlenenler, Türklerin bazen nefesleri kesen yorgunluklarını veya affı mümkün olmayan kırgınlıklarını da tarihe not düşerken  yaşanan zor zamanların tanıklığını yapan makul insanların söylediklerini esas alacaklar.

Avrupalı Türkler yalnızım dese inancına ters düşeceğini; mutsuzum dese şükrünün, mutluyum dese de yüreğinin incineceğini bilir. Her batan günün ardından yeni ve aydınlık bir yeni günün gelmesini sabır ve sükunetle kim bilir daha ne kadar bekler.


Not: 
Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Kasım 2021 sayısında yayımlanmıştır. Gazeteye http://europa-journal.net/avrupaya-goecuen-hikayesi/ adresinden erişilebilir. (21.11.2021)

[1] Kemal Öztürk. Kargaşada kulak vereceğiniz insanlar. Habertürk. 22.10.2021 tarihinde https://www.haberturk.com/yazarlar/kemal-ozturk/3229331-kargasada-kulak-vereceginiz-insanlar adresinden alındı.

Çürük Tahta Mıh Tutmaz

 


Geçenlerde bir arkadaşım “Bu kadar koşuşturuyorsun da hayatında kendin için ne yaptın?” diye sordu. Bir an duraksadım. Zihnimden bir sürü resim sinema filmi gibi akıp geçti. “Gençler ümitleriyle, ihtiyarlar anılarıyla yaşar” diyen Fransız atasözünü hatırladım, boğazım düğümlendi. Ne diyeceğimi bilemedim. Oysa ne çok genç ne de yaşlı sayılırım. Şairin dediği gibi “Dante gibi ortasındayız ömrün”. İnsanlar yaşadıkları süre onca anı biriktiriyor. Hayatlarına anlam katan veya kattığına inandıkları durumları belleğine not ederken, kimi yaşanmışlıklar da sabun köpüğü gibi uçup gidiyor. Bazı insanlar da Mevlana’nın deyişiyle vefasız oldukları için “yıkık köprü” gibi geçilmez, güvenilmez oluyor. Hayat her şeye rağmen yaşanmaya devam ediyor.

Hayatın akışı içinde yeni normale alışmaya çalışıyoruz. Öğrenciler iki sene aradan sonra yeniden okula döndü. Yurt dışında yaşayan öğrencilerimiz de her biri bir Türkçe âşığı olan öğretmenleri ile bir araya geldi. ‘Velilerimiz çocuklarını bir naz bin niyaz ile derse getirirken, artık daha bir istekli davranmaya başladı, çocukları için okul idarelerini zorlayıp, “Türkçe dersi açalım” diye dilekçeler yazıp, okul aile birliğinden kararlar çıkarttı’ desem de gerçek ne yazık ki öyle değil... Velilerimizin bir kısmı “Biz evde zaten Türkçe konuşuyoruz, çocuklarımız Almanca, İngilizce, Fransızca öğrensin” derken, bir kısmının da Türkçe ile uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor. Türkçe olsa da hoş olmasa da… Bir kısım veli ise “Neden Türkçe dersi açılmıyor?” diye mangalda kül bırakmıyor, oraya buraya laf yetiştirmeye bakıyor. Lakin çocuklarını derse gönderme konusunda er gayretsizler de bu gruptan çıkıyor. Bu durumdan şikâyet etmeye kalkan öğretmenlerimize, Fransız şair Louis Aragon’un “Mutlu aşk yoktur” şiirini hatırlatıyorum. Aslında her öğretmenin, her duyarlı velinin Türkiye’ye, Türkçeye sevdalı olduğunun farkındayım. Öğretmenlerimizi motive etmek için “Aşkın kanunu yeniden yazmak gerekiyor” diyorum. Ben de gayet iyi biliyorum ki Aragon bu sözü ile “hiçbir aşkın mutluluk getirmediğini, getiremeyeceğini” vurgulasa da şairlerin sözleri çoğu defa herkesin ufkuna ve derinliğine göre bir yorum, birden fazla anlam kazanabilir. O halde her bir öğretmen de kendine göre bir yöntem geliştirip, Türkçe ve Türk kültürü dersini cazip hale getirebilir. Yani aşkın kanunu yeniden yazar.

İnsanlar içinde bulundukları durumları, kendi yaşadıkları ana ve geçmişteki yaşanmışlıkların etkisine göre anlamlandırıyorlar. Dolayısı ile anadili, köken dili söz konusu olduğunda ders kaleydeskopik bir görünüme bürünüyor. Türk dilini ve kültürünü türlü zorluklara göğüs gererek kuşaktan kuşağa aktarmaya gayret eden öğretmenlerimiz, adeta “Zemheri ayında mor menekşe” yetiştirmeye çalışıyor. Aragon’a nazire yaparcasına “Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur” diyen İsviçreli Denis de Rougemont’un peşine takılıp, her biri yeni başarı hikâyesi yazıyor. Her bir öykünün yazarı kendisi olma, ideallerini gerçeğe dönüştürme pahasına bir bedel ödüyor. Az ya da çok, ama mutlaka bir bedel… Murathan Mungan’ın deyişi ile “Kimse bedelsiz kendi olmuyor” ve bu bedel çoğu defa ‘yalnızlık’ oluyor. İdealleri, hayalleri peşinde koşanlar, başkası mutlu olsun diye, kendi hayatlarını mutsuzluk ve yalnızlık üzerine kuruyorlar. Arkadaşımın sorusu da tam burada cevabını buluyor sanki... Yalnız kalma pahasına da olsa, birinin hayatına dokunmak, yaratanın izniyle yaratılanın duasında yer almak yetiyor belki… Kim bilir?

Burada Alman edebiyatının 12. yüzyıldan beri anlatılan en önemli romantik hikâyelerinden biri aklıma geliyor. Kernevek şovalyesi Tristan ile İrlandalı prenses İsolde arasında geçen aşk hikâyesini herkes bilir. Doğuda ise İsfahan şahının (padişahının) oğlu Ahmet Mirza’nın (Kerem), şahın hazinedarı Ermeni keşişin kızı Aslı'ya olan aşkı anlatılır. Bu iki hikâye arasında benzer motifler vardır. Sevenler sevdiğine ulaşamasa da sevdiği uğruna bedel öderler. Tıpkı Emeviler döneminde yaşanmış olduğu söylenen ve bilahare yazıya aktarılan Leyla ile Mecnun hikâyesi veya daha adı sanı duyulmamış nice âşıkların yaşadıkları gibi… Bunların hiçbiri hayal değil; aksine yaşanmış ve kuşaktan kuşağa aktarılmış gerçek öyküler. Her insanın bir derdi, davası olmalı. Derdi olanın gamı bitmese de davasına ulaşma çabası dilden dile anlatılıyor, ödünç alınan gök kubbenin altındaki misafirlik bitip vuslata ulaşıldığında, geriye hoş bir seda kalıyor, dilden dile, gönülden gönüle anlatılan...

Yurt sevgisi ile çarpan yürekler, millete hizmet aşkı ile kavrulan bedenler bir yandan yaşadıkları topluma liderlik ederken, bir yandan da gençleri geleceğe hazırlıyor, onların ilim irfan sahibi olmasına öncülük ediyorlar. Bu sırada kendileri için ne mi yapıyorlar? Etrafı yaydıkları ışıkla aydınlatıyorlar ya da bu yanılsama veya avuntu ile günlerine gün ekliyor, kendileri bir mum gibi erirken arkada bıraktıklarının hesabını yapmadan çok da ince eleyip sık dokumadan meçhule, yani geleceğe doğru yalnız ama mağrur bir şekilde yürüyorlar. Mum yandıkça erir, insan yandıkça olgunlaşırmış. Mum aydınlatmak için kendini yakarken, mum gibi aydınlatmaya çalışan da kendini yakıp eritirmiş. Ne gam? İnsanın yüreğinde taşıdığı ideallerin toplumda karşılıksız olmadığını görmesi de bir şeyler yaptığının işareti olmuyor mu?

Atalarımızın uzun denemelere dayanan yargılarını, tecrübelerini, bilgece düşünce ya da öğüt olarak ifade eden öykülere dönüştüğünü ve bunların Türkçe derslerinde genç beyinlere aktarıldığını hatırlıyorum. Yukarıda anlattığım gibi nice hikâyelerden az sözle çok meram anlatan, kalıplaşmış sözler üretilmiş ve kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelmiş. Bu özlü sözlere atasözü demişiz. Ataların sözleri de kültür aktarımında kelimelerin ötesinde bir anlam ve içeriğe sahip ki bunlar evde konuşulan Türkçe ile kıyaslanamaz; kendiliğinden öğrenilemez.

Yazının başlığında kullandığım “Çürük tahta mıh tutmaz” sözü de buna bir örnektir. Bu kısa cümlede “Gerçek niteliğini yitirmiş, aslı bozulmuş, eskimiş, işe yaramaz bir hâle gelmiş bulunan bir şeyi, ne kadar uğraşırsak uğraşalım faydalanabilecek bir duruma getiremeyiz” denecek durumlar anlatılıyor; “Şahsiyetini yitirmiş, soyluluğu kalmamış ve güvenilmez kimselerle bir işe girişilemez. Bu gibi kimselerle kurulacak ilişkilerin sonu hüsranla biter” diye nasihat edilmektedir. Yani eskilerin deyimi ile “muallakta münhal” aşkların sürdürülmesi mümkün değildir.

Bunların her biri Türkçenin anlatım zenginliğini ortaya koymaktadır. İnsanın insana, insanın milletine duyduğu aşk başka hayallerin peşinden gidilmesini engelliyor. İnsanın sevdiğine duyduğu aşk, Aragon’un deyimi ile ona güç verirken, fark ettirmeden özgürlüğünü de elinden almaktadır. Bu durum Enis Batur’un yorumuyla; aşığa “kendini kuşatan bütün engellerin içinden geçip sürekliliğini, daha doğrusu sessiz sürekliliğini kazandırmanın yolu” olarak karşımıza çıkıyor.

Gelin, Türkçemize, sevdiğimize sahip çıkalım. İçimizdeki aşkı yeşertip, kendimizi ifade etmeye çalışırken Türkçemizi ihmal etmeyelim. Dilimizin Avrupa’ya göç ile başlayıp beş kuşak sonra unutulmuş, özün gözünde ötekileşmiş arkaik bir öyküye dönüşmesinin önüne geçelim.

Yaşam, ölüm, bilgi, dostluk, insan, toplum, kültür, evren, zaman, düşünce, mutluluk gibi en temel durumlarda türlü türlü sorunların ana-kavramı sevgidir. Türkçenin, Türkçe öğrenmenin, öğretmenin akıllara durgunluk veren öneminin, belki de, en güzel gerekçesi budur.

Yoksa eskilerin deyimi ile “muallakta münhal” kalır, kökünden koparıldıktan sonra sararıp solan çiçeğe dönersiniz.

Not:

Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Ekim 2021 sayısında yayımlanmıştır. http://europa-journal.net/cueruek-tahta-mih-tutmaz/ (21.11.2021)

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...