Gerek Avrupa ülkelerine yaptığım
gezilerde karşılaştığım gerekse Türkiye’de ders verdiğim gençlerin Avrupalılar ile
ilişkilerimiz konusunda derin bir bilgiye sahip olmadıklarını gözlüyorum. Okullarda
da sınıf geçme ve soru çözme tekniklerine yoğunlaşan gençlerde ortaya çıkan bu bilgi
eksikliğinin de gerek Türkiye gerekse Avrupa hakkında kimi ön yargılara ve
yanılsamalara neden olduğunu görüyorum.
Bazı gençlerin yaşadıkları şehirlerin
ne tarihine ne de yaşadığı zaman dilimine ilişkin doyurucu bilgiye sahip
olmamaları, araştırmamaları veya yeterince sorgulamamaları beni bu konularda
düşünmeye sevk ediyor. Ben, bütün içtenliğimle, kişinin kendine olan güveninin
öncelikle geçmişini bilmesiyle, mevcut durumu doğru değerlendirecek donanıma
sahip olmasıyla ve bunlara ilave olarak geleceğe güvenle bakmasıyla ilişkili
olduğunu düşünüyorum.
Gençlerin bilgi eksikliğinin
doğurduğu yanılsamalara pek çok örnek verilebilir. Söz gelimi Avrupa tarihi bilinmezse,
günümüzde yaşanan kimi olguların sadece Avrupalıların iç işleri olduğu veya
Batıya atfedilen kimi üstün değerlerin sadece buralara ait olduğu sonucu
çıkarılabilir. Yaşanan olaylar hakkında doğru bir neden sonuç ilişkisi kurmak
güçleşebilir.
Avrupalıların tarihine
bakıldığında “Türk” kavramının 11. yüzyıla kadar pek fazla bilinmediği görülür.
Bu zamana kadar bilinenler ise Türklerin Doğu Roma İmparatorluğu ile Malazgirt
ovasında yaptığı savaş ve Hıristiyanlığa tehdit oluşturmaya başlamasıyla
ilişkilidir. Öncesi yoktur. Bunun öncesindeki bilgilery Türklerle ilgili değil,
4. ve 5. yüzyıllarda Avrupa’da “tanrının kırbacı” (Flagellum dei) olarak bilinen
Attilla’nın ordularıyla ilgilidir. Dolayısı ile o dönemde Türk sözcüğü yoktur.
Malazgirt Savaşı (1071) Türklerin
Batı ile ilişkisinde önemli bir dönüm noktası oluşturdu. Türkler, bu savaşta sadece
Romalıları yenmemiş, onların şahsında Hıristiyan dünyasına da saldırmışlardı. Hıristiyan
dünyasının önde gelenleri de “şiddet yanlısı, zalim, vahşi Türkler dinimizi yok
edecekler”, “kökümüzü kurutacaklar” şeklinde
bir propagandaya başladılar. Bu propagandaların sonunda da bütün dünyanın
“Haçlı Seferi” olarak bildiği, Alman tarih yazınına “Türkenkrieg” (Türk savaşı,
Türklerle savaş) olarak geçen seferler ve savaşlar başladı.
Avrupalının Türk korkusunun, Türk
karşıtlığının mayası tam da bu dönemde çalındı. Ne yazık ki bu maya tuttu; Türkler,
yüzyıllar boyunca da “kötülükte benzeri olmayan” (!) ve “Hıristiyanlığın en
amansız düşmanı” (?) gibi bir dizi gerçek dışı ifadelerle, her türlü yokluğun
ve yoksunluğun nedeni olarak anlatıldı. Dikkat edilirse, bu tür propaganda
faaliyetleri günümüzde de “ihtiyaca binaen” siyasi mühendislik faaliyetleri
olarak sürdürülmeye devam ediliyor.
Bu faaliyetlerin kökenine
inildiğinde Doğu’nun zenginliği, refahı ve gelişmişliği dillere destan iken
Hıristiyanlaşmış Avrupa’nın sınırlı bir ekonomisinin olduğu görülüyor. Avrupalı
için cennet, tasvirlerle anlatılamayan “altınla kaplı sokaklarından adeta bal
ve süt akan” Doğu’da bir yerlerdeydi.
Avrupa’nın geleceğini kurtarmak
isteyen Papalık, siyasi birliktelikleri pekiştirmek, ekonomiyi iyileştirmek
gibi düşüncelerle önderlik rolünü üstlendi. Dinin birleştirici gücü de
kullanılarak güçlü bir “Avrupa Birliği” projesi oluşturuldu. Projenin hayata
geçirilebilmesi için de biraz “şiddet” ve biraz da “zor” kullanmak gerekiyordu.
Papalık tarafından da bunun için türlü bahaneler üretilmiş; hedefler
belirlenmişti. Müslüman “kâfirlerin”, “dinsizlerin” ve “paganların” bütün
Avrupa’yı ele geçirmesinin önüne geçmek gerekiyordu. Doğu Romalılara saldıran Türkler
ilk hedef olarak belirlenmişti. Çünkü Doğu Roma’ya ve dolayısı ile Doğu
Hıristiyanlığına darbe vurmuşlardı. Böylece Avrupa’da tarihin, belki de dünya
tarihinin ilk topyekûn savaşı için topyekûn seferberlik başlatılıyordu. Bu
duruma Batı dünyasının din adamları ve yağmacılığa hazır şövalyeleri, öncülük ve önderlik ettiler. Tasarlanan
seferlerin provası önce İspanya’da yapıldı ve Yahudilerden “İsa’nın öldürülmesi
dolayısıyla” öç alınmasının yanı sıra, fırsattan istifade, servetlerine de el
koydular. Almanya’da da Haçlı Seferlerine hazırlanırken Ren boyunca yerleşik
Yahudileri öldürdüler, mallarını gasp ettiler.
İlk sefer 1095 yılında Almanya
üzerinden başlatıldı ve vaatlerle kamçılanmış, kandırılmış, kışkırtılmış
insanlar yol boyu ilerledikçe çoğaldılar. Bilinçsiz, geri ve gözü dönmüş
kitleler, inanışları ve kulaktan dolma bilgileri ile düzensizce yola
koyuldular.
Yüzlerce yıl aralıklarla tekrar
edilen savaşlarda yüzbinlerce insan katledildi; çok sayıda insan esir edildi.
Sefere katılan Avrupalı tarihçiler, Avrupalıların Türk ve Müslümanların
çocuklarını şişe geçirip kızartarak, yetişkinleri kazanlarda kaynatıp pişirerek
yediklerini yazdı (Frank kronikçiler Raoul de Caen ve Albert d’Aix). İnsan
etinin seferler sırasında yendiği, sonraları Avrupa tarihine de geçti.
Doğu ile Batı arasındaki çıkar
çatışmaları şu veya bu nedenler gerekçe gösterilerek günümüzde de devam ediyor.
İstedim ki bugün toplum liderliğine soyunanlar daha dün gibi yaşanmış olan
tarihi gerçekleri görsün ve gençler de bilgi eksikliklerini gidererek kimi
değerlendirmelerde yanılsamalara düşmesinler.
Unutulmamalıdır ki haklılık,
toplumsal ve öznel bir kavramdır; yaratılabilir; ikame edilebilir; dönemsel
olabilir; duruma göre var edilebilir. Peki, evrensel geçerliliği olan ahlaki
kurallar? Hukuk? Ahlaki kuralları geçmişte kilise dışında kimse koyamıyordu. Bu
kural koyucuların başlattığı savaşlarda da hukukun uygulanmasına gerek ve imkân
olmadığını tarih belgeleri ile ortaya koyuyor. Savaş ve hukuk ilişkilerine
gelince: Inter arma silent leges
(Savaş zamanı hukuk susar).
Sanırım günümüzde de değişen bir
şey yok.
Not:
Bu yazının oluşturulması sırasında yararlandığım ve
okuyucuya önerdiğim kaynak: Alp HAMUROĞLU. Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa.
Doğudan Batıya Uygarlık Kapıları. İstanbul: 2016. ISBN 978-605-5888-49-7Bu yazı Europa-Journal - Haber Avrupa Gazetesinin 2016/Eylül sayısı için hazırlanmıştır. http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/september2016/cakir092016.jpg (29.09.2016).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder