Geçenlerde bir arkadaşım “Bu kadar koşuşturuyorsun da hayatında kendin için ne yaptın?” diye sordu. Bir an duraksadım. Zihnimden bir sürü resim sinema filmi gibi akıp geçti. “Gençler ümitleriyle, ihtiyarlar anılarıyla yaşar” diyen Fransız atasözünü hatırladım, boğazım düğümlendi. Ne diyeceğimi bilemedim. Oysa ne çok genç ne de yaşlı sayılırım. Şairin dediği gibi “Dante gibi ortasındayız ömrün”. İnsanlar yaşadıkları süre onca anı biriktiriyor. Hayatlarına anlam katan veya kattığına inandıkları durumları belleğine not ederken, kimi yaşanmışlıklar da sabun köpüğü gibi uçup gidiyor. Bazı insanlar da Mevlana’nın deyişiyle vefasız oldukları için “yıkık köprü” gibi geçilmez, güvenilmez oluyor. Hayat her şeye rağmen yaşanmaya devam ediyor.
Hayatın akışı içinde yeni normale
alışmaya çalışıyoruz. Öğrenciler iki sene aradan sonra yeniden okula döndü.
Yurt dışında yaşayan öğrencilerimiz de her biri bir Türkçe âşığı olan
öğretmenleri ile bir araya geldi. ‘Velilerimiz çocuklarını bir naz bin niyaz
ile derse getirirken, artık daha bir istekli davranmaya başladı, çocukları için
okul idarelerini zorlayıp, “Türkçe dersi açalım” diye dilekçeler yazıp, okul
aile birliğinden kararlar çıkarttı’ desem de gerçek ne yazık ki öyle değil... Velilerimizin
bir kısmı “Biz evde zaten Türkçe konuşuyoruz, çocuklarımız Almanca, İngilizce,
Fransızca öğrensin” derken, bir kısmının da Türkçe ile uzaktan yakından ilgisi
bulunmuyor. Türkçe olsa da hoş olmasa da… Bir kısım veli ise “Neden Türkçe
dersi açılmıyor?” diye mangalda kül bırakmıyor, oraya buraya laf yetiştirmeye
bakıyor. Lakin çocuklarını derse gönderme konusunda er gayretsizler de bu
gruptan çıkıyor. Bu durumdan şikâyet etmeye kalkan öğretmenlerimize, Fransız
şair Louis Aragon’un “Mutlu aşk yoktur” şiirini hatırlatıyorum. Aslında her
öğretmenin, her duyarlı velinin Türkiye’ye, Türkçeye sevdalı olduğunun farkındayım.
Öğretmenlerimizi motive etmek için “Aşkın kanunu yeniden yazmak gerekiyor”
diyorum. Ben de gayet iyi biliyorum ki Aragon bu sözü ile “hiçbir aşkın
mutluluk getirmediğini, getiremeyeceğini” vurgulasa da şairlerin sözleri çoğu
defa herkesin ufkuna ve derinliğine göre bir yorum, birden fazla anlam kazanabilir.
O halde her bir öğretmen de kendine göre bir yöntem geliştirip, Türkçe ve Türk
kültürü dersini cazip hale getirebilir. Yani aşkın kanunu yeniden yazar.
İnsanlar içinde bulundukları
durumları, kendi yaşadıkları ana ve geçmişteki yaşanmışlıkların etkisine göre
anlamlandırıyorlar. Dolayısı ile anadili, köken dili söz konusu olduğunda ders
kaleydeskopik bir görünüme bürünüyor. Türk dilini ve kültürünü türlü zorluklara
göğüs gererek kuşaktan kuşağa aktarmaya gayret eden öğretmenlerimiz, adeta
“Zemheri ayında mor menekşe” yetiştirmeye çalışıyor. Aragon’a nazire
yaparcasına “Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur” diyen İsviçreli Denis de Rougemont’un
peşine takılıp, her biri yeni başarı hikâyesi yazıyor. Her bir öykünün yazarı kendisi
olma, ideallerini gerçeğe dönüştürme pahasına bir bedel ödüyor. Az ya da çok,
ama mutlaka bir bedel… Murathan Mungan’ın deyişi ile “Kimse bedelsiz kendi
olmuyor” ve bu bedel çoğu defa ‘yalnızlık’ oluyor. İdealleri, hayalleri peşinde
koşanlar, başkası mutlu olsun diye, kendi hayatlarını mutsuzluk ve yalnızlık
üzerine kuruyorlar. Arkadaşımın sorusu da tam burada cevabını buluyor sanki...
Yalnız kalma pahasına da olsa, birinin hayatına dokunmak, yaratanın izniyle
yaratılanın duasında yer almak yetiyor belki… Kim bilir?
Burada Alman edebiyatının 12.
yüzyıldan beri anlatılan en önemli romantik hikâyelerinden biri aklıma geliyor.
Kernevek şovalyesi Tristan ile İrlandalı prenses İsolde arasında geçen aşk
hikâyesini herkes bilir. Doğuda ise İsfahan şahının (padişahının) oğlu Ahmet
Mirza’nın (Kerem), şahın hazinedarı Ermeni keşişin kızı Aslı'ya olan aşkı anlatılır.
Bu iki hikâye arasında benzer motifler vardır. Sevenler sevdiğine ulaşamasa da
sevdiği uğruna bedel öderler. Tıpkı Emeviler döneminde yaşanmış olduğu söylenen
ve bilahare yazıya aktarılan Leyla ile Mecnun hikâyesi veya daha adı sanı
duyulmamış nice âşıkların yaşadıkları gibi… Bunların hiçbiri hayal değil; aksine
yaşanmış ve kuşaktan kuşağa aktarılmış gerçek öyküler. Her insanın bir derdi,
davası olmalı. Derdi olanın gamı bitmese de davasına ulaşma çabası dilden dile anlatılıyor,
ödünç alınan gök kubbenin altındaki misafirlik bitip vuslata ulaşıldığında,
geriye hoş bir seda kalıyor, dilden dile, gönülden gönüle anlatılan...
Yurt sevgisi ile çarpan yürekler,
millete hizmet aşkı ile kavrulan bedenler bir yandan yaşadıkları topluma
liderlik ederken, bir yandan da gençleri geleceğe hazırlıyor, onların ilim irfan
sahibi olmasına öncülük ediyorlar. Bu sırada kendileri için ne mi yapıyorlar? Etrafı
yaydıkları ışıkla aydınlatıyorlar ya da bu yanılsama veya avuntu ile günlerine
gün ekliyor, kendileri bir mum gibi erirken arkada bıraktıklarının hesabını
yapmadan çok da ince eleyip sık dokumadan meçhule, yani geleceğe doğru yalnız
ama mağrur bir şekilde yürüyorlar. Mum yandıkça erir, insan yandıkça
olgunlaşırmış. Mum aydınlatmak için kendini yakarken, mum gibi aydınlatmaya
çalışan da kendini yakıp eritirmiş. Ne gam? İnsanın yüreğinde taşıdığı
ideallerin toplumda karşılıksız olmadığını görmesi de bir şeyler yaptığının
işareti olmuyor mu?
Atalarımızın uzun denemelere
dayanan yargılarını, tecrübelerini, bilgece düşünce ya da öğüt olarak ifade
eden öykülere dönüştüğünü ve bunların Türkçe derslerinde genç beyinlere
aktarıldığını hatırlıyorum. Yukarıda anlattığım gibi nice hikâyelerden az sözle
çok meram anlatan, kalıplaşmış sözler üretilmiş ve kuşaktan kuşağa aktarılarak
günümüze kadar gelmiş. Bu özlü sözlere atasözü demişiz. Ataların sözleri de
kültür aktarımında kelimelerin ötesinde bir anlam ve içeriğe sahip ki bunlar
evde konuşulan Türkçe ile kıyaslanamaz; kendiliğinden öğrenilemez.
Yazının başlığında kullandığım
“Çürük tahta mıh tutmaz” sözü de buna bir örnektir. Bu kısa cümlede “Gerçek
niteliğini yitirmiş, aslı bozulmuş, eskimiş, işe yaramaz bir hâle gelmiş
bulunan bir şeyi, ne kadar uğraşırsak uğraşalım faydalanabilecek bir duruma
getiremeyiz” denecek durumlar anlatılıyor; “Şahsiyetini yitirmiş, soyluluğu
kalmamış ve güvenilmez kimselerle bir işe girişilemez. Bu gibi kimselerle
kurulacak ilişkilerin sonu hüsranla biter” diye nasihat edilmektedir. Yani
eskilerin deyimi ile “muallakta münhal” aşkların sürdürülmesi mümkün değildir.
Bunların her biri Türkçenin
anlatım zenginliğini ortaya koymaktadır. İnsanın insana, insanın milletine
duyduğu aşk başka hayallerin peşinden gidilmesini engelliyor. İnsanın sevdiğine
duyduğu aşk, Aragon’un deyimi ile ona güç verirken, fark ettirmeden özgürlüğünü
de elinden almaktadır. Bu durum Enis Batur’un yorumuyla; aşığa “kendini kuşatan
bütün engellerin içinden geçip sürekliliğini, daha doğrusu sessiz sürekliliğini
kazandırmanın yolu” olarak karşımıza çıkıyor.
Gelin, Türkçemize, sevdiğimize
sahip çıkalım. İçimizdeki aşkı yeşertip, kendimizi ifade etmeye çalışırken
Türkçemizi ihmal etmeyelim. Dilimizin Avrupa’ya göç ile başlayıp beş kuşak
sonra unutulmuş, özün gözünde ötekileşmiş arkaik bir öyküye dönüşmesinin önüne
geçelim.
Yaşam, ölüm, bilgi, dostluk,
insan, toplum, kültür, evren, zaman, düşünce, mutluluk gibi en temel durumlarda
türlü türlü sorunların ana-kavramı sevgidir. Türkçenin, Türkçe öğrenmenin,
öğretmenin akıllara durgunluk veren öneminin, belki de, en güzel gerekçesi budur.
Yoksa eskilerin deyimi ile “muallakta
münhal” kalır, kökünden koparıldıktan sonra sararıp solan çiçeğe dönersiniz.
Not:
Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Ekim 2021 sayısında yayımlanmıştır. http://europa-journal.net/cueruek-tahta-mih-tutmaz/ (21.11.2021)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder