‘‘Her gün bir yerden göçmek
ne iyi…
Her gün bir yere konmak ne
güzel…
Bulanmadan, donmadan akmak
ne hoş…
Dünle beraber gitti
cancağızım,
Ne kadar güzel söz varsa
düne ait.
Şimdi, yeni şeyler söylemek
lazım…’’
Muhammed Celâleddîn-i Rumi
(1207-1273)
Almanya ile Türkiye
arasında işgücü anlaşması imzalanmasının üzerinden 60 sene geçti. Geriye
bakınca, Almanya’ya geçimini temin etmek, istikbalini güvenceye almak için
gelenlerin her biri belki yola çıkarken öngördükleri planları gerçekleşemeseler
de ayrı bir başarı öyküsü yazmış. Tek tek ele alındığında geçmişin
yaşanmışlıklarından çıkan öyküleri dinlerken insanın gözleri yaşarıyor; duygu
seline kapılmaması, yüreklerinin ısınmaması mümkün değil.
„İnsanın yüreği
heybesidir“ derler. Her bir vatandaşımızın Türkiye’den ayrılmasıyla ilgili ayrı
bir hikayesi, gönül heybelerinde biriktirdiği sermayeleri vardır kuşkusuz. Her
bir ayrılış, yeni bir başlangıç yapmak için gösterilen azmin ve kararlılığın
göstergesidir. Kolay değildir, insanın dilini ve kültürünü bilmediği bir ülkeye
gidip hayat mücadelesi vermesi… Gel gör ki hayat bir arayıştır, sürekli bir
arayış. Ümit dünyasında hayallerine ulaşmak isteyen onca insan bazen hayal
kırıklığına uğruyor; içindeki heyecan sönüyor. Hayat, tam bitti dediği anda
Dünyanın cennet olmadığı gerçeği anlaşılıyor; cennet olsaydı vaat edilenin bir
anlamının kalmayacağı için imtihan yeniden başlıyordu. Kader, hayır ve şerre
olan inançla „kaderin gerçekleştiği anda, kaza vardır…“ deyip susuyordu.
Ünlü edebiyatçı Max
Frisch uzun süre kaldığı İtalya’dan döndükten sonra izlenimlerini anlatıyordu. Zürih Gazetesi’nin hafta sonu ekine verdiği bir
demeçte, „Biz işçi istedik, fakat insanlar çıktı geldi“ derken, günlük hayatın
içinde sıradan işgörenler olarak görülen „misafir“ işçilerin kendi ülkelerinde
bambaşka bir hayat tarzına sahip olduklarının bilinciyle tam da „… çünkü insan
gönlündekilerden ibarettir“ deyişine uygun olarak hislerini ortaya koyuyordu.
Bir kaynakta okumuş, not etmişim; „gelişmek için bazen bırakabilmek
gerekir. İşlemeyen süreçleri değiştirebilmek, nostaljiyi korurken de ileri
hareket edebilmek gerekir. İçinde bulunduğumuz duyguları farketmek ve
vedalaşmak gerekir; bir kuş misali anıları göklere uçurabilmek gerekir. Eski
anıları zaman zaman hayata tekrar akıtabilmek için bırakıp gidebilmek gerekir…“ diyordu yazar. "bir gün mutlaka zengin olarak" dönmek
üzere gidiyorlardı.
Hikayenin
kahramanları zengin olamadıysa da dönüşü olmayan bu göç öyküleri kim bilir kaç
kişiye ekmek kapısı oldu, onların hikayelerini anlatanlar da geçimlerini bu
öyküleri anlatarak para kazandı; kimi roman yazdı, kimi film çekti.
Onlar Türkiye’de
seviyor; seviliyorlardı ve sevdiklerini, sevenlerini bırakıp geldiler. Geldikleri
yerde insan olarak değil, işgücü olarak görüldüler. İşin en ağırını, en
kirlisini yaparken bile yılmadılar, dik durdular. Bir sanatçının „Urfa’da
Oxford vardı da biz mi okumadık?“ çıkışına nispet „Bize Almanca kursu açtınız
da gitmedik mi?“ demediler. Neden ayrıştınız, camileriniz, cem evleriniz neden
bu kadar çok demeye yüzümüz tutmadı. Çünkü onları gönderenler „laik“ sistemden
ödün vermemek için inançlarını görmezden geldi. Çocuklarının eğitim sorunlarına
müdahalede geç kalındı…
Bugün ilk kuşak
göçmen işçilerin her türlü yaşanmışlıklara dair anıları, verdikleri emekler, çektikleri
sıkıntılar ve onlara hayat veren nice hikayeleri unutulmadı, unutulmayacak,
unutturulmayacak. Ve burada yetişen yeni kuşak her ne kadar yeni dünya düzenine
uyum sağlamış gibi görünse de Almanya’nın kalkınmasını, toplumsal ve sosyal
gelişmesiyle birlikte büyüyüp „Avrupalı“ olsa da yürekleri Türkiye için atıyor.
Onlarla ilgili doğru bilgi, doğru haber, hakkaniyetli yorum, sağlıklı analizler
konusunda hata yapıldığını gözlüyorum. Türkleri anlama çabası göstermeden,
peşin yargıda bulunmanın bilimsel de vicdani de olmadığını düşünüyorum. Onlar
Türkiye’de „Alamancı“ Avrupa’da „Yabancı“ olmanın, arafta yaşamanın, Türk
olmanın dayanılmaz ağırlığını hissediyor, bedelini ödüyorlar.
Bir zamanlar devletin
vatandaşla ilişkisinin kopuk, mesafeli olduğundan söz edilirdi. Bugün bütün
kurum ve kuruluşlarımızın yurt dışındaki vatandaşlarımıza daha yakın olmak,
onların dertleri ile hemdert olmak adına ciddi bir çaba sarf ettiğini gözlüyorum.
Bu çaba yer yer „vatandaş popülizmi“ veya „vatandaş oligarşisi“ gibi
değerlendirilse veya yurt dışı temsilciliklerin üzerinde „vesayet aracı“ haline
gelmiş diye şikayetlere konu edilse de devlet ile vatandaş arasındaki ilişkilerde
son derece olumlu adımlar atıldığı inkar edilemez.
Yurt dışındaki
vatandaşlara hizmet etmek amacıyla sahaya çıkan aktör sayısı her geçen gün artıyor.
Her biri adeta bir kelebek kadar
heyecanlı, bir kuş kadar soluk soluğa, bir şeyler yapmanın tatlı heyecanını
yaşıyor. Gecenin alaca karanlığında korkusuzca mehtaba çıkıp, kayan yıldızlara
bakıp, olmayacak dilekler tutuyor, „amin“ diyorlar. Oysa kayan yıldız artık ölü
yıldızdır ve bizim değildir. Her neyse…
Bütün bu çabalara rağmen,
Alman tarafında olduğu gibi Türk tarafında da Avrupalı Türkler ile ilgili ciddi
bir bilgi karmaşası yaşanıyor. Herkes, eğitimini alsın veya almasın kenidini Türkiye
uzmanı, göç eksperi olarak tanıtıyor. Lakin her uzman körün fili dokunduğu yere
göre tanımlamaya çalıştığı gibi, kendi pozisyonuna göre yorum yapıyor. Sorununu
bütün açıklığı ile ortaya koyan sıradan vatandaş ile „Türkiye uzmanları“ ortak
noktada buluşmakta zorlanıyor. Bir bakıyorsunuz, bir araştırmacının yirmi sene
önce yazdığı bir rapor, bir başka araştırmacının yazısında güncel bir ifade
gibi sunuluyor. Sorunların etrafından dolaşılıyor, çözüm için üzerine
gidilmiyor; net olarak tanımlanan, ortaya koyulan, çözüm üretilen sorunların
sayısı hala istendik düzeyin çok altında. Zahmet edip saha çalışması yapan
uzman sayısı veya sorunların çözümüne odaklanan insan sayısı o kadar az ki…
Sorunlar üzerinde çalışanlar, bir fikri olanlar yaşadıkları çevrenin
kendilerine sağladığı imkanları kullanmak ve bu yolla içinde yaşadıkları
toplumsal, sosyal ve ekonomik sorunların ortadan kaldırılmasına odaklanmak yerine,
yönlerini Türkiye’ye dönmeyi tercih ediyorlar. İçlerindeki yanık sevda Türküsü
Anadolu’yu dillendirirken „Nasıl sever yürek dediğin, varlığına şükrederken,
yokluğuna ağıtlar yakarken, özlemek sessiz ve derinden“ diyen şair misali… Kadim
Anadolu kültürü bize, taşıma su ile değirmenin dönmeyeceğini anlatır.
İşte tam da bu
duygu yoğunluğu bağlamında sahadaki aktörlerin öznel yaklaşımları ve ekonomik
kaygıları da işin içine girerse, sorunun tespiti veya hakikatin ne olduğunu anlamak
imkansız hale geliyor. Bu da hakikat krizine, yahut hakikatin ne olduğunun
anlaşılmasının önüne geçiyor ve sorunların kördüğüm olmasına neden oluyor.
Avrupa’daki Türkler
hemen her gün kendilerini yeni tartışmaların içinde buluyor. Kitle iletişim
araçlarının artması vatandaşların kökek kültürü ile bağlarının pekişmesine
yardımcı oldu. Ülkelerin resmi politikaları ırkçı değil belki, ama vatandaşları
arasındaki yabancı karşıtlığı, ırkçı tutumlar her geçen gün artmaya devam
ediyor. Bu durum yeni yetişen gençlerin yönlerini ve yüzlerini daha bir istek
ve şevkle Anadolu’ya çevirmelerine yol açıyor. Türkler uyum sorununu aşsa da
„kabul edilme“ sorununu aşmakta ciddi bir engelle karşı karşıya kalıyorlar.
Onların Türkiye’ye karşı duydukları aşk ve sevda, aidiyet tartışmalarına neden oluyor.
Halbuki konu çok açık ve net: Doğuştan vatandaşlık verilen ve geleceğini
doğduğu ve doyduğu topraklarda gören insanların vatandaşlık bağı ile bağlı
olduğu yere sadakatini, sevgisini sorgulamaya çalışmak, abesle iştigal etmekten
başka bir şey değil. Yükümlülüklerini yerine getirirken, yani vergisini verip
kamu görevlerini yerine getirirken eşit olan insanın, haklarını kullanırken
açık veya örtük şekilde sorgulanmasının, duygu dünyasını karıştırmanın alemi de
anlamı da yok. Türkiye ile ilişkiler mi? Her gidiş bir ayrılık değildir. İnsan
ne kadar uzağa giderse gitsin, yüreği; geldiği, anılarını biriktirdiği yerde
kalırmış. İnsanın yüreğinin dokunduğu yer kendine aitmiş. Yurt edindiği yer
artık yüreğine dokunuyorsa, Türkiye de güh gelir „şiirlerin, şarkıların içinde
özlenen, anılarda yaşatılan“ bir ütopya ülkesi olur.
Onca sorun yetmezmiş gibi bir de siyasi çıkar gruplarının, dernekçilerin
kendi aralarındaki hesaplaşmaları, günübirlik menfaatlerinin peşinde koşmaları vatandaşları
daha da ayrıştırıyor ve karşı karşıya kalınan sorunlar daha karışık, daha karmaşık,
adeta açıklanması da içinden çıkılması da zor ve imkansız bir hal alıyor;
„ayazda kalmış yüreğimi hangi güneş ısıtır“ sorusunun cevabı sıcak, içten bir
gülüşün tutsağı oluyor adeta... Zira hayatın gerçeği, „politize
olmuş insanlar, kendi siyasi görüşünü desteklediğini düşündüğü her habere, bilgiye
sorgusuz sualsiz inanıyorlar“. Vatandaş da kulağına hoş gelen boş vaatlerin peşinden
koşuşturmaya, ayrışmaya, ayrıştıkça zayıf düşmeye devam ediyor. Ne
ilginçtir ki asılsız bilgi, doğru bilgiden daha hızlı yayılıyor, kabul görüyor.
Böyle ortamlarda, yani kargaşada, kaosta yapılacak en doğru şeylerden biri,
makul insanlara kulak vermek olmalı. Ama hangi makul insana? Makul insan;
„doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyen insandır. Karşısındakini anlamaya
çalışan, bağırmayan, çözüm bulmaya uğraşan, her duyduğuna inanmayan, ötekine
saygılı, siyaseti savaş, karşı görüştekileri düşman gibi görmeyen, göstermeyen“
insandır. Haberleri, duyduklarını çarpıtmaz, doğrulara yanlış karıştırmaz, fanatik
değil, sağduyuludur.
Gün gelip devran döndüğünde, göçün tarihini yazmaya niyetlenenler,
Türklerin bazen nefesleri kesen yorgunluklarını veya affı mümkün olmayan
kırgınlıklarını da tarihe not düşerken yaşanan zor zamanların tanıklığını yapan makul
insanların söylediklerini esas alacaklar.
Avrupalı Türkler yalnızım dese inancına ters düşeceğini; mutsuzum dese
şükrünün, mutluyum dese de yüreğinin incineceğini bilir. Her batan günün
ardından yeni ve aydınlık bir yeni günün gelmesini sabır ve sükunetle kim bilir
daha ne kadar bekler.
Not:
Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Kasım 2021 sayısında yayımlanmıştır. Gazeteye http://europa-journal.net/avrupaya-goecuen-hikayesi/ adresinden erişilebilir. (21.11.2021)