17 Aralık 2017 Pazar

Vatan ve kimlik üzerine

Bundan önceki yazılarımda millet, milliyetçilik, ırkçılık gibi konulara yer verdim. Bu yazıyı ise oldukça tartışmalı kavramlar haline dönüşen vatan ve kimlik üzerine yazıp, üçlemeyi tamamlamak istedim.
Avusturya’ya gelen ilk kuşağın torunları bugün üçüncü kuşak, onların çocukları da dördüncü kuşak Türk toplumu olarak bu ülkede yaşamaya devam ediyorlar. Bunların pek çoğu doğup büyüdüğü Avusturya’nın vatandaşlığına geçti; Türkiye tatillerde gidilen bir ülke haline geldi. Bununla birlikte dedelerinden, babalarından miras gibi aldıkları vatan, millet, bayrak sevgisini yüreklerinde taşıyorlar; vatan deyince yürekleri Türkiye için atıyor, bayrak deyince de dillerinden Türkiye’yi düşürmüyorlar. Türkiye onlar için her daim gidemeseler bile zihinlerine yer eden bir ütopya, bir hayal ülkesi olarak varlığını sürdürüyor. Nasıl sürdürmesin ki…  Yahya Kemal Beyatlı’nın ifadesi ile “maziyi vatandan ayırmak, ruhu bedenden ayırmak kadar zordur”. Geleneksel aidiyet bağlarına göre, -kişi istemese de- içinde doğduğu toplumun kimliği ile anılıyor. Ne Avusturya’dan vaz geçilebiliyor, ne de Türkiye unutulabiliyor. Bu kimlik vatan ile ilişkilendiriliyor. Nihayetinde vatan kavramının etrafında da kimlik oluşturuluyor.

Avusturyalıların ülkelerindeki Türkiye kökenlileri Avusturya bayrağı altında Avusturya vatandaşı olarak kabul etmesi; yeni doğanlara veya yasada öngörülen şartları sağlayan başvuru sahiplerine vatandaşlık hakkı vermesi, siyasi bir tercih olmasının yanı sıra, göç sonrası dönemde yeni bir kimlik oluşturulması kararlılığının izlerini de taşıyor. Toplumun, içinde barındırdığı “ötekileri” kendi bünyesinde eritmesi elbette zaman alacak bir süreçtir. Bu süreç öyle kolay, akşamdan sabaha tamamlanacak bir süreç değildir. Avusturyalıların çok kültürlü bir hayatı benimsemesi ve imperyal mensubiyeti dışında oluşturduğu yeni habitusu, yani toplum olarak algılama, hissetme, düşünme ve davranış modelleri geliştirme edimleri, bu bilinçle yapılandırması gerekecektir. “Ötekilerin” de vatandaşlık bağlarını kabul ederek, ortak bir gelecekte yaşamayı zımnen kabul etmesi, taşıyıcı kültürü tanıması - toplumsal ve sosyal hayatın içinde olmak için özveri ve çaba göstermesi ve köken kültürü ile çatışmaya son vermesi gerekir. Bu çaba egemen kültürün buyurganlığı altındaki azınlık kültüre kendi öznel değerlerini terk etmesini dayatmamalı; aksine gelecek kuşaklara aktarabilmesi için fırsatlar oluşturulmasına katkı sağlamalıdır.

Çok kültürlü, ama tek kimlikli toplum olmanın yolu; bütün grupları din, dil ve ırk farkı gözetmeden ortak bir vatan ve bayrak gibi sembol kavramlarla şekil bulan bir vatandaşlık anlayışı, kimliği üzerinde birleştirmekten geçer. Burada “Ülkenin gerçek sahibi kim?” sorusuna cevap aramak yerine, ülkeye anayasal yurttaşlık bağı ile bağlı olan ve yurttaş olmanın bilinci ve sorumluluğu ile hareket eden herkesin vatandaşlık paydasında birleşerek, ülkenin geleceği hakkında söz ve sorumluluk sahibi olduğu vurgulanmalıdır.

Türkiye kökenliler Avusturya’nın sağladığı demokratik hakları kullanarak, toplum içinde toplumdan soyutlanmadan, toplumla birlikte, her iki toplumun yararına olacak ortak bir gelecek kurmak için el ele çalışmanın yollarını aramalıdır. Bu başarıldığında Avusturyalı Türk kimliği de hayata geçirilmiş olacak, toplumsal ve sosyal hayatın önündeki bariyerler de daha kolay aşılacaktır. Bu bariyerlerin aşılabilmesi, Avusturyalıların tutumu ile de yakından ilişkilidir. Seçim dönemlerinde üzerinde çok da düşünülmeden ortaya atılan siyasi bir görüş, yabancı kökenlilerin özne yapıldığı tartışmalar, maruz kalınan bir olumsuz tutum muhatabının yüreğini acıtır; kendinden uzaklaştırır. Bu da ortak kimlik oluşturulması sürecinin uzamasına, toplumsal farklılaşmanın belirginleşmesine neden olur. Öyle ki anlamsız sloganlar üzerine kavga edenler, bir süre sonra yaptıkları kavganın asıl nedenini unutur, anın gerilimini yaşamaya başlar. Buna karşın kavga etmek yerine sevgi, saygı temeline oturtulan karşılıklı müzakereler, tarafların yeni bakış açıları kazanmalarını sağlar; sorunların çözümünü kolaylaştırır. Böyle sıkıntılı anlarda duyguların esiri değil, aklın efendisi olunmalıdır.

Benim Avrupalı Türklere önerim, “yaşadığınız toplumun eğitim, kültür imkânlarından sonuna kadar yararlanmaya; kendi ana dilinizi öğrenirken, yaşadığınız toplumun dilini, kültürünü de öğrenmeye bakın” şeklinde olacaktır. Yabancı bir ortamda kabul görmenin ilk şartı yaşanan çevreye uyum sağlamaktır. Uyumun anahtarı ise yaşadığınız çevrede konuşulan dili öğrenmektir. Dil öğrenmek de kültürel etkileşimin gerçekleştiği bir süreçtir. Dilini ve kültürünü öğrendiğiniz toplumun sizi kabul etmesi bu yolla daha kolay olacaktır. Kendini ifade edebilen, sorunlarını anlatabilen bir kişi ile işbirliği yapmak daha kolaydır. Yaşanılan ülkenin dilini öğrenmenin avantajlarını kullanmak için de iyi bir eğitimin alınması gerekir. Üniversite eğitimi, meslek eğitimi, her ne eğitim ise artık…

Uyum sağlamak, geçmişinizi unutmanız, Türkiye ile ilişkilerinizi koparmanız anlamına gelmiyor. Aksine siz geçmişinizi unutsanız da bir gün birileri çıkar ve size unutamayacağınız bir dersle geçmişinizi ve kim olduğunuzu hatırlatır. Bu nedenle siz arada kalanlardan olmamak için kendi kültürünüzü, ardından hedef kültürü iyice öğrenmek durumundasınız. Avrupa kültürü içinde her ne kadar Avusturya vatandaşı olsanız da köken olarak Türksünüz; Noel kutlamalarında arkadaşlarınıza eşlik etseniz de Müslümansınız. Bireyler vatansız, milletsiz olmayacağına göre, toplumlar da dinsiz olmaz.  Bu kavramlar da kimliğin yapı taşlarıdır. Avusturya Türk toplumu da kendi içinde sahip olduğu farklı kültürlere rağmen, dışarıdan bakıldığında Türkiyeli Müslümandır. Çünkü Türkün sembolü olan hilal ile İslamın alemi olan hilal bizlere her iki kültürün taşıyıcısı olmanın sorumluluğunu yüklüyor. Bu sorumluluk da kendi içinde ayrışmayı değil; ortak amaçlarda birleşmeyi, birlikte hareket etmeyi gerektirir.

Günümüzde toplumu ayrıştıran, ötekileştiren anlayışa ve onun savunucularına nice dersler bırakan, ecdadımız tarihin her döneminde toplum içinde “öteki” olarak adlandırılan bir sınıfın oluşmasına karşı çıkmış; ilişkilerde adil olunmasını, aşırılıklardan kaçınılmasını emretmiştir. Müslüman lider ve komutanlar, ötekinin “yok edilmesi” yerine “yaşatılması” ilkesine sadık kalmıştır. Onların evlatları da içinde bulunduğu alaca karanlığın, gün aydınlığına dönüşmesini sağlayacak bilgi ve kararlılığa sahiptir. 
------------------------
Bu yazı Avusturya'da aylık periyotlarla yayımlanan Avrupa-Haber / Europa Journal Gazetesi Aralık 2017 sayısı için hazırlanmıştır. http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/dezember2017/cakir122017.jpg adresinden ulaşılabilir.

8 Kasım 2017 Çarşamba

Milliyetçilik ve ırkçılık üzerine

Avrupa ülkelerinde yapılan seçimlerde küresel terörizme karşı geliştirilen savunma içgüdüsünün de etkisi ile olsa gerek, aşırı sağın oylarının belirgin bir şekilde yükseldiği görüldü. Geride kalan seçim kampanyalarında, yaşanan sorunların kaynağı olarak ötekileştirilen yabancılar ve özellikle Müslümanlar gösterildi. Sadece milliyetçiler veya ırkçı partilere ait politikacılar değil, sosyal demokrat olduğunu söyleyenler de Avrupa kültürüne yakışmayan bütün unsurları seçim malzemesi yapmaktan çekinmediler.
Hayatın gerçekleri ile bağdaşmayan ve retorik haline gelen ütopik söylemler, Avrupalı Türklerin yurt olarak seçtikleri coğrafyada yurttaş olmak için (yani dil, tarih, yurt, kültür, ahlak ve amaç birliğinin sağlanması için) ortaya koyduğu güçlü iradeyi gölgelemekte, uyumu desteklemek yerine toplumsal ayrışmayı adeta teşvik etmektedir. Ortak kaderi paylaşmanın, aynı gök kubbenin altında ortak bir geleceğe hazırlanmanın gerekleri ayrışmayı değil, birbirine bağlı yurttaşların oluşturduğu siyasal birlikleri desteklemeyi; farklılıklara saygı duymayı, sosyal adalet ve refahı geliştirmeyi, teşvik etmeyi öngörür.
İnsanlar hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın din, etnik kimlik ya da yabancı karşıtlığı üzerinden politika üretmekten ve bu doğrultuda politik söylemlerde bulunmaktan uzak durmalı, bu tür söylemlerde bulunanlar ile arasına mesafe koymalıdır. Çünkü ırkçı söylemler topluma faydadan ziyade zarar verir; kimsenin tasvip etmeyeceği toplumsal ve sosyal şiddeti besler, ayrışmayı derinleştirir; kenarda köşede kalmış nefret söylemlerini alevlendirir. Irkçı söz ve eylemler ancak bu tür söylem sahiplerinin kısa süreli siyasi amaçlarına hizmet eder.
Çok kültürlü bir ülkede yaşayan vatandaşların tamamının belli bir din veya ırka dayandırılmadan, siyasi bir birlik olarak görülmesi gerekir. Bu toplumsal yapılarda siyasi birliği oluşturan insanların birbirini sevmesi, ortak kader birliği yapılan ülkeyi uzak hedeflere taşımak istemesi son derece makul, doğal bir beklenti ve kazanımdır. Irkçı söylemler, duyguları kabartıp şiddeti ve vandalizmi körüklerken, yurttaşların yakınlaşmasını değil, aksine sonucu insanlığın hayrına olmayan olaylara neden olur. Avrupa tarihinde bu duruma tanıklık etmiş nice kuşaklar vardır. Geçen yüzyıllarda yaşananların belgeleri, canlı tanıkları bu görüşü doğrulamaktadır. Kaldı ki ırkçı söylem ve eylemler Avrupalıların bize anlattığı temel değerlerle de bağdaşmamaktadır.
Milliyetçilik, aidiyet hissi duyulan milleti sevme, milli ve manevi değerleri yaşatma ve yükseltme çabası ve idealidir. Bu anlamdaki milliyetçi söylemler halkın sorunlarını çözmeye yönelirse, bunları eleştirmek bir yana, halkların takdirini ve övgüsü kazanır. Ancak ırkçılık ve ırkçı söylemler, yurttaşların sevinçte ve tasada aynı duyguları taşımasına engel olur.
Türkiye’deki siyasetçiler gibi Avrupalı siyasetçilerin arasında da kendini vatanı ve milleti ile bağdaştıranların bulunması son derece olağan görülmeli, tercihlere saygı gösterilmelidir. Hangi milletten olursa olsun, milliyetçiler, ortak kaderi paylaştığı toplumun fertlerini köken ayırımı yapmaksızın kardeşlik duyguları ile sever ve saygı duyar; onlarla temeli sevgi, saygıya dayanan bir bağ kurarlar. Aynı değerler etrafında birleştiği ve büyük bir aile olarak gördüğü milleti için gerektiğinde özveride bulunur; bedel öder. Milleti ulu bir ağaç, yurttaşları da o ağacı süsleyen yapraklar gibi görür. Ülkede farklı kültürlere ait ögeler, baharda çiçeklerle bezenmiş bir ağacın dalları gibidir; özenle bakılıp geliştirildiğinde seyrine doyum olmaz.
Irkçı görüşü savunanların evrensel değerleri kavrayamayan aklı, özgüven yetersizliği, korkusu ve insan sevgisizliği paranoya düzeyine çıkar. Vicdanları kurumuş; ağaçları odunlaşmıştır. Yeşermesi de mümkün olmadığından, insanları belli kategorilere ayırıp, birbirine düşüren, birini diğerine göre önceleyen hasta bir zihniyete sahiptirler.
Milliyetçiler, kendini bağnazlığa, tutuculuğa karşı konumlandırır; duygularının esiri olmaz; dogmaları değil, bilimi rehber edinir. Geri kalmışlığa, sömürüye silah veya kaba kuvvetle değil, bilimsel bilgi ile karşı çıkar. Dini inançlara ve kültürel değerlere saygı göstermekle birlikte, dinin politikaya alet edilmesine ve toplumsal barışa zarar verecek mezhep çatışmalarına dönüşmesine rıza göstermez. Bunları siyasi mücadelenin aracı olarak görmez, göstermek istemez.
Öte yandan, ırkçılığa karşı olan milliyetçilik, iyi vatandaş olmayı gerektirir. Irkçılar ortaya koydukları söz ve eylemlerle toplumda ayrışmaya yol açarken, milliyetçiler, yasalara bağlı olmayı yeterli görmez; kendini yenileme, geliştirme ve bu suretle toplumsal sorunlara çözüm üretme arayışına girer. Okuyan, araştıran, bilgisi, karakteri ve üstün ahlakı ile topluma örnek olan, özgür ve onurlu bir milletin bireyi olmanın, onu geleceğe taşımanın sorumluluğunu hisseder; başarabildiği ölçüde de mutluluğunu yaşar. Özgürlük ve bağımsızlık milliyetçilerin olmazsa olmazıdır.
Avrupalı Türkler, atalarının nice zorluğun üstesinden geldiğini ve her zorluğa bir çare olduğunu bilir; yaşadığı olumsuzluklar karşısında kendini ümitsizliğe, karamsarlığa kaptırmaz. Türk olmanın, Müslüman olarak etiketlenmenin ötekileştirilmek için geçerli bir neden olmadığını bilir; bu etiketi taşımaktan da gurur duyar. Çarenin tükendiği yerde çare yine kendisi olur.
Avrupalı Türkler, karanlık gecede geçtikleri yolu dolunayın ışığında aydınlatıyorlar. Ama ayın karanlık yüzünde neler olup bittiği Türkiye’dekilere meçhul. Avrupalı Türk kardeşlerim, Dostoyevski’nin dediği gibi, “Herkesin yanlış yaptığı şeyi sen doğru yaparsan, herkesin yaptığı doğru; senin yaptığın yanlış olur.”[1] Seni içinde bulunduğun olumsuzluklardan kurtaracak güç; cesaretin, çalışkanlığın ile doğru ve hak bildiğin yolda yalnız kalsan bile bir başına yola devam edecek azim ve kararlılığın olacaktır.


Bu yazı Avusturya'da aylık periyotlarla yayımlanan Avrupa-Haber / Europa Journal Gazetesi Kasım 2017 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/november2017/cakir112017.jpg adresinden ulaşılabilir.


[1] Özel Sözler: Fyodor Dostoyevski Sözleri, http://www.ozdeyis.net (06.11.2017).

27 Ekim 2017 Cuma

Berlin’deki Türkçe ve Türk Kültürü dersleri

Almanya’nın başkenti Berlin’de Mitte Belediyesi sınırları içindeki  17 okulda okulun işletme giderlerinin karşılanması için yaklaşık 27 bin 400 Avro talep edilmesi üzerine, bu ilçedeki Türkiye kökenli öğrenciler Türkçe dersine girememektedir. Söz konusu okullarda 571 öğrenci Türkçe ve Türk Kültürü dersi almaktaydı. Bu durum Berlin Eğitim Müşaviri Prof.Dr. Cemal Yıldız tarafından basına açıklandı ve önemli tartışmalar yaşanmaya başlandı[1]. Konuya geniş yer veren Avrupa Sabah Gazetesi (27.09.2017) de gelişmeyi skandal olarak değerlendirip, okuyucuya „Türk çocuklarının asimile edilmesi ve Türkiye ile bağlarının kesilmesi için Türkçe dersini hedef alan siyasiler, dersin verilmesini engellemek amacıyla harekete geçti“ şeklinde duyurdu[2].

Almanya’da aylık periyotlarla yayımlanan Perspektif Dergisi redaktörü Şeyma Karahan da konuyla ilgili uzman görüşü almak üzere şahsımla yazılı bir mülakat yaptı. Aşağıda yöneltilen sorular ve bunlara verdiğim cevaplar yer alıyor. 

1. Türk konsolosluğunun öğretmenleri tarafından verilen derslerin medyada bu denli yer alması konusunda ne düşünüyorsunuz, bunun bir nedeni var mı?

Öncelikle konuya basın yayın organlarına yansıyan günlük siyasi tartışmalara taraf olmak yerine, akademik açıdan yaklaştığımı belirtmek isterim.

Almanya’daki Türkiye kökenli çocuklara verilen dersin adı, Türkçe ve Türk Kültürü dersidir. Konsolosluk dersi ifadesi ile bu ders sıradanlaştırılmakta, onun her hangi bir ders olarak algılanmasına neden olmaktadır. Bu nedenle doğru bir tanımlama Türkçe ve Türk Kültürü Dersi olmalıdır. „Konsolosluk öğretmeni“ veya „konsolosluk dersi“ ifadelerinin arkasında burada tekrar etmeyi gerekli görmediğim, ama geçmişte yoğun olarak tartışılan bir dizi sorun yer almaktadır.

Bu dersin Almanya’daki geçmişine bakıldığında, önce Bavyera Eyaletinde verildiği; Alman yetkililerin girişimleriyle başlatıldığı görülür. Bunun nedeni de hem insani hem de Almanya’nın da taraf olduğu kimi uluslar üstü anlaşmaların göçmen çocuklarının köken dillerini öğrenebilmeleri konusundaki hükümlerdir. Avrupa Konseyinin de göçmen çocuklarının köken dili eğitimi hakkından yararlanabilmeleri için üye ülkelerde gerekli düzenlemelerin yapılması konusunda aldığı kararlar vardır. Almanya Federal Cumhuriyeti bakanlıklar arası ortak kültür komisyonu da bu dersin verilmesi konusunda aldığı kararlar vardır. Türkiye Cumhuriyeti devleti ile yapılan karma eğitim uzmanları toplantılarında da diğer eğitim konularının arasında bu derse ilişkin değerlendirmeler ve uygulamaya ilişkin görüş ve öneriler gözden geçirilmektedir.

Dersin tartışmaya konu edilmesinin değişik nedenleri olabilir. Konuya nesnel olarak yaklaşmaya ve tarafların bakış açılarını özetlemeye çalışayım.

a) Türkiye’nin resmi görüşü ve konuya yaklaşımı: Türkçe ve Türk Kültürü dersinin öğretimi Türkiye Cumhuriyeti tarafından gönderilen öğretmenler tarafından verilmektedir. Öğretmenlerin maaşları da Türkiye tarafından karşılanmaktadır. Bu dersin öğretim programı (1-10. sınıflar) da yine Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı tarafından oluşturulan özel bir komisyon tarafından belirlenmiş; 2007 yılından bu yana uygulanmaktadır. Bu dersin içeriği, program yapısı, temel beceriler, bu derste kullanılacak ders kitaplarının özellikleri, Türkçe, Türk kültürü dersinin amaçları ve sınıflara göre uygulanmasına ilişkin esaslar ve öğrenci kazanımları 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yer alan Türk Milli Eğitiminin Genel Amaçlarına uygun olarak hazırlanmıştır. Hazırlanan ve gerek TTKB ve gerekse yurt dışındaki eğitim ataşeliklerinin internet sayfalarından ulaşılabilen bu program ile „Türk çocuklarının Türk dilini ve kültürünü tanımaları, benimsemeleri, geliştirmeleri, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda millî duygularını pekiştirmeleri ve yaşadıkları ülkeye uyum sağlayarak etkili toplumsal ilişkiler içine girmeleri amaçlanmıştır.”

b) Almanya Federal Cumhuriyeti’nin konuya bakış açısı ise şu şekildedir: Dersin içeriği konusunda bilgi sahibi değiliz. Derste kullanılan kitaplarda Türkiye ve Türk tarihi ile ilgili gereksiz ayrıntılar ve milliyetçi, ayrıştırıcı bir içerik verilmekte ve bu durum Almanya’da yetişen kuşakların topluma uyum sağlamasını zorlaştırmaktadır.

Her iki görüşe eleştirel olarak bakıldığında, ortada gerçek bir iletişim kopukluğu, güven eksikliği ve yapılan çalışmaların yetersiz olduğu gözlenmektedir. Gerek Kuzey Ren Vestfalya gerekse Hamburg Eyaletinde yapılan uzman denetiminde konuyla ilgili eleştirilerin gerçekçi olmadığı belirtilmiştir. Sorun kullanılan öğretim materyallerinden, ders kitaplarından kaynaklanıyorsa, bu da alanla ilgili uzmanların yeterince çalışmadığının göstergesidir.
Almanya’ya gönderilen öğretmenlerle ilgili eleştirilere gelince, Türkiye’nin geçmiş yıllarda ülkeye gönderdiği Türkçe ve Türk kültürü dersi öğretmenlerinin seçiminde kimi hatalar yaptığı doğrudur. Bu nedenle bazı eyaletlerin Türkiye’den öğretmen alımını durdurmuş olması, bunların yerine ihtiyacı mahalden temin ettiği öğretmenlerle karşılamaya başlaması da gerçektir. Türkiye’den gelen öğretmenlerin yer yer dil ve uyum sorunu yaşadığı, Alman meslektaşları ile yeterli iletişim kuramadığı, bu nedenle görev yaptıkları eğitim kurumlarında istenmeyen bir dizi olayların yaşandığı gözlenmektedir. Bu durum karşılıklı yanlış anlamalara ve iletişim sorunlarının yaşanmasına neden olmaktadır. Dolayısı ile Alman okul yöneticileri mevzuata göre tedbir alma ihtiyacı duymaktadır. Bu sorunlar karşılıklı işbirliği ve iyi niyetle aşılabilecek durumdadır.

Türkiye Cumhuriyeti Almanya’ya gönderdiği öğretmenlerin eyaletlerdeki yönetim, organizasyon ve planlamasının ihtiyacı karşılayacak şekilde yapılmasını sağlama konularında da yetersiz kalabilmektedir. Bu planlamaların yapılması, eğitim öğretim sürecinin takip edilmesi ve olası sorunlara önceden müdahale edilmesi, okul yönetimleri ile gerekli irtibatın kurulup, okul yönetimiyle işbirliği yapılarak gerekli tedbirlerin alınması konularında çalışacak Eğitim Ataşeleri de görevlendirilememiştir. Bu eksikliklerden dolayı, öğretmenler karşılaştıkları sorunlara kendi geliştirdikleri yöntemlerle çözüm üretmeye çalışmışlar; bazen de olmayacak konulardan sorun üretmişlerdir.

Konuya Almanya açısından bakıldığında şöyle bir durum görülmektedir: Almanya bir göç ülkesi olmasına karşın, ülkede çok kültürlü yapıya geçiş ve yabancıların “öteki” olarak görülmemesi konusunda bir dizi güçlükler yaşanmaktadır. Yabancılara “yabancı” olanların, ülkeye uyum güçlüğü çeken bütün yabancılara karşı olması ve giderek artan “yabancı düşmanlığı” eğilimi, sorunlara anlayışla yaklaşılmasını ve çözüm üretilmesini güçleştirmektedir. Okul yönetimleri de tahammül sınırlarını zorlayan durumlarla karşılaştıklarında, radikal çözümler üretmeye ve uygulamaya başlamışlardır.

Almanya’da çok kültürlülüğün bir politika olarak sürdürülemeyeceği, bu görüşün “iflas ettiği” bizzat şansölye tarafından açıklamıştır. Yeni anlayışa göre, kökeni neresi olursa olsun, Almanya’da doğan herkes vatandaşlıkla ilgili şartları sağlıyorsa Alman vatandaşıdır. Alman vatandaşı olan herkes de göçmen kökenli olmayanlarla eşit anayasal haklara sahiptir. Bu hak eğitim alma hakkı olarak da geçerlidir. Bu mantığa göre, Alman okullarında öğretim dili Almancadır. Öğrenciler ağırlıklı olarak Alman vatandaşıdır. Öğrencilerin önceliği de topluma uyum sağlamak ve bunun için de Alman dilini ve kültürünü öğrenmektir. Türkçe veya bir başka köken dilinin öğretilmesi, yeni kuşağın Almanya ile olan bağını zayıflatmakta, köken ülke ile olan bağını da taze tutmakta, yeşertmektedir. Bu da ülkede paralel toplum oluşmasına yol açmakta, Türk kökenlilerin topluma uyum sağlamasına engel olmaktadır. Birbirleriyle kopuk alt kültürlerden oluşan bir toplumsal yapı Almanya için istenmeyen bir durumdur. Almanya okul sistemi içinde İngilizce, Fransızca, Türkçe gibi dilediği bir yabancı dilin öğretilmesi için de düzenlemeler yapar.

Burada, Almanya’nın okul sistemine dâhil edilmeyen Türkçe ve Türk kültürü dersinin okul saatleri dışında verilmesi, genel eğitim programına dâhil edilmemesi sorun oluşturmaktadır. Alman okul idarelerine de ek bir mali yük getirmektedir. Bu maliyetin “bu dersi alanlar tarafından karşılanması gerekir” anlayışı, yukarıda açıklanan bakış açısına rağmen doğru bir yaklaşım değildir. Bu yaklaşım, derslerin okullardan sivil toplum kuruluşlarına kaymasına neden olacağı gibi, dersin içeriğinin ve öğretim elemanlarının denetimini imkânsızlaştıracak; Almanya için yeni ve bugünden kestirilemeyen bir dizi sorunun kaynaklarını oluşturacaktır.

Benim önerim, Türkçe derslerinin Alman eğitim sistemi müfredatı içinde not verilen ve kredilendirilen bir ders olarak yer alması ve dersi sadece Türkiye kökenli öğrencilerin değil, Almanlar dâhil olmak üzere diğer uluslardan öğrencilerin de alabileceği açık bir yapıya dönüştürülmesi gerektiği yönündedir. Dersin içeriğiyle ilgili çekincelerin ortadan kaldırılabilmesi için Berlin Eğitim Müşavirliği tarafından yapılan çalışma ve girişimlerin desteklenmesinde yarar görülmektedir. Ayrıca bu dersin Almanya genelinde uygulanma standartlarının belirlenmesi için her bir eyalette Türk ve Alman eğitim uzmanları ile ilgili bütün paydaşların katılacağı arama ve ortak akıl toplantıları yapılmalı, bu toplantılardan çıkacak sonuçların yine karma eğitim uzmanları tarafından ortak bir programa (müfredata) dönüştürülmesi gerekmektedir. Böylece ortak içerikli bir ders programının uygulamaya geçirilmesi halinde, iki ülke arasında günlük siyasi anlaşmazlıklarla gerilen ilişkilerden öğrencilerin ve eğitimcilerin olumsuz etkilenmemesi sağlanacağı gibi, dersin karşılıklı güven, işbirliği ve birlikte belirlenen amaçlarda görüş birliğinde yürütülmesi sağlanacaktır.

2. Almanya’da yeni kuşakların yetişmiş olması nedeniyle konsolosluk derslerinin uygulanmasını gerektirecek şartlar kalmadı. Bu görüşe ilişkin neler söylersiniz?

“Türkiye’den konsolosluklar üzerinden getirilecek öğretmenlerle ders verme dönemi artık geride kaldı” demek doğru bir yaklaşım değildir. Konuya sadece Türkiye kökenli öğrenciler açısından da yaklaşılmamalıdır. Ülkede yaşayan bütün göçmen kökenli çocuklara köken dili öğretimi ile kazandırılacak beceriler, onların bulundukları ülkenin dilini daha kolay öğrenmelerine katkı sağlayacak; onların hem köken dilini konuşanlarla hem de yaşadıkları ülkenin insanlarıyla sağlıklı iletişim kurmasına yardımcı olacaktır. Köken dilinin öğretiminin ihmal edilmesi, sonucu önceden kestirilmesi mümkün olmayacak toplumsal, sosyal sorunları da beraberinde getirecektir. Çünkü köken dili, Almancanın istendik düzeyde öğrenilmesini kolaylaştırıp, öğrencilerin akademik gelişimlerine ve okul başarılarına olumlu yansıyacağı altyapının oluşmasına da yardımcı olacaktır.

Bu bağlamda, benim önerim, Almanya’daki üniversitelerin Türkiye’deki üniversiteler ile işbirliği yaparak çift diploma programları geliştirmeleri ve öğretmen ihtiyacının Almanya’dan karşılanması için gerekli çalışmaların bir an önce başlatılması gerektiği yönündedir. Bu arada ülkedeki öğretmen ihtiyacı karşılanana kadar Türkiye’den öğretmen getirilmesine devam edilmelidir. Çift diploma programları için özellikle liseyi Almanya’da bitiren veya Türkiye’de okuyup da Almancası iyi, Almanya ile ilgili yaşamsal geçmişi olan öğrenciler tercih edilmeli; bunların iki yıl Türkiye’de iki yıl da Almanya’da öğrenim görmeleri, Türkiye’de çalışmak isteyenler için Türkiye’de Almanya’da çalışmak isteyenler için de Almanya’da staj ve uygulama imkânları sağlanmalıdır. Bu şekilde ortak öğretmenlik programları için işbirliği yapmaya hazır Türk ve Alman üniversitelerinin olduğunu, bu isteği destekleyecek siyasi iradenin tarafları desteklemesi gerektiğini belirtmek isterim.

3. Türkiye’deki Alman okullarındaki Almanca dersleri Almanya hükümeti tarafından finanse ediliyor; öğretmenler de Almanya’dan gönderiliyor. Buna rağmen Almanya’daki konsolosluk dersleri bir sorun olarak görülüyor. Bu tartışmanın mütekabiliyet çerçevesinde yapılmadığını düşünüyor musunuz?

Türkiye’deki Alman okullarında verilen Almanca dersleri ile Almanya’daki Alman okullarında verilen Türkçe ve Türk kültürü derslerini karşılaştırmanın, Almanya’da yaşanan sıkıntıların ortadan kaldırılması bakımından doğru bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum. Türkiye’deki Alman Lisesindeki öğretmenler Almanya’dan geliyor, giderleri Almanya Federal Cumhuriyeti tarafından karşılanıyor. Ancak bu okulların Türkiye’de özel yasaya tabi devlet okulu olduğu unutulmamalı. Dersler Almanca veriliyor. Türkiye mevzuat açısından ülkede bulunan Alman kökenli öğrencilere Türk öğrencilerden farklı bir uygulama yapmıyor.

Devlet okullarının dışında özellikle İstanbul’da pek çok okul öncesi eğitim kurumları da var ve bunlar özel öğretim kurumları yönetmeliğine göre faaliyet gösteriyor. Kamu kurumu değiller ve serbest piyasa koşulları içinde MEB’nın denetim ve kontrolleri altında çalışıyorlar.

Bu bağlamda, Almanya’ya gönderilen ve maaşları Türkiye’den ödenen Türk öğretmenlerin bu ülkede ders verebilmeleri için öğrencilerden veya Türkiye Cumhuriyeti’nden „Alman okullarına genel gider ücreti ödenmesi gerektiği“ veya Almanya’da oluşan durumun Türkiye’deki eğitim şartları ile karşılaştırılması ve mütekabiliyet gerektirdiği görüşü doğru bir yaklaşım değildir. Ayrıca bu görüş Alman mevzuatına göre hem etik olarak hem de yasal olarak eleştiriye açıktır. Almanya’da Türkçe ve Türk kültürü dersi alan öğrenciler Türkiye kökenli de olsalar, kısmen Alman vatandaşıdır. Bu talep Türkiye kökenli Alman öğrencilere karşı yapılmış bir ayrımcılık ve ötekileştirme olarak değerlendirilebilir ve bu öğrencilerin Alman vatandaşı olmalarına rağmen ülkede eğitim hizmetlerinden eşit olarak yararlanamaması, köken dillerini öğrenmelerinin engellenmesi gibi bir durumu da beraberinde getirir ki bu uygulama hem Almanya’nın taraf olduğu uluslar üstü anlaşmalara hem de Alman anayasasına aykırıdır.

Yazının yayımlandığı adres: http://www.perspektif.eu/2017/11/29/almanyada-tuerkcenin-ihmali-soeylesi/ (30.11.2017).



[1]Işın Toymaz. Türkçe Restleşme Kurbanı. İçinde: ABC Gazetesi.29 Eylül 2017. http://m.abcgazetesi.com/turkce-restlesme-kurbani-65442h.htm (24.10.2017).
[2] Türkçe’ye kıskaç. Avrupa Sabah (27 Eylül 2017). http://www.sabah.de/gundem/2017/09/27/turkceye-kiskac (24.10.2017). 

3 Ekim 2017 Salı

Dil, kültür ve milli birlik

Cumhuriyet dönemi romancı, gazeteci şair ve diplomatlardan olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974) yazdığı “Yaban” adlı romanda, I. Dünya Savaşı sonrasında Porsuk Çayı’nın kenarındaki bir Anadolu köyüne yerleşen gazi Ahmet Celal’in dönemin aydınlarına sitem ettiği bir sözüne yer verilir. Beni çok derinden etkileyen bu söz, bana sanki Anadolu’nun değişik yerlerinden Avrupa’ya göçen soydaşlarımızın durumunu da anlatır: “Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın eline bıraktın” (Karaosmanoğlu 2017, 10) der. Avrupalı Türkler, yeni bir yüzyılın ilk çeyreği, yeni bir bin yılın başlangıcında, bugün kendilerini gurbete mecbur eden yoksulluğun da cehaletin de belini kırmış; geleceğe yönelik yeni ve öngörülmemiş uzak hedeflerin peşinden gitmektedir.

Dünya’daki gelişmeler küresel güçlerin siyasi dengeleri yeniden düzenleme çabası içinde olduğunu alenen gösteriyor. Yaşananlar hiç de Türklerin lehine görünmüyor. Avrupa ülkelerinde giderek yükselen ırkçılık hareketleri, siyasi kutuplaşmalar neredeyse Türklerin Avrupa’daki varlıklarını tehdit edecek boyutlara geliyor. Ortadoğu ise süper güçlerin, ırkların, kültürlerin, medeniyetlerin karşılaşma ve çatışma sahasına dönmüş durumda. Böyle bir durumda zaman, Türklerin ayrışmasının değil; nerede, hangi coğrafyada yaşanıyor olsa da “dilde birlik, fikirde birlik, dinde birlik ve işte birlik” felsefesi için ömürlerini vakfeden İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914) ve nice Türk aydınının bıraktığı kültürel mirasa sahip çıkmasının zamanıdır.

Kültürün en önemli taşıyıcısı ve gelecek kuşaklara aktarıcısı olan dildir. Kendi dilini iyi bilen, ikinci veya üçüncü bir dile de hâkim olur. Yaşadığı çevrede kişiler arası iletişimi güçlü, hatırı sayılan bir konumda yaşar. Dil bu nedenle kişiye özgüven veren, onu ayakta tutan bir güçtür. Bununla birlikte, Türk tarihinde anadiline gereken özenin gösterilmediği dönemler de yaşanmamış değil. Örneğin Arapça ve Arap milleti “kavm-i necip” denilerek yüceltilmiş; hatta Kur’an-ı Kerim’in Arapça olması itibarı ile neredeyse kutsanmıştır.

Geçmişte uydurma hadislerle Fars dilini “cennet dili” olarak gösterenlerin yerini İngilizce “bilim dili” diyenler almış durumda. Yani tehlike geçmiş değil; geçmişte doğu dillerine atfedilen önem, bugün batı dillerine gösteriliyor; değişik platformlarda gereksiz dayatmalarda bulunuluyor; batı dillerinden birinde kısıtlı dil bilgisi ile de olsa okuyup yazmaya çalışanlara özenti yayılıyor. Bununla birlikte, küresel iletişim dilinin İngilizce olduğu gerçeği inkar edilemezse de Türkçe bizim anadilimiz. Onu öğrenemez, öğretemezsek, özendiğimiz diğer dilleri de öğretemeyiz. Dolayısı ile önce Türkçe, sonra diğer diller…

Yurt dışında, gurbet illerde Türkçe konuşmak, okuyup yazmak daha da bir önem ve anlam kazanmaktadır. Türk olmanın göstergesi, Türkçe konuşmaktır. Bir kısım çevrelerde Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözü, Türk kavramına duyulan tepkinin bilinçli bir karşılığı olarak arka plana atılmaya çalışılsa da Batı dünyasında Türklük ve Türk dünyası kavramları güncelliğini her geçen gün artırmaktadır. Türkçe, Orta Asya ve Afrika gibi henüz bütünüyle keşfedilmemiş bölgelere ulaşan yolların kesiştiği bir dönel kavşak gibidir. Bu nedenle her geçen gün önemini artırmaktadır.

Türk kelimesi bir ırkı tanımlamak için değil; milli birliğin, dayanışmanın sembolü olarak kullanılır. Türk milleti deyince de birbirine tarih, dil, kültür ve ülkü birliği gibi ortaklıkların ve bu ortaklığa bağlı olan duygudaşların oluşturduğu topluluk akla gelmektedir. Bu topluluğun üyeleri ortak bir geçmişe, ortak değerlere sahip olup, bir arada yaşamak için adeta kendiliğinden anlaşmış; kederde ve kıvançta bir arada olmaya sözleşmiştir. Tarihi küresel güçlerin yeniden hayat bulmak için büyük bir gayret içinde olduğunu unutmadan; nerede, hangi coğrafya olursak olalım; milli birliğimizi ve kardeşliğimizi korumaya özen göstermeliyiz. Bu şuurla, yani; heyecanlarımızı, renklerimizi kaybetmeden yaşarsak; millet olma özelliğimizi kaybetmeyiz.

Millet varlığını devam ettirebilmek için kendini koruma ihtiyacı duyar. Bu ihtiyaç toplu yaşama ve onun güçlenmiş şekli olan milli birlik, yani dil, kültür, tarih birliği yoluyla sağlanır. Milli birliğimizde söz edersek, Türk Milletinin tamamı bir bütündür ve Atatürk’ün sözüyle “Millet ve biz yoktur; birlik halinde millet vardır. Biz ayrı, millet ayrı değildir”. Milletin içinde ayırıcı, bölücü ve etnik adlandırmalar gibi unsurlara yer verilmez. Bu söylemler, kadim düşmanların milletin güçten düşürülmesi için yaptığı girişimlerdir. Atatürk’ün önemle belirttiği gibi milletimizin bütün bireyleri, aynı tarihe, ahlâka, hukuka, aynı ortak kültüre sahiptir. Tüm yurttaşlar eşittir. Bu husus “geleceklerini ve yazgılarını Türk milliyetine vicdanî arzularıyla bağlamış” olan, Hıristiyan, Musevî ve benzeri bütün yurttaşlarımız için de geçerlidir. Müslim ve gayrimüslim, Türk vatandaşları arasında hiçbir ayrım yapılmaz (Dura 2016, 6).

İngiliz devlet adamı Lord N. George Curzon (1859-1925) “Ülkeler, üzerinde dünya egemenliği için büyük oyunların oynandığı satranç tahtası gibidir” demişti. Bu oyundan galip gelebilmek için, milli birliğin önemi inkâr edilemez; milli birlik, bir yurdun, milletin en değerli varlığı ve gücüdür. Bu güç, maddi menfaate dayalı değil; ancak, yurttaşların birbirlerine millet bilinci etrafında bağlanması, kenetlenmesi ile gerçekleşir. Bir milletin çocuklarının birbirini tanıması, iyi geçinmesi ve birbirini sevmesi gerekir. Milletleri diğerlerinden farklı kılan özellikler; dil, kültür, tarih gibi alt birliklerin özelliklerinde saklıdır. Birliklerin yok olması, milli birliği, milletin yok olması, dolayısı ile Ahmet’in, Ayşe’nin ve pek çok bireyin teker teker yok olup gitmesidir.  Bu anlamda dil, milli birliği kuran; kültürünü ve tarihini gelecek nesillere aktaran ve milleti bir arada daha canlı tutan çimentodur.

Bütün bu birliklerin düzenlenmesi, gelecek kuşaklara aktarılması milli duygularla, karşılık gözetilmeden doğal yollarla yapılır. Bu çabanın temelinde ırkçılık yok; kültürel rekabet vardır. Kültürün yaşatılması da dilin yaşatılmasına bağlıdır. Türkler bu rekabetten galip geldiğinde rakiplerine karşı mağrur değil, müşfik ve alçak gönüllü davranırlar. Bu nedenle, Türk tarihinde ne kölelik, ne de ırk ayrımının izleri vardır. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur.

Bitirirken; milli duygular ile anadili arasındaki bağ çok kuvvetlidir ve anadilinin yaşatılması, milli duyguların yaşatılması ile eş değerdedir. Birlik ve beraberliklerine sahip çıkamayan, onları gelecek kuşaklara aktaramayan milletler, birlik ve beraberliklerinin yanı sıra yaşama dair umutlarını da kaybeder. Unutulmamalıdır ki Musa olmak isteyen, Firavun’un aklına uymaz.

Bu yazı Avusturya'da aylık periyotlarla yayımlanan Avrupa-Haber / Europa Journal Gazetesi Ekim 2017 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/oktober2017/cakir102017.jpg adresinden ulaşılabilir.

Önerilen Kaynaklar
Cihan DURA (2015). “Milli Birlik… Hemen Şimdi!...” Bilgi Yurdu Gençlik Dergisi. Yıl 9, Sayı 51. ss. 6-7.

Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU (2017). Yaban. 77. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları. (İlk yayın yılı: 1932. ISBN: 9789754700060)


26 Eylül 2017 Salı

Kulun hakkını yemeden Hakk’ın rızasını kazanmak

Etrafımıza baktığımızda kendine benzemeyene hoyratlık yaparak, oraya buraya sataşıp, saygısızlık ederek, hatta şiddet uygulayarak var olmaya çalışan; bireysel farklılıkları törpüleyerek kendine benzetmeye çalışıp “ötekini” ortadan kaldırmaya gayret eden birilerini mutlaka görür veya gözleriz. Bu gruba girenler için sayılan davranışlar, onların hayatlarını, varlıklarını sürdürmenin yegane amacı olmuştur. Bunları belli bir aşamadan sonra değiştirmek de mümkün değildir.

İnsanlar hayatta aradığı ilgiyi bulamamak, sosyal ve ailevî sorunlar yaşamak, her hangi bir nedenle kötü muamele görmek, kandırılmak, hakarete uğramak, aldatılmak, şiddete maruz kalmak, hak ettiğini alamamak gibi daha pek çok nedenle mazlum ve mağdur duruma düşebilmektedir. Bunlar hayatın akışında olağan dışı olmasına karşın, görülen durumlardır. Mazlum ve mağdurun, aynı davranışlarla hak arama çabasına yönelmemesi gerekir; aksi davranışlar da onun durumunu değiştirir ve bu defa onu zalim yapar. Yalanı yalanla, aldatmayı aldatmayla, haksızlığı hırsızlıkla tedavi edemeyiz. Karşı karşıya kaldığımız olumsuz davranışlar bizleri de aynını yapmaya yöneltmemeli. İntikam ateşi insanı için için kavuran, bitiren bir zehirdir.

Yoksa biz de kaybedenlerden olur, kendimizi haklı zanneder, haksızlığımızı göremeyecek kadar kötü bir duruma düşeriz de düştüğümüzü bile anlayamayız.

Bu davranışı sürdürmeye devam edenler, “Canım, ben kızınca aklıma geleni söylerim; sonra da unuturum” deyip, etrafa gülücükler dağıtmaya yeltenmemeli; hoyratlık yaptıkları insanlarla yeni ilişkiler kurmaya çalışmamalı; bu işin bir özeleştirisi, bir vicdan muhasebesi olmalıdır. Dolayısıyla akla hayale gelmeyen hoyratlıkları yapan kişiler ile kalıcı dostluklar kurulması mümkün değildir ve bir noktadan sonra bırakın dostluğu, beşeri ilişkileriniz bile biter. Bitmemesi kötüdür.

Bu durumda, bireyciler gibi, unutkanlığa sığınamazsınız; sığınmamalısınız. Hele her sözünün sorumluluğunu taşıyan insanlar arasındaysanız, sözünüzün nereye varacağını kestirebilmelisiniz. Anadolu deyişiyle, kafanızı kaldırmadan dağın ardını görecek; sözü söylemeden önce başınıza geleceği kestirecek olgunlukta olmalısınız. Bir noktadan sonra, sözü söyleyen de söz söylenen de yaşanmış olanı yaşamamış sayamaz. “Yanılmışım” diyemezsiniz; söz gelir gırtlakta düğümlenir. Gerçekten aydın olmak, kendini aşabilmek, bireycilikten sıyrılmak, halk için yanmak güçtür… Bunun için şair “sen yanmazsan, ben yanmazsam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” yakıştırmasını yapmış… Aydın olmak değil, bize erdemli, münevver, beyefendi/hanımefendi olmak yakışır.

Konfüçyüs’ün ifadesiyle "Erdemli kişi, ne kadar zor olursa olsun, hizmeti öne koyar, ondan ne fayda temin edileceği daha sonra düşünülecek bir meseledir." Yoksa etrafımızda yakinen gözlediğimiz gibi, kimi editörlüğünü yaptığı bir iki kitaptan, kimi de koordinatörlüğü verilen bir programdan aldığı üç kuruşun verdiği düşsel avuntulara kapılıp, günün maddi sorunlarını hissetmezse kendini gönenmiş görür. Kimi de dünya nimetlerinden nemalanma yerine Hakk’ın rızasını kazanmış olmanın verdiği huzuru her türlü maddenin üzerinde tutar. Bunların hepsi izafidir; asıl olan, kulun hakkını yemeden Hakk’ın rızasını kazanmaktır.

Ayakta kalabilmemiz, çokluk içinde birliği başarabilmemize bağlıdır. Gökkuşağını çekici kılan çoklu renkleri bünyesinde barındırmasıdır.

Seçim sizin…

--------------

* Bu yazının düşünsel altyapısında kendisinden sayısız okumalar yaptığım değerli felsefe hocası Prof. Dr. Ahmet İnam’ın izlerini görmek mümkündür.

14 Eylül 2017 Perşembe

Geçmiş zaman olur ki

Soldan: Ablam, annem, babam, ben
(1975- Foto Arman - Bolu)
Fakir, fakat gönlü zengin, mütevazı bir çevrede büyüdüm. Aza kanaat eden, "bulduğuna şükreden, bulamayınca sabreden", güçlüklerden yılmayan, izzet-i nefsinin isteklerine mesafeli olan, gerektiğinde kan kusup "kızılcık şerbeti içtim" demekten çekinmeyen... 

Yaratanından en büyük dileği "muhannete muhtaç edilmemesi" olan, "sağ gözümü sol gözüme muhtaç etme Allah'ım" diye dua eden, zelil bir hayat sürmektense şerefli bir ölümü yeğleyen..... 

En sıkıntılı anlarında dahi muhatabına gülen gözlerle ve mütebessim bir eda ile nazar etmeyi, çalışmayı, elindekini avucundakini yoksulla-muhtaçla paylaşmayı ibadet bilen, "veren el “in "alan el “den üstün olduğuna inan.... 

En büyük korkusu "boğazından haram lokma geçmesi" olan, her daim helâl rızık/kazanç peşinde koşan, alın teriyle kazanılmamış mala-mülke itibar etmeyen, kul hakkını en büyük günah sayan.... 

Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyada "helâl rızık için" çalışan, fakat her an Rabbinin huzuruna çıkmaya hazırlıklı olmayı da asla ihmâl etmeyen.... 

"İki gün döşek, üçüncü gün toprak" diyen, minnetsiz insanlar... 

Hayatının her ânını "yaratılış gayesine uygun yaşamayı", her an muhasebe ve murakabe içinde olmayı, gaflete düşmemeyi şiâr edinmiş, mektep-medrese mezunu olmasa da irfan sahibi, "kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gideceğini" aslâ hatırından çıkarmayan izanlı ve ölçülü insanlar... 

Neredesiniz, nerelere gittiniz? Çevreme bakınıyorum, sanki herkes ve her şey değişmiş; gördüklerimin hiçbirine aşina değilim... 

Ben mi değiştim bilemiyorum, lakin değerlerin aktarılamadığını toplumun giderek geleneksel yapıdan uzaklaştığını görüyor, "geçmiş zaman olur ki..." demekten kendimi alamıyorum.

Daktilonun internet bağlantısı yoktu

Okullar açıldı; aile ortamlarında da “Çocuğum ders çalışmıyor” “Tembellik ediyor” “Odasında saatlerce oturuyor” gibi konuşmaları duymak şaşırtıcı gelmiyor. Çocuk ve aile ilişkileri konusunda çalışan uzmanlar, bu konuşmayı değerlendirirken, bir dizi nedenler üzerinde duruyor ve en başa da interneti koyuyorlar.

Benim kuşağım öğrencilik yıllarında on parmak daktilo yazabiliyor olmayı bir ayrıcalık olarak görüyordu. Okullarda daktilo dersleri vardı. Bugünkü gibi uyarlanmış Türkçe-Q değil; dilimizin yapısına uygun gerçek Türkçe F-Klavye kullanılıyordu. Gerek kamu gerekse özel sektör eleman alırken, en hızlı ve hatasız yazan daktilografları tercih ediyordu. Hal böyle olunca da özel girişimciler, eğitim kurumları dışında özel kurslarda daktilo eğitimi veriliyor, eğitim sertifikalar ile belgelendiriliyordu.

Zaman içinde bilgisayar çıktı. Okullardaki daktilo dersleri temel bilgisayar kullanımına dönüştü, özel girişimciler de kurslarda daktilo yerine bilgisayar ve değişik yazılım-donanım eğitimleri vermeye başladılar. Daktilografların sertifikaları yerini artık bilgisayar kullanıcı yetkinlik belgesi olan ECDL (European Computer Driving Licence)’e bıraktı.

Başlarda masaların üzerinde ekranı, mouse ve klavyesi ile ayrıcalıklı bir yer işgal eden, büyük ve gösterişli aletler, giderek küçüldü ve mikro boyutlara geldi. Sağladığı imkânlar sayılamayacak düzeyde gelişti; telefonlar akıllandı; bilgisayarları da artık ceplerimizde taşımaya başladık. Onun sağladığı imkânlardan yararlanılmayan bir günün geçirilmesi hayal dahi edilemiyor.

Bilgisayar kullanımı ile internet ağı erişimi artık birbiri ile özdeş hale geldi. Bu birliktelik bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken, öte yandan kullanıcılarını öğrenilmiş bir çaresizliğin içine de yönlendirmeye başladı. Geçmişte akıllara gelmeyen nice sorunlar ile başa çıkmak zorunda kalan veliler, okula giden çocuklarına arkadaş seçimleri konusunda uyarılarda bulunurken, bilgisayar başına oturanlara nasıl müdahale edebileceklerini kestiremez hale geldiler. Yani ve kendilerinin tam hâkim olamadığı bir alan olan internetin, çocuklarının hayatını kolaylaştırması bir yana onların bu yolla yanlış arkadaş edinmesine de zemin oluşturabileceğini gördüler. Çocuklar bazen ders çalışma bahanesi ile kontrolsüz şekilde bırakılınca, saatlerce tanımadığı kişilerle yazışabilecekleri bir ortamda doğru-yanlış arkadaşlar edinmeye başladılar. Yanlış arkadaşı uzun uzun anlatmaya gerek yok. Yanlış arkadaş; yanlış, toplumun benimsemediği işlerle uğraşan kişi demektir. Bunun başka bir tanımı yoktur.

Anne baba hayatın türlü dertleri ile başa çıkmaya çalışırken, çocuklar da ya televizyon karşısında ya da odalarında veya evin bir köşesinde bilgisayar başında saatler geçiriyor. Bu durum ilk başlarda önemsiz gibi görünse de gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, geleneksel aile yapısının bozulmasına neden olabiliyor. Şöyle ki bir çatının altında yaşayan insanlar zamanla birbirine yabancılaşmaya başlıyor. Çocuk aile içinde yalnızlığa itildikçe, her türlü oyalanma ve vakit geçirme aracı olarak bilgisayar ve interneti görüyor. Bu durum zaman içinde içinden çıkılmaz bir hal alıyor; karışık bir sarmala dönüyor. Huzur ve güven kalmıyor. Oysa mutlu aile; birbiriyle paylaşımda bulunan, ruh sağlığı yerinde, birbirlerine karşı anlayışlı davranan insanların oluşturduğu bir gruptur ve mutlu çocuklar da bu mutlu ailelerde yetişir. Bu aileler de toplumun çekirdeğini oluşturur.

Mutluluk ne ki diyebilirsiniz. İnsanlar mutluluğu bazen uzaklarda, kendi dışında ararlar. Bazen de duyguların bir dizi maddi ihtiyaçların karşılanmasıyla elde edileceğini düşünürler. Bunlara ulaşamayınca da kendilerine sanal dünyalar yaratarak mutlu olmaya çalışır, kendilerini mutlu olduklarına inandırmaya gayret ederler. Oysa mutluluk, bazen küçük bir teşekkür ile ilişkili, bazen de küçük bir gülümsenin ucundadır. Mutluluk, hemdem olabilmektir.

Çocuğu mutlu etmek için her istediğinin yerine getirilmesi gibi bir yaklaşım doğru değildir. Ayrıca her akşam birbiri ile didişen, birinin ötekine bağırıp çağırdığı bir aile ortamında da mutluluğun, bir anlık huzurun yeri olamaz. Böyle bir ortamın tutsağı olan çocuk, içine kapanacak, tedirgin olacak; aradığı huzuru ve mutluluğu kendi oluşturduğu sanal dünyada arayacaktır. Bu sanal dünya internet üzerinden oluşturulan arkadaş zinciri, oyun grupları ve benzerleri ile oluşabilir; gerçek dünyada kontrol edilemeyen bir sosyal çevrede de olabilir.

Bir toplumun bireyleri kendi çocuğunun mutlu olmasını istiyorsa, komşunun çocuğunun da mutlu olması için çalışması gerekir. Bunun için de çocukların toplumsal ve sosyal hayatın içinde özgür yaşayacağı, sanal “online” hayatın, özel ders ve sınavların oluşturduğu olumsuz koşulların dışında bir hayat kurulmalıdır.

Gün be gün ağırlaşan hayat şartlarına rağmen yaşadığı her bir günü bir sonraki güne aktarmaya çalışan veya bir önceki günün telafisini yapma umut ve gayreti içinde yaşayan mutsuz ailelerin çocukları da mutsuz, başarısız ve umutsuz oluyor. Kendilerini kapattıkları odalarında güzel bir söze veya latif bir davranışa duydukları özlemle yaşıyorlar. Zehir gibi zekâsıyla, üstün başarılar beklediğimiz bu mutsuz ve huzursuz çocuklar, kendilerini bilgisayar üzerinden hapsettikleri sanal dünyada boş ve olumsuz uğraşılar arasında kaybolup gidiyor; var olan potansiyelleri sıradanlaşıyor, cılızlaşıyor ve kuruyup gidiyor. Bu yolla kaybolan gençler değil, toplumun geleceği de bundan nasibini alıyor.

Uygun sosyal ortamları hazırlamak kaydı ile çocuklarımıza bilgisayarda, internet üzerinden sanal oyun oynamanın eğlence değil, vakit kaybı olduğu; sokak oyunlarının, arkadaş ve aile ortamlarının sağladığı geleneksel değerleri kendi hayatımızdan örnekle anlatmak, kendi içinde bulunduğumuz tembelliği kırmak ve rol model oluşturmak gerekiyor. Çocuklar, yetişkinlerin sanal dünyada gördüğü olumsuzlukları ve tehlikeleri kendileri için tehdit olarak algılayamayabilir, kendini gördüğü sanal ortamın cazibesine kaptırabilir. Bu nedenle, çocuğun sanal ortamda ne yaptığı, ne izlediği ve bunların ne kadar etkisinde kaldığı takip edilmeli ve çocukla gerçek hayata dair, örnek olaylar üzerinden paylaşımlarda bulunulmalıdır.

Çocukların aklı, fikri işlenmemiş, nadasa bırakılmış bir tarla gibidir. İşlenmeyen tarlada nasıl yabani otlar çıkar, etrafı sararsa; boşluğa düşen, zihni de hedeflerinden şaşmış bir çocuğun zihnini de olumsuz düşünceler işgal edecektir. Boş, hedeflerinden sapmış zihin; patlamaya hazır bir bomba gibidir. Dünyadaki olumsuzlukların önemli bir kısmı da bu şekilde yoldan çıkmış ve toplumda kabul görmeyen kişi veya grupların duygu ve düşüncelerinin somut bir şekilde yansımasıdır.

İlkbahar mevsimi gibi olan ilk gençlik çağında kendini bulma çabası içindeki ergen gençlerin hazan rüzgârına kapılan yaprak gibi amaçsızca oradan oraya savrulmasına, akan bir su gibi olumsuz ortamlara akmasına izin verilmemeli; onlara belli idealler, hedefler gösterilmelidir. Unutulmamalıdır ki gençlerin bu dönemde deneyimleyeceği her bir olumsuz davranış, hayatlarında kalıcı izler bırakabilir.

Hayatın gerçeklerinden kopuk, kendi sanal dünyalarında özgür bir hayatı benimseyen gençler, internet üzerinden kurdukları sanal ilişkileri gerçek hayata aktardıklarında da hayal kırıklıkları yaşayabilirler. Bu nedenle, okula giderken arkadaş seçimi konusunda uyarılana gençlerin, bilgisayar ortamında da arkadaş seçerken bilinçli olması gerekir. Bilinç, insanı tehlikelerden koruyan bir kalkandır. Hiçbir kötü arkadaş iyi planın içinde olmaz. Arkadaş uçurumun kenarına gelmiş kişileri kurtarabileceği gibi, aşağıya da atabilir. Arkadaş, arkadaşının sözünden çıkmaz. Ergenlik dönemlerinde arkadaşlarının etkisi ile içkiye, sigaraya başlayan gençler, yine internet forumlarında uyuşturucu ve madde bağımlılığına kapılabilir. Bunun arkasında yine arkadaş seçimi ve internet tutkusu bulunmaktadır. İnternette kötü niyetli kişilere ve onların oluşturduğu olumsuz grupları haber veren de arkadaştır. Gencin gerçek hayattaki arkadaşı iyi ise, kendisi de iyi ve mutlu; kötü ise kendisi de kötü ve mutsuzlardan olur.

Olumsuz aile içi iletişimler ve yanlış tutumlar gençleri toplum dışına iter. Antisosyal gruplar bu şekilde oluşur. Bazı aileler, çocuklarının bu grup içinde yer almasından kendileri için olumlu pay çıkarsa da bu durum tasvip edilecek bir yol değildir. Antisosyal grupların dikkat çeken özelliği, toplumsal ahlak normlarının dışında davranması, aksi ve şiddet yanlısı davranış sergilemesidir. Çevrelerinde bulunan ve kendi özelliklerinde olanlarla arkadaşlık ederler. Ergenlik döneminde başlayan bu davranışlar, tedavi edilmediği takdirde ileri dönemlerde yaşam biçimine dönüşür ve kriminal bir yapıya evrilir. Bu kişilerin bir diğer özelliği de saç modelleri, ayakkabı ve kıyafetlerinin de alışılmışın dışında bir tarza sahip olmasıdır. Karşı cinsten olanların bu tarzlarından hoşlandığı gibi bir algıya sahiptirler. Bunların bu şekilde davranmaları tasvip edilmese de kendilerinin “çizgi dışında” olduklarını kabul etmezler.

Böyle bir ortamda yaşayan gençler, internet ile olan ilişkisini sınırlandıramadığında, ortaya önemli bir sorun çıkabilmektedir. Bunlardan biri de ders çalışmamaktır. Bu konuya gelecek yazılardan birinde ayrıca yer vermek isterim. Ancak şu kadarını belirteyim ki hafıza ve zekâ oyunları çocuğun beyin fonksiyonlarını geliştirdiği için, internet ortamında yer alan bu oyunlara etkili bir zaman planlaması ile izin verilmesinde yarar görülebilir.

İnsanlar artık daktilonun şeridinin mürekkebine değil; bilgisayarın, tabletin, akıllı telefonun ekranına bakar oldu. Yani internet bağlantısı olmayan daktilo gitti; yerine türlü çeşit bilgisayar geldi. Bu değişiklik insanların hayatına yeni ufuklar açarken, öngörülmeyen sorunları da beraberinde getirdi. Unutulmamalıdır ki değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Bize düşen; bu durumdan yakınmak yerine, değişen çağın gereklerini yerine getirmeye çalışmak ve oyunu kuralına göre oynamaktır.

------
Bu yazı Avusturya'da aylık periyotlarla yayımlanan Avrupa-Haber / Europa Journal Gazetesi Eylül 2017 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/september2017/cakir092017.jpg adresinden ulaşılabilir.

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Benim de öğretmenlerim oldu

Temmuz başında yazdığım ve yeni ders yılının başladığı bugünlerde paylaşmayı uygun gördüğüm bu yazıda, geçmişe yolculuk ederek yaşadıklarımın bir kısmını anlatmak ve yeni kuşak için derlediğim kırıntılardan oluşan, bölük pörçük anılarımı sıralamak istedim. İstedim ki hayat her daim toz pembe değil. İniş ve çıkışları var.

Benim de öğretmenlerim oldu, hayatımda iz bırakan.
Benim de öğretmenlerim oldu, attıkları sopalar Karadeniz’e köprü olan.
Benim de öğretmenlerim oldu, her pes ettiğim an, hayata yeniden başlama şansı veren.
Benim de öğretmenlerim oldu, yüreğinin sıcaklığını hissettiren.
Benim de öğretmenlerim oldu, kendi inanmadıkları doğruları, bana değer diye anlatan.

Bugün geçmişe dönük hatıraları yeniden yaşamak istemiyorum. Sıklıkla hatırlanmaya değer anlarım olmadı, acıdan ve gönül kırıklıklarından başka. Üzerime giydiğim kapkara önlük, bazen kapkara bir yazgıyı kapatmaya çalıştı bazen de yaşıtlarım arasında sıradanlaşmama yardımcı oldu. Yaz kış giydiğim “laylon” ayakkabılar, kimi zaman yamalı ama yıkanmış, kırışıkları "yatak ütüsü" ile açılmış pantolonlar bugünkü gibi moda değildi. Üzerimde anamın sevgiyle ilmek ilmek ördüğü ve beni zemherinin ayazında, ağustosun sıcağında sıkı sıkıya saran kazaklarım vardı; öyle allı pullu montlar, kabanlar hak getire...

İlkokulu Sivrihisar'a gidene kadar, dört sene köydeki birleştirilmiş sınıflarda okudum. Bir grup ders yaparken, diğer grup küme çalışması ile oyalanırdı. Her bir sınıf da kendi içinde alt kümelere ayrılmıştı. Küme dediysem tembeli, çalışkanı ayrı ayrı oturtulan... Kiminin yakasındaki kırmızı kurdele bazı öğrencilerin ait olduğu seçkin, çalışkanlar grubunu gösterirken, kiminin yüreğinden akan kanın rengini, acıyı ve nihayet benimle aynı kaderi paylaşanların sınıfını, ait olduğu grubunu gösteriyordu. Ben ilk yıl grubun içinde en zor öğrenen, en tembellerden ve en fazla dayak yiyenlerin birincisi oldum. Herkesin elindeki okuma kitabı bir yana, benim elimdeki Canlı Alfabe bir yanaydı. Hece hece okusam da bitmek bilmiyordu. Onun sayesinde okuma yazmayı mayıs ayında, yani alfabe bitip okuma kitabına geçince söktüm. Alfabeyi bitirmekten mi yoksa yediğim dayaktan mı bilemiyorum, gözyaşları içinde elime aldığım okuma kitabını sular seller gibi okumaya başlamıştım. Bu duruma öğretmen bile inanamıyor; kitabın ileri sayfalarından örnek parçaları da okutup, beni sınıyordu. Evet, nihayet okumayı sökmüştüm. O günden sonra, sokakta gördüğüm gazete parçasını, evdeki Saatli Maarif Takvimimin yaprağını, manavdan aldığım kesekağıdını, velhasıl ne bulduysam okumaya başladım.

Öğretmenim oldu maşa ile döven, öğretmenim oldu, okumanın toplumsal sınıf atlamanın en etkili silahı olduğunu öğreten. Bu minval üzeri, her sabah bir koltuğumun altında okul çantam, öbüründe sınıfın ortasındaki sobaya atıp içimizi ısıtacak bir parça odunla yola düştüm. Bazı günlerde derse geç kaldığımız için kara tahta başında bir ders saati boyunca tek ayak üzerine dikilme cezası veren; cetvelin ince tarafıyla ellerimize kızartana kadar vuran.

Öğretmenlerim oldu, ayakkabımıza yapışan, elbisemize sıçrayan çamuru bahane edip dersten çeşme başına gönderen. Zemheri ayında üzerindeki çamuru çeşmeden akan buz gibi suyla, tırnakları sızlayana kadar ovuşturup, iyice temizlenmeden sınıfa almayan...

Öğretmenim oldu, benim de rol model olarak gördüğüm; rüyalarıma giren, hayallerimi süsleyen. Kuş uçmaz, kervan geçmez orman köyünde, bürokrasiye uzak, Allah’a yakın bir yerde, her gün iki dirhem bir çekirdek misali tertemiz giyinen; ütülü pantolonu, kolalı gömleğini, kravatını ve birbirinden güzel yaka mendiliyle geldiği derste hem zihnimizi hem de yüzümüzü aydınlatan…

Öğretmenim oldu, bize köylü, maraba demeyen… Her bir çocuk için maaşından artırdığı parayla, çarşı pazar esnafından aldığı destekle formalar, toplar alıp köy yerinde kiremit tozu, tuğla parçası ile spor sahası hazırlayıp, voleybol takımları kurup kızlı erkekli kıyasıya maçlar yaptıran. Köy çocuklarını minibüslerle il içi turnuvalara, gruplara götürüp hayatı öğreten. Spordan arta kalan zamanlarda çarşı pazar gezdiren, her şeyden önemlisi kapalı spor salonlarında yapılan okullar arası turnuvalarda alkışlattırıp, onlara başarı duygusunu tattıran.

Öğretmenim oldu, her yeni öğretim yılı başında “Kız çocukları okumaz” diye evlatlarını eve hapseden babaların evlerini kapı kapı dolaşıp onlara dil döken, başarılı çocukları devlet parasız yatılı sınavlarına götüren…

Öğretmenim oldu, “Bu hergeleyi sınıfta bırak, okumasın” diyen densizlere karşı dik duran. Savrulan tehditlere pabuç bırakmayan... Sabır çanağı taştığında “Defol!” diye bağırdığında, “Tef de dümbelek de sen ol!” diye küstahça karşılık bulan.

Öğretmenim oldu, yüreğim sıkışıp, baba hasretinden ağladığım günlerde şevkatle saran; bugün bile tarif edemediğim acıları dağıtan.

Öğretmenim oldu, en gayretli anlarımda azarlayıp, içimde açan çiçeği solduran. “İçimdeki sevinci, üflenmiş mum gibi söndürüp, yerinde bir kara is bırakan.”[1]

Öğretmenim oldu… Cumhuriyeti sevdiren, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın, şucu-bucu olmaktan daha makbul olduğunu bildiren. En büyük ödülün Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmak ve onun onuru ile yüklediği sorumluluğu muhannete muhtaç olmadan, alnı ak, başı dik olarak yerine getirebilmek olduğunu öğreten.

Öğretmenim oldu, hasta olduğumda, sağlık memuru gibi yanımda ilk müdahaleyi yapan.

Öğretmenim oldu, köy yerinde masaları dizip tiyatro sahnesi, çarşaflardan perde, sıralardan seyirciler için oturak yapıp, öğrencilerine yılsonu müsameresi yaptıran. Onlara verdiği küçük, ama anlamı büyük rollerle, onların her birini toplum önünde konuşmaya cesaretlendiren.

Hatta öyle öğretmenler gördüm ki her birinin ortak özelliği tartıştığı meselenin esasını gözden kaçırdığı halde, iddialarını desteklemeyen kimi olguları kanıt gibi sunan; kendisi gibi düşünmeyen kişilerin ortaya koyduğu argümanlara karşı tezle cevap vermek yerine, bu kişilerin kişiliklerine saldıran ve nihayet bu yolla muhatabını itibarsızlaştırarak öne sürülen argümanların geçersiz olduğu yönünde bir algı yaratmaya çalışan. Ama ben “Âcizler için imkânsız, korkaklar için müthiş gözüken şeylerin kahramanlar için ideal” olduğunu unutmadan, her yeni güne yenilenerek yeniden başladım.

Bugün bana hayattaki en büyük hayalimi sorsalar, “Kimsenin kimseyi kıskanmadığı, mala-mülke tamah edilmeyen, paranın hüküm sürmediği; bilime, kültüre ve yeni olan her şeye merakın olduğu bir ülke” isterim. Bu ülkenin mimarlarının da nitelikli öğretmenler olacağını eklerim.

Son olarak, gençlere ne tavsiye edersin derlerse de, bir dönem çalışma odamın da duvarını süsleyen ve Atatürk’ün “Büyük olmak için kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. Fakat sen buna karşı direneceksin, önüne sonsuz engeller de yığacaklardır; kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse bunu söyleyenlere güleceksin” sözünü altın harflerle çerçeveletip baş uçlarına asmalarını, başkaca bir söze de kulak asmamalarını söylerim.




[1] Memduh Şevket Esendal’ın Ülkeye Dönüş adlı öyküsünün giriş kısmındaki benzetme.

Emanetleri ehline veriniz

“Allah, emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emreder” (Nisa 57)

Geçtiğimiz günlerde haber kaynaklarına düşen ilginç bir tartışma/yakınmayı okudum. İktidar partisine mensup veya bu camiaya sempati besleyen bir grup, kamu kurumlarına yönelik istihdam politikası bağlamında “İslamcı olanlar atılıyor; yerlerine İslamcı olmayanlar getiriliyor” şeklinde özetlenecek bir serzenişte bulunmuşlar. Aslına bakarsanız çok da gerçekçi olmayan bu yakınmalardan rahatsız olan Sayın Cumhurbaşkanımız da “Bir siyasi partinin çalışmalarında İslamcı olmak ya da olmamak şeklinde bir ayrım yapmak zaten yanlış. Biz tekkeye mürid aramıyoruz” diyerek, yapılan mugalatalara noktayı koymuş.

Kişisel gözlemlerime ve hayattan edindiğim deneyimlere göre, kurumların zaman içinde oluşturduğu “kurumsal kültür, kurumsal hafıza, kurumsal teamüller, ilkeler” giderek göz ardı ediliyor; kamu kurum ve kuruluşlarında zaman zaman yeniden yapılanma adı altında sırat-ı müstakimden sapmalar yaşanabiliyor. Kurum içi dinamikler, bazı eğilimleri memnun etme, tanıdık-ahbap ilişkilerinin bekası uğruna bozulabiliyor. Bazen göreve yeni başlayan bir ekip, işe “bizden” olmayanları tasfiye ederek başlıyor. Konu odaklı değil, kişi odaklı hareket edilebiliyor. Oysa kamu kurumlarını en iyi yönetenler, gelecek kuşaklardan ödünç alınan makam ve mevkilerin sahipleri, yani “liyakat” sahibi olanlardır, “bizden” olanlar değil. Bu görüş, hemen her ortamda açıklıkla beyan ediliyor; ancak uygulamaya geçirilmesi her zaman, her şartta mümkün olamayabiliyor.

Yöneticilerin, -teşbihte hata olmaz derler- kapı önündeki dalkavuklarla zaman geçirmeyi, oyalanmayı bırakıp işin efendilerini muhatap alması, ağırlıklı olarak konu odaklı düşünüp icraata geçmesi, köklü kurumlarda tarih içinde oluşan değerlerin zamanla pekişmesine ve o kurumlarda çalışanlarda aidiyet duygusunun oluşmasına; onların iyi, etkin ve verimli çalışmasına katkı sağlar. Bu duygunun yitirilmesi ve çalışanların “şucu" veya "bucu" şeklinde etiketlenmesi yahut "bizden/ekipten olmaması” gibi bir ayırıma gidilmesi, sadece çalışanlara değil; toplum vicdanına, kamu kurum ve kuruluşlarına da zarar verir.

İcraat makamlarındaki etkili ve yetkili zevatın; dürüst, ilkeli, vatanını milletini seven herkesi ayırım yapmaksızın kucaklaması gerekir. Devlet ve millet olmanın gereği ve sırrı buradadır. Bu özelliklerin tek bir akımın üyelerinin veya duygudaşlarının bakış açıları ile ihata edilmesi halinde, ülke çoğulcu bakış açısını ve dinamiklerini kaybeder; ayrışma ve bölünmeler başlar. 

Kurumsal hafıza ve kurumsal kültür ortadan kaldırıldığında, kurumların başına geçen her yeni lider orayı adeta “kendisinin” malı, mülkü gibi görür; sahiplenir. Yapılan her bir icraatın ilk ve kendi eseri olduğu vehmine kapılır. Değerlerin çatıştığı, liyakat, etkinlik, verimlilik, hesap verebilirlik gibi kavramların “bizdenliğin” gerisine düştüğü kurumlarda üretkenlik düşer. “Bizdenlik” anlayışı işin kendi doğrularını benimseyen, yine kendilerinin belirlediği, çoğulcu veya katılımcı anlayışa karşı çıkan, sadece “davaya sadık" ve sorgulamadan biat eden insanları "tek doğru tercih" olarak görmeye başlar; “öteki” olarak tanımlananlar da “yanlış” sınıfına ayrılır, sıradanlaştırılır, verimsizleştirilir. Bu yaklaşımın bir adım sonrası geçmişin, geçmişte yaşandığı var sayılan olumsuzlukların rövanşını alma, "öteki" olarak görüleni ortadan kaldırma gayretine evrilir. Niyâzî-i Mısrî’nin Her bir nebî her bir velî zilletle erdi menzile dediği dizedeki gibi, kimsenin kimseyi ayrıştırmaya; aynı gök kubbeyi, aynı keder ve tasayı paylaştığı yurttaşları hele "Türkün ateşle imtihan edildiği" bir dönemde zillete düşürmeye hakkı yoktur. Kaldı ki kimse de nebi olma peşinde değildir. Çünkü "öteki" ile "beriki" olarak yaftalanan insanlar da bizim insanımız; Cemil Meriç’in dediği gibi bunlar, “aynı kaynaktan fışkırdılar”.

İktidar sahiplerine düşen, liyakat sahiplerini şu veya bu şekilde etiketlemek değil; iğreti bir esvap gibi üzerlerinden düşen haysiyetlerini giymelerine yardımcı olmak; olanları yaşadığı toplumun üvey evlatları haline getirmemek; bulundukları araftan çıkmalarına yardımcı olmaktır. Hiçbir çıkarın, çıkar gruplarının allayıcısı pullayıcısı olmayan, zor yetişen ve beklenmedik zamanlarda ortaya çıkan münevverlerini, mütefekkirlerini yok sayan bir milletin evlatlarının geleceğe güvenle bakması da beklenemez.

Uzun sözün kısası; lafa gelince, herkes Müslüman. Dostlar, birlikte rahmet vardır; ayrılık azap. Zaman, toplumun kurumsal hafıza ve teamüllerinin bir an önce güçlendirilmesi; ayrışma yerine bir olma, iri olma, diri olma zamanıdır.

Muhabbetle kalın!

Karne Hediyesi

Okullar tatile giriyor. Öğrencilerimizin farklı alanlara olan ilgisi, dönem boyunca derslerine gösterdiği ilgi, özen karnelerine de yansıyor. Bazı aileler çocuklarının gösterdiği çabayı bahane ederek onlara “karne hediyesi” veriyor; bazı aileler de yoğun geçen dönem boyunca özel hayatını yaşamaya fırsat bulamayan çocuklara önceden sözü verilmiş, kararlaştırılmış bir “ödül” veriyor.

Dikkatinizi çekmiştir. Hediye ve ödül şeklinde iki ayrı kavram kullandım. Bunun nedenini şu şekilde açıklamak isterim: Bazı aileler çocuklarının okul başarılarını belli ödül şartına bağlayarak, onları öngördükleri hedefe ulaşmaları halinde ödüllendiriyor. Ödül, alan uzmanları tarafından “bir koşula bağlı olarak verilen ve verilen kişi tarafından cazip görülen bir obje ya da etkinlik“ (Bolat 2017: 18) olarak tanımlanıyor. Örneğin çocuğunuza “Karnendeki bütün notların pekiyi olursa sana bir akıllı telefon alacağım” derseniz, bu ödül oluyor. Buna karşın içinizden geldiği için akıllı telefon verirseniz, bu ödül değil, hediye oluyor.

Ödül ile hediye arasındaki fark Türk Dil Kurumu veya Kubbealtı etiketli, yaygın kullanılan sözlüklerde şu şekilde verilmiş: “Bir başarı, iyi ve güz bir davranış karşısında verilen mükâfat” veya “yarışmalarda kazananlara verilmek üzere ortaya konan şey”. Hediye ise sevgi ve saygı ifadesine karşılık geliyor ve hediyeleşmede bir karşılık gözetilmiyor.

Konuyu biraz daha açalım. Bir kişi fabrikada bir ay boyunca çalışıyor ve bu emeği karşılığında maaşını alıyor. Kişinin aldığı maaş ödül değil; bir aylık emeğin karşılığıdır. Bu süre içinde işveren çalışanına “Bu ayki üretiminizi iki katına çıkarırsanız, size şu kadar para vereceğim” derse, maaşına ek olarak kazandığı para ödül sayılır ve çalışanın performans ödülü olarak kayda geçer.

Ödül sadece maddi anlamda verilmez. Çocuklarımızı cesaretlendirme, takdir etme, sosyal ortamlarda övme gibi davranışlar sergilememiz de ödül kapsamında değerlendirilir.

Gerek maddi ödül, gerekse sosyal ödül bağımlılık ve onay görme ihtiyacının tatmin edilmesi nedeniyle ödül alan kişilerde bağımlılık yapar. Belli şartlara bağlı olarak verilen ödül çocuk için zararlıdır. Özellikle öngörülen hedefe ulaşamayan çocuk, ödülü alamadığı takdirde kendini değersiz hisseder ve psikolojik açıdan yıpranır. Dolayısı ile ödül ile hediye arasındaki ince ayırıma dikkat edilmesi gerekir.

Bu durumda yapılacak iş, çocuğa yaşadığı aile ortamında kendisine gösterilen sevginin şarta bağlı olmadığının hissettirilmesi ve derslerine çalışmasının onun asli sorumluluğu olduğu ve bunun ödül vermeyi veya almayı gerektirecek bir davranış olmadığıdır. Çocuk derslerine çalışması gerektiğini dışarıdan bir zorlamayla değil de içinden gelerek, sevdiği için yapması gerektiğini öğrenmelidir. Bunun için de kendisine iyi örnekler gösterilebilir. Bu iyi örnekler, rol modeller gösterilirken de mukayese yapmaktan kesinlikle kaçınılmalıdır.

Çocukları ödülle iş yapmaya alıştırırsanız, ödül ortadan kalktığında, alışkanlıklar eski durumuna döner, yani ders çalışma durumu ortadan kalkar. Dolayısı ile ödül ile bir sonuç almaya çalışmak sürdürülebilir bir çaba değildir.

Ödül karşılığı iş yapma alışkanlığa dönüşür, bağımlılık yapar. Çocuklara sürekli ödül vererek ödev yaptırmak, ders çalıştırmak mümkün değildir. Çocuk bir süre sonra verilen ödülü kanıksayacağından, takip eden süreçte yeni başarılar üzerine daha büyük ödül almak isteyecektir. Bu durum insan beyniyle ilişkili bir süreçtir. Detaya girmeyeceğim, ama şunu belirteyim, uzmanlar buna “hedonistik adaptasyon” adını veriyorlar.

Çocuğu ödüle alıştırmanın bir diğer sakıncası da çocuk dış motivasyonla iş yapmaya alıştığı için kendiliğinden harekete geçerek karar verme, girişimci olma becerisini ve yeteneğini kaybetmeye başlar. Bu da çocuğa ve dolayısı ile topluma zarar verir. Lider özellikli bireyler olmaktan çıkıp; yönetilmeye, talimatla iş yapmaya yatkın bireyler haline gelirler.

Ödül insanları kontrol altına almak için kullanılan bir manipülasyon aracı haline gelirse, insanlar kendi iradesiyle değil de dışarıdan telkinle bir iş yapıyorsa, zamanla yaptığı işten soğur. Ödülün türü ve derecesi yükselmezse küçük çocuk ders çalışmaktan; yetişkin hale gelip çalışmaya başladığında da yeni bir araştırma raporu yazmaktan usanır.

Bütün bu tehlikelere rağmen, çocuklarımızı ödüle alıştırmak oldukça sık yapılan bir hatadır. Okulda öğretmen başarılı öğrenciyi erken teneffüse çıkarırken, iş yerinde de patron başarılı bulduğu çalışanına tatil veya ek ücret öder.

Küçük yaşta normal olarak kendiliğinden yapması gereken ödeve karşılık ödül almaya alışan çocuk, büyüdüğü zaman da aldığı ödülün tanımını kendi yapar. İşverenden ek prim ister. Hangi yaşta olursa olsun ödül, bireyin normal şartlarda yapması gereken işe karşılık aldığı rüşvetin kaynağı haline gelir.
Çocuklara sorumluluklarını yaptıkları için değil, onlara değer verdiğinizi göstermek için hediyeler alın; sorumluluklarını yerine getirmeleri için ödül vermeye gerek yoktur.

Kaynak:

Özgür Bolat: Beni Ödülle Cezalandırma. 62. Baskı. İstanbul: Doğan Kitap, 2017. ISBN 978-605-09-3702-2.

Bu yazı Avusturya'da aylık periyotlarla yayımlanan Avrupa-Haber / Europa Journal Gazetesi haziran sayısı için hazırlanmıştır.
Yazıya http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/juni2017/cakir062017.jpg adresinden ulaşılabilir.

6 Haziran 2017 Salı

Geçmişi öğrenmek, geleceğe hazırlık yapmak için

Her sayıda yaşadıklarımla okuduklarımı birleştirip, hayatın gerçeklerini bilimsel araştırmalara uygun olarak aktarmaya özen gösteriyorum. Üzerinde durduğum konular da genellikle Türklerin yaşadığı çok kültürlü çevrede kabul görebilmesi için yaşadıkları ülkenin dilini iyi öğrenmesi; rahat, huzurlu bir hayat sürebilmesi için de bulundukları sosyal çevreye uyum sağlaması; bu durumu yaşam biçimi haline getirirken de kendi köken dillerinden ve kültürlerinden kopmaması üzerine oluyor. Biraz karmaşık gelebilir, ama hayatın kendi gerçeğinden daha açık ve anlaşılır.

Milletleri millet yapan tarihleri kadar kültürleridir. Hayatı yaşamak kültür işidir. İnsanlar belli bir kökten beslenen kültürü üretemezse, içinde bulunduğu kültürün ürünü olan hayatı yaşamaya başlar. Bu durum köken kültürünün gelecek kuşaklara aktarılmasını sekteye uğratır. Çünkü dil, kültürün önemli bir taşıyıcısı ve gelecek kuşaklara aktarıcısıdır. Türkçenin öğrenilmesi ve yetişen kuşaklara öğretilmesi bu nedenle önem kazanmaktadır.

Avrupalı Türklerin geçmişi ile geleceği arasındaki köprüyü oluşturan ve ses bayrağımız olan Türkçeye gerekli önemin verilmesi, ikinci dildeki eksiklerin giderilmesi herkes tarafından milli bir dava olarak görülmesi, aynı zamanda Türk kültürünün ihmal edilmemesi gerekir.

Avrupalı Türkler tarafından kurulan bütün sivil toplum kuruluşlarının eğitim konusunu doğrudan veya dolaylı bir görev ve sorumluluk alanı olarak gördüğü, bu konuda görüş ayrılığına düşmediği izlenilmekle birlikte, ortak hareket etme konusunda yetersizlikleri söz konusudur. Bütün dernekler, düzenleyecekleri etkinliklerde eğitim konusunu aktarırken, dil öğretimine ayrı bir başlık açmalı; okul çağındaki çocukların Türkçe derslerine olan ilgisini artıracak projeler hazırlamaya ve onları derslere devam etmeye özendirecek kampanyaları geliştirmeye çalışmalıdır. Bunu yaparken de halen devam eden derslerden istenen verimin alınması için okullardaki eğitim ortamlarının düzenlenmesine yönelik çalışmalara önem vermelidir. Hazırlanacak ortak projelerde sadece Türkiye kökenli veliler ile değil; yerel yönetimler, okul yönetimleri ve öğretmenler ile de işbirliği imkânları araştırılabilir. Türkçe derslerinin bütün eğitim kurumlarında düzenli ve sürdürülebilir şekilde öğretilebilmesi için okul-öğrenci-veli arasında sıkı işbirliği imkânları geliştirilmeli; konuyu siyasallaştırmaya çalışanlara fırsat verilmemelidir.

Avusturya’da okul çağında olan ve anadili Almanca olmayan öğrenciler, kimi özel şartların sağlanması halinde, kendi ana dillerinde haftada 2 ile 6 saat arasında değişen süreyle eğitim alabilmektedir. Bütün çocuklara ilkokuldan önceki hazırlık sınıfında, ilkokulda ve takip eden okullarda anadili eğitimi zaten verilmektedir. Bu derslerde görev alan öğretmenler de Avusturyalı yerel yönetimlerce istihdam edilmektedir. Derslere katılım mevcut şartlarda zorunlu olmayıp, gönüllülük esasına bağlıdır. Bu dersler notsuz veya nota bağlı eğitim şeklinde düzenlenebilmektedir. Bu dersler okul yönetimleri ve okullarda görevli Türkçe öğretmenleri ile işbirliği yapılarak daha verimli bir etkinliğe dönüştürülebilir; çocukların bu derslere katılımı özendirilebilir.

Burada özellikle vurgulanması gereken bir diğer husus da Avusturyalı yöneticilerin anadili Almanca olmayan öğrencilere anadili öğretilmesi konusunda engel çıkarmamasına rağmen, velilerin ilgisizliği ve öğrencilerin devamsızlığı nedeniyle açılamayan dersler konusudur. Yerel yönetimler mevzuat gereği imkânı sağlıyor, öğretmen tahsis ediyor, çocuklar derse devam etmiyor ve açılan dersler kapatılıyor. Bu durumun önüne geçilmesi, tahsis edilen kaynakların iyi değerlendirilmesi gerekir. Eğitim toplumsal ilerleme, gelişme ve sınıf atlamamın en etkili araçlarından biri olmasına karşın, kimi velilerin bu konuya yeterince eğilmedikleri, çocuklarının hangi okulda, hangi sınıfa gittiği konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları, bu bilgi eksikliğini ortadan kaldıracak, velilerdeki zihinsel değişimi sağlayacak girişimlere gereksinim olduğu açıktır.

Burada ana dili olarak Türkçenin önemi, “çocuğun önce yakın aile çevresinden daha sonra ilişkili olduğu çevrelerden öğrendiği, bilinçaltına inen ve onun toplumla en güçlü bağlarını oluşturan dil” (Aksan 1975:426) olmasından kaynaklanmaktadır. Çok dilli ortamlarda anadili toplumun yapı harcı, ikinci bir dilde de kurulacak bireysel hayatın temelidir ve yukarıda da değinildiği üzere geçmiş ile gelecek arasında önemli bir köprüdür.

Anadilde kazanılmış düşünce kalıpları ne kadar çok olursa, bunların ikinci dile aktarımı ve o dili edinme süreci de o denli kolay olur. İçinde yaşadıkları çok kültürlü toplum gerçeğinden ötürü, iki dili de ileri düzeyde bilmek zorunda olan çocuklar üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar, iki dilin de iyi bilinmesinin çocuğun zihinsel gelişimine olumlu katkıda bulunduğunu göstermiştir (Ergenç 1991: 62).

Kendi dil ve kültürlerini tam olarak öğrenemeyen çocukların ve gençlerin, yaşadıkları ülkenin dil ve kültürüne uyum sağlaması imkânsız değilse bile çok zordur. Anadili bir yandan özgüveni pekiştirirken öbür yandan öğrenilen ikinci bir dil bireyin kendi ayakları üzerine sağlam basmasını sağlar.

Geleceğin Avrupası çok kültürlü ve çok dilli bir coğrafya görünümünü alacaktır. Bu durum göz önüne alındığında yapılacak ilk çalışma, uygulanan eğitim modellerini geleceğin şartlarına göre gözden geçirmek olacaktır. İki ya da çok dilli, çok kültürlü eğitimi içeren, birleştirici modeller, toplumsal barış ve hoşgörü ortamının oluşturulmasına katkı sağlayacaktır.

Bugün yaşananlar, geçmişte “istikbalini gurbette arama” tercihinin sonucudur. Bu tercih bazen sahibini, bazen de bütün toplumu etkiler. Avrupalı Türkler çocuklarının iyi ve kaliteli bir eğitim almaları için özen gösterir, okullardaki anadili derslerini yeterince benimserse, geçmişi öğrenme ve geleceğe hazırlık yapma fırsatını bugünden kazanmış olurlar. Eğitim ürünü geç alınan, ama etkisi güçlü bir ekonomik yatırımdır.

Not. Bu yazı Europa Journal - Haber Avrupa Gazetesi'nin Mayıs 2017 sayısı için hazırlanmıştır. Gazeteye http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/mai2017/cakir052017.jpg adresinden ulaşmak mümkündür.

Kaynaklar

  1. Aksan, Doğan. (1975), Anadili, Türk Dili XXXI!285, 424-434.
  2. Ergenç, İclal (1991). Yurtdışındaki Türk Çocuklarının Anadili Sorunu. URL: http://e-dergi-marmara.dergipark.gov.tr/download/article-file/273322 (12.04.2017).

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...