Eğitim düzeyinin bireyin yaşadığı
sosyal refah düzeyi ile yakın ilişkili olduğu yazılır, söylenir. Bununla
birlikte gerçekliği denenmemiş, yürekten söylendiğinde inanılmayan sözler uçar
gider. Dinleyenin üzerinde de bir etkisi olmaz.
Okullar açılalı bir hayli zaman
geçti. Bu süre içinde içimizden kaçımız
çocuğumuzun okuduğu okula gidip, öğretmenleri ile görüştü? Kaçımızın çocuğu ne
kadar devamsızlık yaptı veya okula gidiyorum diye evden çıkıp, geri dönene
kadar nerelerde vakit geçirdi? Kaç öğretmen, dersler başladığından bu yana
gerek meslektaşları gerekse öğrencileri ile sorun yaşadı ve bu sorunun çözümü
için çaba sarf etti?
Bu ve benzeri sorular uzar gider.
Konuyu dağıtmadan öze dönelim. Türkiye’de isterse yurt dışında bir ülkede okula
giden her öğrencinin, her bir velinin hedefi, çocuklarının iyi eğitim alması,
istikbalde iyi bir iş güç sahibi olarak yaşamasının sağlanması. Pek çok aile bunun
yolunun iyi bir üniversiteden geçtiğini düşünüyor.
Bakıyorum da kimi veliler daha
anasınıfından itibaren çocuklarına yabancı dil dersi aldırmaya çalışıyor.
Yabancı dilin dünyaya açılabilmek için bir pencere olduğunu düşünüyor. Yurt
dışında da bizler çocukların mümkün olduğunca okul öncesi eğitim basamaklarına
devam etmelerini ve burada en azından temel Almancayı öğrenmelerini öneriyoruz.
Türkiye’dekiler “Ben doğru dürüst bir yabancı dil öğrenemedim, bari çocuğum
öğrensin” düşüncesinde iken, yurt dışındakiler de çocuğun okul başarısı için
Almanca bilgisinin olmazsa olmaz şartlardan biri olduğunu biliyor. Bu yönde
çaba sarf ediyor; aylık gelirlerinin önemli bir kısmını eğitime ayırıyor.
Eğitime yapılan yatırımın uzun
vadeli, sonucunun hemen alınamayacağını bilenler, aslında çocuklarının değil,
kendilerinin geleceklerini de güvenceye alıyorlar. Çünkü yapılan araştırmalar
gösteriyor ki eğitim kültür düzeyi yükseldikçe, ailenin ekonomik gelir düzeyi de
artıyor; sosyal refah düzeyi yükseliyor. Dolayısı ile eğitim, özellikle alt ve
alt orta sınıfa ait olanlarımız için önemli bir sınıf atlamak, sosyal refaha
ulaşmak için önemli bir işleği yerine getiriyor.
Eğitimden sorumlu olan yetkililer
hemen her öğretim yılı başında önemli sözler söyler, topluma önemli gördükleri
mesajları verirler. Bu mesajlarda geleceğe ilişkin öngörüler, beklentiler
sıralanır. Bunlardan bir kısmı gerçekten ulaşılmak istenen sahici hedefleri
gösterirken, bir kısmı da “halkın duygularını okşamak” için veya “gelecek seçim
dönemi yatırımı” olarak söylenir. Ne bu sözleri verenler, ne de söylenen
nutukları dinleyenler hallerinden şikâyet etmezler. Alışılagelen bir döngü
sürer gider.
Bu süreçte sıradan vatandaşların
devletten beklentisi, sosyal devlet anlayışının hayata geçirilmesinden başka
bir şey değil aslında. Bunun için de bütçe imkânlarının biraz daha
geliştirilmesi yeter. Örneğin okullarda ücretsiz dağıtılan kitaplar; tam gün
eğitim ve yine ücretsiz öğle yemekleri vb. hiç de yersiz talepler olarak
görünmüyor. Bir veli, bir öğrenci sosyal devletten başka ne bekler dersek,
makul sayıda öğrenciden oluşan, çağın gereklerine göre donatılmış derslikler,
boş zamanlarını değerlendirebilecekleri mekânlar; spor ve kültürel etkinlik
alanları…
Çocuklar okula giderken ayakları
geriye gitmeden evden çıkmalı. Aileler “Bugün çocuğumun başına neler gelecek
acaba?” kaygısından arınmış olmalıdır.
Türkiye’de okula giden
öğrencilerin önemli bir kısmı kendi oturduğu mahalledeki bir okula gitmiyor
veya gidemiyor. Bunun yerine uzak semtlerdeki okullara gidiyor. Bunun velilere
yüklediği maliyet var. Servisi var, dolmuşu var…
Buna rağmen, Türkiye’deki okullaşma
oranı istenen düzeye çıkmıyor. Bir önceki yılın istatistikleri hatırı sayılır
miktardaki çocuk ve gencin okula gitmediğini gösteriyor. Örneğin ilkokullarda
193.289, ortaokullarda 293813, liselerde 157346 olmak üzere toplam 644.448
öğrenci zorunlu eğitim kapsamında olan okullarda olması gerekirken, 41 gün ve
üzeri olan “sürekli devamsız” durumda bulunuyor. Devamsızlık yapan öğrencilerin
bir önceki yıla göre oranının % 225 arttığı kayıtlara geçiyor. Öte yandan 507.225
öğrenci yaşıtları ile birlikte normal, örgün eğitimde olması gerekirken, açık
öğretim sistemiyle eğitim verilen liselere devam ediyor. MEB verilerine göre
229.727 erkek, 207.798 kız öğrenci açık liselere kayıt yaptırmış. Bu durum,
Türkiye okul sisteminin çözülmesi gereken ciddi sorunlarının açık birer
göstergesi olarak değerlendirilmeli ve gerekli çözüm önerileri geliştirilip
hayata geçirilmelidir.
Gelelim yurt dışındaki
öğrencilerin durumuna. İstatistiklere göre, Avusturya’daki çocuk ve
gençlerimizin durumu çok da iç açıcı görünmüyor. Daha önceki yazılarımda da kısmen
gündeme getirdiğim gibi, Türkiye kökenli öğrencilerin önemli bir kısmının
ilkokuldan sonra ortaokula (Hauptschule) ayrıldığı ve bu okula devam eden
öğrencilerin ancak % 7’sinin genel eğitim verilen liselere (AHS-Oberstufe)
devam ettiği, % 21’inin mesleki eğitim verilen okullara, % 27’sinin çıraklık
eğitimi verilen politeknik meslek okullarına devam ettiklerini, %29’unun ise
mesleki lise eğitimi verilen okullara devam edebildiklerini ve bu okullara devam
edebilen öğrencilerden %35’i meslek ağırlıklı yükseköğretim kurumuna veya bir
üniversiteye devam edebildiği görülüyor. Bununla birlikte bunlardan okulunu
diploma alarak bitirebilenlerin oranı ancak % 78. Meslek eğitimini kalfalık,
ustalık diploması ile bitirebilen ve hayata kalifiye eleman olarak
katılabilenlerin oranı da henüz istendik düzeyin epey altında.
Ülkede yaşayan Türkiye
kökenlilerinin genel eğitim durumuna bakıldığında da durum değişmiyor. Bunların
% 60’ının zorunlu eğitim/ilkokul mezunu olduğu, % 24’ünün bir meslek eğitimi
veya çıraklık eğitimi verilen okul mezunu olduğu; % 10’unun lise, meslek lisesi
mezunu olduğu, % 5’inin de üniversite mezunu olduğu anlaşılıyor. Oysa yukarıda da
belirttiğim gibi, eğitim kültür düzeyi arttıkça sosyal ve ekonomik refah düzeyi
de artıyor. Onun için eğitime hiç
olmadığı kadar önem verilmeli, eğitim kültür düzeyinin geliştirilmesi için
önemli çaba sarf etmeliyiz.
Şimdi yazının başında yönelttiğim
sorulara dönelim ve gerçekçi cevaplar vermeye çalışalım. Çocuklarımızın eğitimi
ile ne kadar ilgilenebiliyoruz; okul/öğretmen-öğrenci-aile üçgenini ne kadar
sağlıklı kurabiliyoruz, bunları gözden geçirelim. Kendimize karşı dürüst
olduğumuzda, sorunun kaynağı dışta olduğu kadar, kendi içimizde de gizli
olduğunu göreceğiz.
Not: Bu yazı "Haber Avrupa" ekim 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Dergiye sosyal medya hesaplarından da ulaşmak mümkündür. https://tr-tr.facebook.com/haberavrupa.europajournal/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder