Cumhuriyet dönemi romancı,
gazeteci şair ve diplomatlardan olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974)
yazdığı “Yaban” adlı romanda, I. Dünya Savaşı sonrasında Porsuk Çayı’nın
kenarındaki bir Anadolu köyüne yerleşen gazi Ahmet Celal’in dönemin aydınlarına
sitem ettiği bir sözüne yer verilir. Beni çok derinden etkileyen bu söz, bana
sanki Anadolu’nun değişik yerlerinden Avrupa’ya göçen soydaşlarımızın durumunu
da anlatır: “Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı;
aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak
vardı; işletemedin. Onu hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın
eline bıraktın” (Karaosmanoğlu 2017, 10) der. Avrupalı Türkler, yeni bir
yüzyılın ilk çeyreği, yeni bir bin yılın başlangıcında, bugün kendilerini
gurbete mecbur eden yoksulluğun da cehaletin de belini kırmış; geleceğe yönelik
yeni ve öngörülmemiş uzak hedeflerin peşinden gitmektedir.
Dünya’daki gelişmeler küresel
güçlerin siyasi dengeleri yeniden düzenleme çabası içinde olduğunu alenen
gösteriyor. Yaşananlar hiç de Türklerin lehine görünmüyor. Avrupa ülkelerinde
giderek yükselen ırkçılık hareketleri, siyasi kutuplaşmalar neredeyse Türklerin
Avrupa’daki varlıklarını tehdit edecek boyutlara geliyor. Ortadoğu ise süper
güçlerin, ırkların, kültürlerin, medeniyetlerin karşılaşma ve çatışma sahasına
dönmüş durumda. Böyle bir durumda zaman, Türklerin ayrışmasının değil; nerede,
hangi coğrafyada yaşanıyor olsa da “dilde birlik, fikirde birlik, dinde birlik
ve işte birlik” felsefesi için ömürlerini vakfeden İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914)
ve nice Türk aydınının bıraktığı kültürel mirasa sahip çıkmasının zamanıdır.
Kültürün en önemli taşıyıcısı ve
gelecek kuşaklara aktarıcısı olan dildir. Kendi dilini iyi bilen, ikinci veya
üçüncü bir dile de hâkim olur. Yaşadığı çevrede kişiler arası iletişimi güçlü,
hatırı sayılan bir konumda yaşar. Dil bu nedenle kişiye özgüven veren, onu
ayakta tutan bir güçtür. Bununla birlikte, Türk tarihinde anadiline gereken
özenin gösterilmediği dönemler de yaşanmamış değil. Örneğin Arapça ve Arap
milleti “kavm-i necip” denilerek yüceltilmiş; hatta Kur’an-ı Kerim’in Arapça
olması itibarı ile neredeyse kutsanmıştır.
Geçmişte uydurma hadislerle Fars
dilini “cennet dili” olarak gösterenlerin yerini İngilizce “bilim dili” diyenler
almış durumda. Yani tehlike geçmiş değil; geçmişte doğu dillerine atfedilen
önem, bugün batı dillerine gösteriliyor; değişik platformlarda gereksiz
dayatmalarda bulunuluyor; batı dillerinden birinde kısıtlı dil bilgisi ile de
olsa okuyup yazmaya çalışanlara özenti yayılıyor. Bununla birlikte, küresel
iletişim dilinin İngilizce olduğu gerçeği inkar edilemezse de Türkçe bizim
anadilimiz. Onu öğrenemez, öğretemezsek, özendiğimiz diğer dilleri de
öğretemeyiz. Dolayısı ile önce Türkçe, sonra diğer diller…
Yurt dışında, gurbet illerde
Türkçe konuşmak, okuyup yazmak daha da bir önem ve anlam kazanmaktadır. Türk
olmanın göstergesi, Türkçe konuşmaktır. Bir kısım çevrelerde Atatürk’ün “Ne
mutlu Türküm diyene” sözü, Türk kavramına duyulan tepkinin bilinçli bir
karşılığı olarak arka plana atılmaya çalışılsa da Batı dünyasında Türklük ve
Türk dünyası kavramları güncelliğini her geçen gün artırmaktadır. Türkçe, Orta
Asya ve Afrika gibi henüz bütünüyle keşfedilmemiş bölgelere ulaşan yolların
kesiştiği bir dönel kavşak gibidir. Bu nedenle her geçen gün önemini
artırmaktadır.
Türk kelimesi bir ırkı tanımlamak
için değil; milli birliğin, dayanışmanın sembolü olarak kullanılır. Türk
milleti deyince de birbirine tarih, dil, kültür ve ülkü birliği gibi
ortaklıkların ve bu ortaklığa bağlı olan duygudaşların oluşturduğu topluluk
akla gelmektedir. Bu topluluğun üyeleri ortak bir geçmişe, ortak değerlere
sahip olup, bir arada yaşamak için adeta kendiliğinden anlaşmış; kederde ve
kıvançta bir arada olmaya sözleşmiştir. Tarihi küresel güçlerin yeniden hayat
bulmak için büyük bir gayret içinde olduğunu unutmadan; nerede, hangi coğrafya
olursak olalım; milli birliğimizi ve kardeşliğimizi korumaya özen
göstermeliyiz. Bu şuurla, yani; heyecanlarımızı, renklerimizi kaybetmeden
yaşarsak; millet olma özelliğimizi kaybetmeyiz.
Millet varlığını devam
ettirebilmek için kendini koruma ihtiyacı duyar. Bu ihtiyaç toplu yaşama ve
onun güçlenmiş şekli olan milli birlik, yani dil, kültür, tarih birliği yoluyla
sağlanır. Milli birliğimizde söz edersek, Türk Milletinin tamamı bir bütündür
ve Atatürk’ün sözüyle “Millet ve biz yoktur; birlik halinde millet vardır. Biz
ayrı, millet ayrı değildir”. Milletin içinde ayırıcı, bölücü ve etnik
adlandırmalar gibi unsurlara yer verilmez. Bu söylemler, kadim düşmanların
milletin güçten düşürülmesi için yaptığı girişimlerdir. Atatürk’ün önemle
belirttiği gibi milletimizin bütün bireyleri, aynı tarihe, ahlâka, hukuka, aynı
ortak kültüre sahiptir. Tüm yurttaşlar eşittir. Bu husus “geleceklerini ve
yazgılarını Türk milliyetine vicdanî arzularıyla bağlamış” olan, Hıristiyan,
Musevî ve benzeri bütün yurttaşlarımız için de geçerlidir. Müslim ve
gayrimüslim, Türk vatandaşları arasında hiçbir ayrım yapılmaz (Dura 2016, 6).
İngiliz devlet adamı Lord N.
George Curzon (1859-1925) “Ülkeler, üzerinde dünya egemenliği için büyük
oyunların oynandığı satranç tahtası gibidir” demişti. Bu oyundan galip
gelebilmek için, milli birliğin önemi inkâr edilemez; milli birlik, bir yurdun,
milletin en değerli varlığı ve gücüdür. Bu güç, maddi menfaate dayalı değil;
ancak, yurttaşların birbirlerine millet bilinci etrafında bağlanması,
kenetlenmesi ile gerçekleşir. Bir milletin çocuklarının birbirini tanıması, iyi
geçinmesi ve birbirini sevmesi gerekir. Milletleri diğerlerinden farklı kılan
özellikler; dil, kültür, tarih gibi alt birliklerin özelliklerinde saklıdır.
Birliklerin yok olması, milli birliği, milletin yok olması, dolayısı ile
Ahmet’in, Ayşe’nin ve pek çok bireyin teker teker yok olup gitmesidir. Bu anlamda dil, milli birliği kuran;
kültürünü ve tarihini gelecek nesillere aktaran ve milleti bir arada daha canlı
tutan çimentodur.
Bütün bu birliklerin
düzenlenmesi, gelecek kuşaklara aktarılması milli duygularla, karşılık
gözetilmeden doğal yollarla yapılır. Bu çabanın temelinde ırkçılık yok; kültürel
rekabet vardır. Kültürün yaşatılması da dilin yaşatılmasına bağlıdır. Türkler
bu rekabetten galip geldiğinde rakiplerine karşı mağrur değil, müşfik ve alçak gönüllü
davranırlar. Bu nedenle, Türk tarihinde ne kölelik, ne de ırk ayrımının izleri
vardır. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur.
Bitirirken; milli duygular ile
anadili arasındaki bağ çok kuvvetlidir ve anadilinin yaşatılması, milli
duyguların yaşatılması ile eş değerdedir. Birlik ve beraberliklerine sahip
çıkamayan, onları gelecek kuşaklara aktaramayan milletler, birlik ve
beraberliklerinin yanı sıra yaşama dair umutlarını da kaybeder. Unutulmamalıdır
ki Musa olmak isteyen, Firavun’un aklına uymaz.
Bu yazı Avusturya'da aylık periyotlarla yayımlanan Avrupa-Haber / Europa Journal Gazetesi Ekim 2017 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/oktober2017/cakir102017.jpg adresinden ulaşılabilir.
Bu yazı Avusturya'da aylık periyotlarla yayımlanan Avrupa-Haber / Europa Journal Gazetesi Ekim 2017 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/oktober2017/cakir102017.jpg adresinden ulaşılabilir.
Önerilen Kaynaklar
Cihan DURA (2015). “Milli Birlik…
Hemen Şimdi!...” Bilgi Yurdu Gençlik
Dergisi. Yıl 9, Sayı 51. ss. 6-7.
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU (2017).
Yaban. 77. Baskı. İstanbul: İletişim
Yayınları. (İlk yayın yılı: 1932. ISBN: 9789754700060)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder