İnsanlar, “Sevmek birbirine
değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır” (Antoine de Saint Exupery) sözünün
aksine, öteki olarak gözüne kestirdiği birinin davranışlarını takip ediyor ve hemen
kendi beyinlerine kodladıkları toplumsal veya kültürel değerlere uyup
uymadığını kontrol ediyorlar. Uyarsa, ne ala; uymazsa, uyumsuz, ötekisin. Hâlbuki
eskiden çevresine şöyle bir bakan insan, elinden geldiği ölçüde kendisini,
davranışlarını içinde yaşadığı sosyal çevreye uydurmaya çalışırdı. Bu sırada da
“Söz gümüşse, sükût altındır” ilkesine uygun davranır; söz ve eylemleri ile de
kimseyi incitmemeye; canını yakmamaya çalışırdı. Uyum tek taraflı değil,
karşılıklı bir etkileşimdi. Artık devir değişti. Herkes, özellikle de
çoğunluğun kültürünü taşıyanlar, kendi aklına yatanı daha çok beğeniyor.
Herkes, öteki olarak gördüğünün kendi değerlerine uymasını istiyor. Bunun
toplumsal ve sosyal hayattaki adını da kocaman bir etiketle, uyum diye yaftalıyor.
Uyum, akşamdan sabaha sonuçlanan, “uy” deyince uyulan, emir komuta zincirine
bağlı bir durum değil ki… İnsan yeni bir ortama girdiğinde önce bir duracak,
etrafına bakacak, inceleyecek, görüp göreceklerini duygularının ve aklının
süzgecinden geçirecek, beğendiklerini kabul edecek, aklına yatmayanları da olduğu
gibi bırakacak. Uyumu hayatı boyunca gelişen bir öğrenme, kültürleme süreci
olarak yaşayacak.
Uyum, hayatın seyrine göre, içinde
bulunulan şartların veya beraber olunan arkadaşların kişiyi nereye çekerse o
yöne gitmek olmadığı, sosyal sorumluluklara bağlı olarak şekillendiği
unutulmamalıdır. Uyum için bir okula gitmek veya gitmemek, hayatın olmazsa
olmazı değildir. Kaldı ki bireyin sosyal gelişim hızı, şekli ve yeni durumlara
kendini uydurabilme yeteneği okula göre değil, kişiden kişiye kişisel
özelliklere göre değişkenlik gösterir. Burada eğitim kurumlarının katkısı, bireyin
gelişimini biçimsel olarak yönlendirmektir. Eğitim alan birey öğrenme sürecinde
kendini tanır; yeteneklerinin farkına varır, sınırlılıklarını öğrenirse, süreçten
beklenen istendik sonuçlar daha kolay alınır ve uyum diye tanımlanmak istenen
toplumsal ve sosyal hayattaki yaşanmışlıklar olumlu olur.
Uyum sağlamak için kişinin köken
dilini, kültürünü bırakması, terk etmesi gerekmez. Bununla birlikte içinde
yaşanılan hedef kültüre ait dilin, örf ve adetlerinin öğrenilmesi gerekir.
Öğrenmek ile öğrenilenlerin hayatın pratiğine dökülmesi farklıdır. Uyum için
hedef dili (Almancayı) bir Alman kadar iyi öğrenmek, nüansları ile konuşmak,
toplumsal ve sosyal hayatın içinde başarı ile yer almak için bir anahtardır.
Ama uyum sağlayacağım diye kökenini, ana dilini, ana yurdunu unutmak gerekmez;
aksine dil öğrenmenin kültürü de öğrenmek olduğu düşünülürse, ana dilini
öğrenmenin de köken kültürü ile bağın sürdürülmesi konusunda önemli bir kazanım
olacağı unutulmamalıdır. Ana dilini bilen özünü bilir; özünü bilen kendine
güvenir; kendine güveni olan da karşıdakine korku veya şüphe ile yaklaşmaz.
Birlikte yaşamanın, ortak değerlerin kesişim noktalarını anlar, bir davranışın
arka planındaki niçin ve nedenleri bilir ve nihayet yaşadığı anın keyfini
sürer.
Okul çağındaki çocukların
yaşadıkları çevreye uyum sağlaması, kimlik bunalımı yaşamaması ailenin sorumluluğunda
olduğu kadar, çocuğun gelişimiyle ilgisi olan bütün kurum ve kuruluşların da sorumluluğundadır.
Bu sorumluluğun paylaşılması, süreç içinde ortaya çıkabilecek kimi sorunların
çözülebilmesi konusunda ilgili paydaşlarla işbirliği yapılmasını gerektirir. Eğitim,
aile ve sosyal işler ile ilgilenen kurumlar, bu süreçte çocuklara, ailelerine koruyucu
ve destek hizmetlerini eksiksiz sunmalıdır. Bu destek aile danışma merkezleri,
psikologlar ve uzman hekimler üzerinden sağlanabilir. Bu desteği Avusturyalı
yerel makamlar kadar; Türk temsilciliklerinin de istihdam ettiği alan uzmanları
üzerinden vermesi beklenir.
Bu kurumların başında sorumlu
olanların, çocukların sosyal çevreye uyum sağlaması için onlara duyarlı
davranması; çocuk ve aile ile işbirlikçi davranış modelleri sergilemesi, kişisel
ikbal yerine toplumsal ve sosyal hayatın gelişimine yönelik projeleri teşvik
edip hayata geçirmesi tercih edilir. Bu tutum sorunlar karşısında bunalan ailelerde
duyarlık, kurumlara farkındalık ve saygınlık kazandırırken, kişiler arası ve
toplumlar arası iletişimde de belirgin bir rahatlama sağlar.
Örneğin bir okul yöneticisi,
okulunda öğrenim gören Türkiye kökenli öğrencilere ders dışındaki serbest
zamanlarda kendi aralarında Türkçe konuşmayı yasaklayarak, ne onların topluma
uyum sağlamasına ne de Almancayı daha iyi öğrenmesine katkı sağlayabilir. Olsa
olsa toplumsal gerginlik yaratır; toplumda varlığı hissedilen ve yerel
politikacılar tarafından daha belirginleştirilmeye çalışılan kimi ayrışmaları,
kanayan yaraları derinleştirir. Bunun yerine başarıyı ödüllendirerek,
öğrencilerin Türkçenin yanı sıra Almancayı öğrenmeleri de teşvik edilebilir.
Öğretmen okulda Türkçeyi, aileler
de evlerinde Almanca konuşmayı yasaklamak yerine ihtiyacı hissedilen dil
konuşulmalıdır. Bu süreçte çocukların duygu ve düşüncelerine değer verildiği hissettirilerek,
onları anlamaya çalışmalı; onları hangi dilde istiyorsa, o dilde düzenek
değiştirmeden konuşmaya, kendilerini özgür bir şekilde ifade etmelerine
yardımcı olunmalıdır. Bu tutum bazen bir
öğrenciyi bazen de bütün öğrencileri anlamanın ipuçlarını verir veya onların
ortaya koyduğu farklı dünya görüşü ve hayat tarzlarının, çok kültürlü hayatın doğru
yorumlanmasının yolunu açar. Öte yandan bir dilin öncelikle konuşulması
yönündeki baskı, o dilden uzaklaşılmasına yol açacağından, gerekçeli olarak
anlatılmalı; zorlama yerine teşvik ve ödüllendirme sistemi tercih edilmelidir.
Bireyler
toplumda bir insanı uyumsuz olarak ötekileştirip etiketlerken, aslında
kendi iç dünyalarını, duygularını ve bilinçaltına yer etmiş önyargılarını da dışa
vururlar. Burada sözü edilen yansıtma, bir kimsenin kendi motiflerini, duygu ve
davranışlarını başkalarına atfetmesi, anlamında bilinçli olarak kullanılmıştır.
Yansıtma bir kimsenin kendine ait fikirleri, duyguları veya kişisel
özelliklerini başkalarına atfedilmesi ile ilgili her türlü ötekileştirmeyi de
içine alan ağır bir anlam taşır. Atfetme de yansıtma gibi pasif değil, aktif ve
sonucu bazen yıkıcı olabilen bir eylem, bir etiketlemedir. Bu süreçte diğerkâm
olanlar, kendi menfaatini değil başkalarının hayrını düşünenler ne kadar aktif
olurlarsa, sürece o denli olumlu katkı sağlarlar ve sahip oldukları birikimi
karşılarındakine o denli olumlu, etkili ve başarılı bir şekilde aktararak yeni
oluşumlara katkı sağlarlar. Böylece yeni ufukların açılmasına yardımcı olurlar.
Bir kimseyi anlamayı, bir sanat
eserini anlamaya benzeten uzmanlar insanların başkalarını anlamak için onların
fizik ifadelerini yorumlayabilmek için kendilerini arkadaşlarının yerine
koyması gerektiğini, yani onları taklit etmesi gerektiğini söylemekte ve “bir
kimsenin davranışını taklit etmediğimiz zaman onu anlamakta zaafa uğrarız”
demektedirler. Uyumun ne olduğunun anahtarı biraz da burada gizlidir. Kendinin
ne olduğunu unutmadan, gördüğünü kendine benzetmeye çalışmadan, olanı olduğu
gibi görmek ve farklı olanın farkına varmaktır uyum. İster Türkün deyişiyle “Yaratılanı
hoş gör, yaratandan ötürü” ister Alman deyişiyle “Leben und leben lassen” (Yaşa
ve bırak yaşasın) demektir.
Söz gelimi, bir futbol oyununda,
kendini oyuna kaptırmış heyecanlı ve taraf tutan seyircilerin oyuncuların hareketlerine
aktif şekilde tezahüratlarla eşlik ederken, farkında olmadan grup dinamiği
içinde yanındakileri de itip kakıştırdıkları görülür.
Bir sirkte gösteri yapan canbazın
biri direğin tepesine çıkar, bir diğeri iki direk arasında gerilen ip üzerinde
yürümeye çalışır. Bu sırada sarsılan direkle beraber, yürümeye çalıştığı ipin
üzerinde öne ve arkaya sallanır. Onu izleyen kalabalık da canbazın ritmine
kapılarak öne arkaya sallanır.
Siyasetçilerin, toplumsal rol
modeli oluşturan kanaat önderlerinin söylemleri de tıpkı buna benzer. Vatandaş,
onların olumlu-olumsuz söz ve eylemlerine kendini kaptırabilir. Bu nedenle
toplumlarda rol model olan, rol model olmaya soyunan kişilerin, toplumsal ve
sosyal uyumdan veya bir durumdan söz ederken kendi söz ve eylemlerinde ölçülü,
tutarlı olmaları, kamuoyunu buna göre yönlendirmeleri beklenir. Aksi halde son
derece saygı gören, taraftar toplayan bir liderin çıkıp bütün yabancılar,
Türkler vs uyumsuzdur, şudur, budur demesi, bütün toplumun bu söze göre tavır almasına
neden olur. Böylece toplumsal hayatın dinamikleri bozulur, giderek daha
karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal alır. Oysa hayat yaşarken zorlaştırılmamalı,
sorunlar daha ortaya çıkmadan çözüme kavuşturularak kolaylaştırılmaya
çalışılmalıdır.
Olumsuzluklar karşısında aklın
yerine ani tepkilerin ve aceleci davranışların hâkim olması anlaşılabilecek bir
durum olmakla birlikte tercih edilmemesi gereken bir tutumdur. Karşı karşıya
kalınan zorlukların üstesinden sakin, duru bir akılla ve kulaktan dolma değil,
bilimsel tutuma dayalı bilgiyle gelinebileceği unutulmamalıdır.
Pozitif düşünceyi, akla dayalı
bilimsel bilgiyi kullanacak yeni neslin yetiştirilmesi için ilk başta en önemli
görev ve sorumluluk aileye, sonra da okula, dolayısı ile öğretmenlere düşer.
Bunun altyapısını hazırlamak ise yerel ve ulusal yönetimlere.
Kaldı ki ötekini anlamak ve yaşananları
sağduyu ile değerlendirebilmek için önce niyet, ardından bilgi ve çaba gerekir.
Karşılaşılan zorluklar ne kadar büyükse, bunların üstesinden gelmiş olmanın
verdiği hazzı yaşamak da o denli gurur ve mutluluk vericidir.
Yurt dışında yetişen
çocuklarımızın ve gençlerimizin yaşadıkları çevreye uyum sağlamalarını
kolaylaştırabilmek, kendilerini ötekileştirilmiş, dışlanmış hissetmemeleri için
öncelikle özgüvenlerinin pekiştirilmesi üzerinde durulmalıdır. Bu da dil ve
tarih bilincinin yerleştirilmesi ile mümkün olabilir.
Batılılar kendi çocuklarına önce kendi
kişisel, maddi menfaatlerini korumayı öğretirler. O çocuklar büyüdükleri zaman
kendi kişisel menfaatlerini, “insan hakları” olarak algılar ve öteki olarak
gördüklerine “insan hakkı” adı altında zulme varan baskılar uygulayabilirler.
Çocuklarımızın özgüvenlerini
geliştirirken, onların yaratıcılıklarını ve eleştirel düşünme yeteneklerini de geliştirecek
ortamların oluşturulması gerekir. Gençler her türlü olumsuz şartların yarattığı
psikolojik baskının üstesinden edinecekleri bilimsel bilginin yanı sıra “kul
hakkı” diye şekillenen maneviyata dayalı güç ve kuvvetin desteğini de
alabilecek altyapıya sahip olmalıdır. Bununla birlikte ulusal bilinç, edep ve
estetik zevkler açısından da onları geliştirecek sosyal ve kültürel çevrelerin
hazırlanmasına çalışılmalıdır.
Mehmet Öz (2016, s. 4).’ün Türkiye’deki
gençlere önerdiği gibi, yurt dışında yaşayan soydaşlarımızın da “Aklını
başkalarına emanet eden bir güruha değil, aklı ve ruhuyla hareket eden, kendi
olabilen ve aynı zamanda milletine mensubiyet şuuru yüksek bireyler
yetiştirmesi esas gaye olmalıdır”. Bu süreçte de bize yani ailelere ve eğitimcilere
düşen görev mazeret bildirmek değil, olası sorunlara çözüm üretmek, bunları
hayata geçirebilmek için mücadele etmek olmalıdır.
Bugün Avrupalıların yabancılar
söz konusu olduğunda herhangi bir olumsuzluk yaşanmasa bile zihinlerinde hissettiği
olumsuz çağrışımlar, toplumsal ve sosyal hayatın kurgulanmasındaki sorunların dışa
vurumudur. Yaşanan olumlu olumsuz her olay, toplumlara tutulmuş birer boy
aynasındaki yanımadır. Unutulmamalıdır ki aynanın bir yüzü parlaksa öbür yanı
karanlıktır ve ortak gelecekte bir arada huzur içinde yaşayabilmek için
sorunların derinliğini gösteren karanlık yüzün sırlarına da vakıf olmaya
çalışılmalıdır.
Not: Bu yazı "Haber Avrupa" Aralık 2016 ve Ocak 2017 sayıları için hazırlanmıştır. Dergiye sosyal medya hesaplarından ulaşmak mümkündür.
https://tr-tr.facebook.com/haberavrupa.europajournal/
Kaynak:
Öz, Mehmet (2016). Durum
Değerlendirmesi ve Geleceğe Bakış. İçinde: Türk
Yurdu. Kasım 2016, Yıl 105, S. 351, ss. 3-5.