27 Haziran 2021 Pazar

Kalben

Geçenlerde bir şarkı çalındı kulağıma. “Cennetin sahibi karnı burnunda hamile, ama yer vermiyor otobüsteki hergele” diye bağırıyordu bir şarkıcı. Birden “N’oluyor?” diye şaşırdım; gençlerin moda deyişi ile “Oha!” oldum. Ardından internette baktım. Kalben diye bir şarkıcı varmış ve “Ben her zaman sana âşıktım” diye başlayan şarkıyı söylüyormuş. “Daha görmemiştim seni, hiç bilmiyorken eşsiz ismini”  diye devam edip giden şarkı, beni de alıp eskilere götürdü. Kalben; şarkının devamında âşık olduğunu söylüyor, piyangonun 25 trilyon devrettiğinden dem vuruyor, düzeni eleştiriyor, isyan ediyordu. Derken Ömür Göksel’in 80’lerde biz daha ergenken söylediği, daha doğrusu bizim kuşağın dinlediği şarkılar aklıma düştü, mırıldanmaya başladım.


“Umurumda mı dünya sen varsın ya / Sigara bulmak çok güçmüş / Amerika Rusya'ya küsmüş / Bizim takım küme düşmüş / Umurumda mı dünya sen varsın ya”  

Bizim takım küme düşmüş diye kahrolanlar, şampiyon olduk diye kıvananlar… Takımı küme düşenler de şampiyon olanlar da çok sevip ayrılanlar da hatta ve hatta Âşık Veysel gibi adını “aşk” koyanlar da bu hayatta nasibini alıyor. Devir mi değişti, biz mi değiştik, bilemiyorum. Lakin Şirazlı Sadi de yüzlerce yıl önce “bunlar adamı öldürüp üstüne kolumuz yoruldu diye ölenden kan diyeti isterler” diye şikâyet ettiğine göre, zaman değişse de anlayışlar değişmiyor demek ki…

O şarkı senin bu şarkı benim derken Anne Marie David’in kırık Türkçesi ile “Neşeli gençleriz biz çibidibidip çibidibidipdip, yaşamayı severiz, çibidibidip çibidibidipdip Bir pantolon bir gömlek çibidibidip çibidibidipdip,…” şeklinde kulaklara fısıldadığı gençlik şarkısı kulağımda çınladı. Birden kimi gençlerimizin çarşı pazarda, karşıma çıkan vurdumduymaz halleri, bir babalar gününde (Christi Himmelfahrt) tanık olduğum sahne gözümde canlandı.

Hadi, lafı uzatmadan, eveleyip gevelemeden söyleyeyim de sizin de sabrınızı zorlamayayım. Biliyorsunuz; içinde yaşadığımız salgın nedeniyle ibadethanelerde eski serbesti yok; insanlar hastalık riskine karşı tedbiri elden bırakmıyor; fiziki mesafeye dikkat ediyor. Bu durum camilerde de kiliselerde de aynı. Herkes tedirgin, kendine sağlıklı ortamlar oluşturmaya çalışıyor.

Bir grup Hristiyan, bir pastörün rehberliğinde açık havaya, parka çıkmışlar; kendi dinlerine göre ibadet etmeye hazırlanıyorlar. Bunları gören bir grup ergen, etraflarında toplanmış akla hayale gelmeyecek hareketler yapıyor. Kimi ibadet edenlerin dinine laf ediyor, kimi İslam’a davet ediyor, kimi de Kur’an-ı Kerim’den bir ayet okuyor. Hatta ezan okumaya yeltenenler bile dikkati çekiyor. Bu durumda kısa bir ara verip, nefes almak gerekiyor. Pastor gençlere bakıyor, Yunus Emre’den “İlim meclisinde aradım, kıldım talep; İlim geride kaldı, ille edep, ille edep” dercesine işine devam ediyor.

Her fırsatta eğitim diyoruz, demesine de eğitim sadece okulda olmuyor. Okulda yapılan ağırlıklı olarak öğretim. Eğitim; öyle bakkalda manavda para ile alınıp satılan bir ürün değil, insanın yaşantısı yoluyla, onda arzu edilen olumlu davranış değişikliğini kazandırma sürecidir. Yani zamana, belli bir süreye yayılması, özen gösterilmesi gerekiyor. Bu nedenle okullarda yapılan öğretimin yanı sıra hayat boyu öğrenme ve içinde yaşanan çevrenin kültürünü alma yani kültürlenme de önemli. Bu kültürlenme kendi kültürünü muhafaza ederken, ötekinin kültürünün farkının bilincine varma ve bu bilinçle karşıdakine saygılı olmadır. Karşıdakine saygı gösterirken de kendine saygı duyulmasını sağlama var. Bunlar aile içinde verilen eğitim ile de ilişkili durumlar. Kolayına anne baba olunmuyor. Aile olmanın, aile hayatının toplumsal hayatın mikro düzeydeki önemi tam da burada başlıyor. Çünkü çocukların kimliği ve kişiliği yaşadığı, toplumun rüşeymini oluşturan tohumun içinde şekil alıyor. Dolayısı ile her ailenin toplumun geleceğine karşı bir yükümlülüğü bu süreçlerde kendini belli ediyor. Nihayetinde çocuklar da ailenin verdiği eğitimle ve toplumun şekillendirmesine, yani adabı muaşeret kurallarına, önceki kuşaklardan alınıp gelecek kuşaklara devredilen ahlaki kurallara, kültürel normlara uyulmasına göre anlam kazanıyor. Onun dışındaki anlık davranışlar, sıra dışı ve rahatsız edici oluyor. O an kim bilir hangi düşünce ile eğlencenin dibine vuran gençlere yaptıklarının yakışık almadığını anlatmaya çalışmak nafile. Üstüne bir da laf yemek var. Ancak yarım yüzyılı aşan işgücü göçünün en sancı veren kelimesi “uyum” veya “uyumsuzluk” tam da bu noktada kendini ele veriyor. Bu durumda toplumun hassasiyetlerine saygı göstermek ne kendi kültüründen kopmayı gerektirir ne de baskın kültürün ögelerini kabul ederek, bütünün içinde erime, yani asimilasyon, anlamına gelir. Asıl asimilasyon kişinin kendini ve kimliğini hakir görerek adını değiştirmesi veya önüne öteki kültürün adını yok söylemesi kolay yok şu yok bu nedenle almak bilinçsizliği ile veya evinde çocuğu ile “Almanca öğrensin” bilinçsizliği ile anadilini konuşmaktan imtina etmekle başlıyor. Herkesin kendine gelmesi ancak bilinçli bir dönüşümün gerçekleşmesi ile mümkün olur. Bu bilinç dönüşümü de eğitimle mümkün olur, ötekinin adını alma veya bebeği ile ötekinin dilini konuşma bilinçsizliği ile değil.

Düşündüm de durumların sorumlusu da biziz, bizim geç kalmışlığımız, bizim vurdumduymazlığımız, bizim sorunları ve nedenlerini görmezden gelerek yaşanan olumsuzlukların nedeni yerine sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışmamız. Bir olumsuzluğu ortadan kaldırdığınızda, bir diğer olumsuzluğun karşınıza çıkması kuvvetle muhtemeldir velev ki sorunu, olumsuzluğu doğuran nedenlerin üzerine gidilip çözüm üretilmesin. Bu “biz” yani sorumlu sorumsuzların, çözüm üretme makamındakilerin, yeni kuşağa değerler eğitimini verememesi yaşanan olumsuzlukları doğuruyor. “Hala kim bu ‘biz’?” diyenlere şaşıyorum. Bu “biz” Türk ya da Alman veya amir ya da memur olmuş ne fark eder. Etrafınızda bir sürü sorumlu sorumsuzu gördüğünüzde, sorunun cevabını da anlarsınız.

Şarkıcı Kalben ile başladık devam edelim. Kalben; kelime anlamı olarak “gönülden, içten, içten, yürekten” demekmiş. Bu işler biraz gönül, biraz yürek işi. Mevlana’nın “Ey insan! Kadere az bahane bul. Buğday ektin de arpa mı biçtin?” sözüyle kendimize gelelim de gençlere bir söz söylemenin bir anlamı olmayacağını anlayalım. “Gönül hissetmezse kulak duymuş neylesin? Kalp sevmedikçe el dokunmuş neylesin?”

İşte böyle biz dokunamadığınız hayatlardan adabı muaşeret bekliyoruz.  Fuzuli’nin dediği gibi; “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.”


Not: Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi'nin Haziran 2021 sayısında yayımlanmıştır. Yazıya http://europa-journal.net/kalben/ (27.06.2021) adresinden ulaşılabilir.

26 Haziran 2021 Cumartesi

Bir göz ki, nazarında ibret olmasa anın - Niyâzî-i Mısrî

 Bir göz ki, nazarında ibret olmasa anın,

Başının üzerinde düşmanıdır insanın.

 

Kulak ki öğüt almaz, her dinlediği şeyden,

Akıtsan yeri vardır, kurşunu deliğinden!

 

Bir el ki, onun olmaz, hayır ve hasenâtı,

Verilmez ona, Cennet ehlinin derecâtı.

 

İbâdetin yolunu bilmeyen ayağını kes,

Görsün her geçen kimse, mescidin önüne as!

 

Bir kalb ki, Hakkın zikri ile olmazsa mu’tâd,

Öyle et parçasına, verme sen, kalb diye ad!

 

Seni şerre götüren, şeytana nefsim deme,

Nefs odur ki meyleder, hep hayırlı işlere.

 

Kalb denir mi İblîsin yolun tutmuş olana,

Kibr, hased gibi huylar, birer şef olmuş ona.

 

Şu rûh ki, cismi diri tutar, ona deme can,

Hayvanda da vardır o, damarlarda dolaşan!

 

Cân, odur ki, “Nefahtü” der ona Kur’ân’da Hak,

Nefha-i Rahmâniyye, odur ki bir sırr-ı mutlak.

 

İşte bu rûha ancak, kavuşan olur insan,

Bu nefha aslımızdır, görünen sözde insan.

 

İnsan deyince kişi, rûhu anla ve bil ki,

Rûh-ı musavver odur, ondadır akıl ve bilgi.

 

İnsanın bu dünyâya gelmesi sebebini,

Anlayan bu rûhdur hem âhiret seferini.

 

Ol nefha imiş, diri tutan cümle cihânı,

Ol nefha imiş, tezyîn eden, bağ-ı cinânı.

 

Ol nefha için etti, Âdem’e secde melek,

Ol nefha ile buldu, hayat cümle memleket.

 

Ol nefha ile gözü açılan, görür elbet,

Ol nefhayla çözülür, hem de manâ-i hikmet.

 

Ol nefhadır Âdem’e, Rabbin büyük ihsânı.

Ol nefhadır ayıran, hayvanlardan insanı.

 

Gönül onunla eder, Hakkın zikrini mu’tâd,

Ol nefha ile eder, dâim, dost adını yâd.

 

El onunla vermeğe başlar mülk ile malı,

Ayak dahî bu nefha, ile doğrultur yolu.

 

Nefs onunla râdiyye ve hem merdiyye olur,

Emmâreliğin atıp, dahî tezkiye bulur.

 

Velî onunla aştı, semâvâti ey ahî,

Hem de onunla buldu, melekûta terakkî.

 

Ol nefha ki, adem demidir ademi iste,

Ol demle Niyâzî erilir menzil-i dosta.

 

Yine dil na’tını söyler Muhammed,

Dil ü can mülkünü söyler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Ne kâdirim seni medh etmeğe ben,

Kemâhi medhi Hak söyler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Sen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûk,

Senin medhinde âcizler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Boyuna hil’at olanı giyip sen,

Düşüptür sâye serviler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Kaşındır “Kâ’be kavseyni ev edna”,

Derinden açılır güller Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Boyun eğmişdürür çeşmine hayrân,

Çemen sahnında sünbüller Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Lebîn la’lı dehânın ma’denîdir,

Lîsânın vâhyi Hak söyler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Şu vaktin ki, çıkıp gezdin semâyı,

Bulup hazrette rif’atler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Kamu ervâh-ı peygamber hem eflâk,

Seni iclâle geldiler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Seni şâh-ı âlem kılıp ol anda,

Kâmûsu ümmet oldular Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Niçin olmayalar ümmet ki, Hakkın,

Rızâsın sende buldular Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Ne noksan ire câhına kılarsın,

Niyâzî’ye şefâatler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

22 Haziran 2021 Salı

Affetmek insanı yüceltir

Bugün Müslüm Gürses’in söylediği bir şarkıyı dinledim. Sözlerini Tuna Kiremitçi’nin yazdığı “affet” adlı şarkı beni farklı duygulara sevk etti. Yakın geçmişte yaşadığım, tanık olduğum kimi durumlar zihnimde film sahneleri gibi canlandı. Bunun üzerine affetmeyle ilgili görüşlerimi yazmaya karar verdim.

İnsanlar hayatı boyunca, farklı yaşlarda değişik durumlarla karşılaşıp, birbirine benzemeyen duygu durumları yaşayabilir. Olayları ve olguları içinde bulunulan ruh haline ve durumuna göre farklı algılayabilir. Bazen öfkelenir, bazen üzülür, Kimi zaman da sevinir. Beyin ağırlıklı olarak olumsuz duygu durumlarını kaydeder.

Örneğin covid-19 salgını sırasında pek çoğumuz nice durumlar yaşadı. İnsanlar en yakınlarına, en sevdiklerine hasret kaldı; hatta içimizden sonsuz âlemin bilinmezliğine emanet edilenler oldu. İnsanlar geçmişteki yaşanmışlıklardan dolayı özür dilemek veya af dilemek ile affedilmek arasında gelgitler yaşamaya, yaptıklarından pişmanlık duymaya başladı.

Nefret veya öfke, insana özgü bir duygudur ve insanın duygusal tepkiler vermesi doğaldır. Bu duyguların oluşturduğu baskıdan kurtulmanın yolu ise insanın kendisi ile yüzleşmesinden geçer. Kendisi ile barışık olmayan, çevresi ile kavgalı insanlar bir anlamda “evren” ile kavgalıdır.

Hayatta herkes hata yapabilir, kendisine hata yapılır. Yaşananlara tepki göstermek insanın doğasında vardır. Ancak yapılanı bağışlamak, yaşama sanatının ustalarının harcıdır. Affetmek, affedilmek durumunda olmak, hayatın içinde yaşanan durumlardır. İnsan yerine göre af dilemeyi, yerine göre affetmeyi bilmelidir. Uygar insan da yerine ve gereğine göre özür dilemeyi ve teşekkür etmeyi bilen insandır. Anadolu insanının deyişi ile “iyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik er kişinin, iyiliğe kötülük şer kişinin” işidir.

Affedebilmek, insanın kendini geçmişin kimi saldırılarından koruması, içindeki kızgınlığın geçip gitmesine, olumsuzluklardan uzaklaşmasına yardımcı olur. İnsan, affetmekle yücelir. Affetmek; unutmak değil, affedilene daha iyi insan olabilmesi için fırsat vermektir. Bir kimse durduk yerde affedilemeyeceği için; affetmek için içten bir özür beklenir. Affetmek, bir anlamda insanın kendi zindanından özgürlüğe kavuşmasıdır.

Affetmek, incinen ruhun tamiri için garanti belgesi anlamına da gelmez her zaman. Bazen af dileyen de sözünde durmayabilir. Oysa söz vermek önemlidir. “Öl söz verme, öl sözünden dönme” demiş Hacı Bektaş-ı Veli. Yani söz vermek sanıldığı gibi herkesin harcı değildir. Aşık ile maşuk, yahut seven ile sevilen birbirine bir durakta rastlaşıp, öbür durakta inmek için değil, iki cihan saadeti için söz verir. Öyle dilek tutar. Sevenin sevdiğine sevmekten başka muradı olmaz. Sevenler ne kadar sevildiğini bilmese de sevdiğinin otostop çeker gibi her durakta inip araç değiştirmeye meyletmesine de rıza göstermez.

İnsanın zor zamanlarda yüreğine umut tohumları ekip sevgi tomurcuklarını yeşertmeye çalışması gerekir. Böyle olduğunda vakit geldi deyip inmeye niyet edilen durakların kaldırılmış olduğu, yolun uzun; hayatı paylaşmanın; insanın sevdikleriyle bir arada olmasının ne kadar anlamlı olduğu ortaya çıkar. İnsan; yaşamanın, hayatı paylaşmanın tarifsiz hazzını duyar. Yeter ki kişi hedefini şaşırmasın, ne zaman hangi araca bineceğini, hangi durakta aktarma yapması gerektiğini iyi bilsin… Unutulmamalı ki umut; en mutsuz, en umutsuz, en karanlık gecelerde inananlardan ışığını esirgemez; yeter ki insan sevdiklerinin, değer verdiklerinin uğruna mücadele etmekten vaz geçmesin, bu uğurda kaybetmekten korkmasın, pes etmesin. İnsanı kaybeden dünyayı kazansa ne çıkar… Umut etmek, yaşanmış bir hayatın ardından yaşamaya tutunmaktır. Umudunuzu kaybetmeyin.

Birisi gönül indirip af diliyorsa ve ortada bir insanlık suçu yoksa af dileyen de hoş görülmelidir. Çünkü insanın gündelik hayatın koşuşturmacası içinde yaşadığı sorunların, çözümsüzlüklerin, anlaşmazlıkların önüne geçebilmesi, etkili iletişim kanalları üzerinden özür veya af dilemekle mümkün olabilir. İnsanın bir kereye, bir defaya mahsus af dileyeceği durumlar yaşanabilir. Af dilenecek hususlar sık tekrar etmemelidir. Böyle durumlarda af dileyenin olduğu kadar af edenin de güvenilirliği sorgulanmaya başlar.

İnsanın; zor zamanlarda yaşananlardan bunalıp sıkılınca, hayatın yükü altında ezilmek yerine, kendine her hangi bir meşgale bulup üretmeye başlaması, bu yolla bir çıkış yolu araması iyi gelir. İnsan; ancak ürettiği, kendine ve çevresine katkıda bulunduğu sürece, duygularını olumluya dönüştürüp, ruhsal bir rahatlama yaşar. Kendisi, sevdikleri ve çevresi ile yaşadığı çelişkileri atlatmak, sorunlara çözüm üretmek bu yolla mümkündür.

İnsan; öfke ve nefret uyandıran şeyleri cımbızla çekip hayatı kendine ve karşıdakine zehir etmek yerine affetmeyi denemelidir. Affetmek, yanlışı geçmişe yerleştirir. Geleceği, zehrin etkisinden kurtarır. Affeden insanın gelecekte kendisi olarak hareket etme imkânı olur. Geçmişin olumsuzlukları ile geçmişten kalan ruhsal örselenmeler affetmekle düzelir.

Uzun lafın kısası; şu fani dünyada insanın affedici olması, kimseye kin gütmemesi gerekir. İnsan geçmişe baktığında ölümlü dünyada kendisine yapılan kötülüğün yüküyle yaşamamalı, içindeki olumsuz duyguları kartopu gibi büyütüp, altında ezileceği bir çığa dönüştürmemeli, hayatını karartmamaya özen göstermelidir.

Sezai Karakoç; “Af dilemeye geldim” diyor. Öfke ve nefret uyandıran şeyleri cımbızla çekip hayatlarımızı tarumar ediyoruz. Hâlbuki affetmek, içimizdeki iyiyi açığa çıkarmak için bir vesiledir, insanın özündeki iyiliğe, varlığındaki yüceliğe inanmaktır. Affetmek vurdumduymazlık demek değil “Aslında sen bana bu kötülüğü yaptın, ben bunun farkındayım, ama senin farkına vardığın bu hatayı telafi etmene fırsat vermek, senin hatalarının yükünü daha fazla taşımak istemiyorum” demektir. Zor olan da insanın affedecek olgunluğu gösterebilmesidir. Affetmek, aynı zamanda kişinin kendine yaptığı bir iyiliktir; hayattan, yaşadıklarından ders veya dersler çıkarmasıdır; kendine özşefkat göstererek içinde olduğu olumsuz şartların üstesinden gelmesidir.  

Azar azar yitiriyoruz; dünden, bugünden, gönülden, ömürden! Farkında mısınız? İnsanın yaşadıkları ile hayatın gerçekleri ile yüzleşebilmesi ve yaşadığı gönül kırıklıklarını atlatabilmesi, özür dilemesini bilmesi ve affetmesi ile mümkündür.

Bu yazı; Post Bayern Gazetesi Haziran 2021 sayısı 12. sayfada yayımlanmıştır. 

https://de.calameo.com/read/004933340583c9bc5f83f?authid=jmn2MWkc66cC (22.06.2021)



12 Haziran 2021 Cumartesi

Bilmek özgürleştirir

Yunus Emre (1238-1328) der ki “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır.” İlim yahut bilim, TDK sözlükte “Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci” olarak tanımlanmaktadır. Bilim insanı da deneye dayanan yöntemler kullanarak, gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya, kanıta dayalı bilgi üretmeye çalışır.

Cebinizde cüzdanınızın olduğunu bilmek, bu gazetenin Avusturya’da yayımlandığını bilmek, bu cümlenin yazarının dünyaca ünlü bir sporcu olmadığını bilmek… Bunlar kanıta gereksinim duyulmayan günlük, kullanımlık bilgilerdir. Bu bilgilerin epistemik yahut bilişsel bir değeri olmakla birlikte, bir bilen ile öbür bilen arasındaki ilişkiye ışık tutmaktadır ve bu bilenin neyi ne kadar bildiği, bilmeyenin de neyi neden bilemediği Platon ile öğrencisi Aristoteles’ten bu yana tartışılan bir konudur. Platon doğada görülenlerin gerçekte ideaların yahut insan ruhunda var olan şeylerin yansıması olduğunu söylerken, öğrencisi Aristoteles insan ruhunda var olan şeylerin doğadakilerin yansıması olduğunu söyler ve bilmenin duyular ve akıl yürütme yoluyla gerçekleştiğini savunur. Tartışmanın ana konusunu bilmenin bireysel ve toplumsal arka planı oluşturmaktadır. Bu tartışma günümüzde de devam etmektedir.

İnsan her şeyi bilemez. Bununla birlikte yaptığı iş, yaşadığı çevre gibi konular göz önüne alındığında, ortalama bir insanın ömür boyunca neleri öğrenmesi veya hangi konularda neyi bilmesi gerektiği hususunda bir fikir sahibi olunabilir. Bilmek için öğrenmek gerekir. Öğrenmek ise bir devinimdir, bu devinimin ve emeğin sonunda elde edilen kazanımlar bilgiyi oluşturur. Öğrenilen veya edinilen bilgi insanın özgüvenini pekiştirir ve onu özgürleştirir. Bu durumun farkında olup bilgiye ulaşanlar; toplumsal ve sosyal hayatta, bilgiyi süs olarak taşımak yerine hayatın yükünü hafifletmek için kullanır ve bu yolla toplumsal ve sosyal çevrede farkındalık yaratırlar. Bu gruptakiler bilgiyi rehber edinir, bilimsel bilgiye değer verir ve bilimsel bilgiyi kullanarak insanlığı ve insan eliyle oluşturulan medeniyeti çok daha ileri noktalara taşıyabilirler.

İnsan öğrenmenin hazzına, bilmenin tadına vardıkça, daha ileri öğrenme basamaklarını çıkmak için çaba göstermeye başlar. Bu çaba kişiyi bilinenden bilinmeyene doğru bir arayışın hüküm sürdüğü bazen zor, bazen meşakkatli, bazen de çok keyifli bir seyahate çıkarır. Bu seyahate bazen araştırma, bazen öğrenme edimi denir. Araştırma aslında “…biliyorum” diyebilmenin mutlu sonuna ulaşmak, keyfini çıkarmak ve sonsuz okyanuslarda daha ileri araştırmaların anahtarını bulmak, yolunu açmaktır.

Araştırma insanın bir şeyi bilmek için arayış içinde olduğu süreci anlatır; yetenek geliştirme değil, bilimsel bilgiye, hakikate ulaşma çabasıdır. Dolayısı ile araştırma süreklilik içeren bir kavramdır. Bir konuda uzmanlaşmak isteyenlerin, uzmanlaşmak istediği alanla ilgili olan ve bilinmesi gereken bilgilerle donanması, bilimsel bilgileri alanın disiplinine sadık kalarak öğrenmesi gerekir. Araştırma gibi öğrenme de zamana yayılan bilişsel ve duyuşsal bir süreçtir.

Derler ki “Olmak için yanmak gerekir, yanmak için de ateşi bulmak”. İçine öğrenme ateşi düşenler, herkese olağan görünen bir durumu, bir olguyu olağan dışı görüp, merak eder; bilgiye ulaşmak için gerekli ilk adımı atar ve araştırmaya başlarlar. Yapılan araştırmanın sonucu ile elde edilmek istenen bilgiye ulaşıldığında, öğrenmenin de belli bir aşaması gerçekleşmiş olur. Bu süreçte bilgiye ulaşan insan, bilgiye ulaştığı an itibarı ile “ben oldum” derse, araştırma ve gelişme süreci o andan itibaren sona erer ve öğrenme hali kesintiye uğrar. Çünkü her bir bilgi ileri araştırmalar için yeni bir basamaktır ve insanlığın gelişimi bu sürecin kesintisiz devamına bağlıdır.

İnsanın öğrenmesi çevresel etkilerle de yakın ilişkilidir. Şöyle ki insanın öğrenme çabası aslında bireyin kendini geliştirme isteği ile de ilişkilidir. Elde edilen bir bilginin doğruluğunun sınanması için yeni araştırmaların yapılması, kontrol mekanizmasının devreye sokulması, öğrenme halinin kesintisiz sürdürülmesi gerekir.

Çevresi ile etkileşim içinde olan insan, bu etkileşim sürecinde de öğrenme edinimini gerçekleştirmekte, sorunlar karşısında da çözüm üretebilme becerisine sahip olmaktadır. Yani hayatın sürdürülebilmesi için gerekli temel ihtiyaçların giderilmesi gerekir. Bu ihtiyaçlar kendini farklı şekillerde hissettirebilir. Kısa süreli biyolojik ihtiyaçların karşılanması, insanın tür olarak varlığını sürdürebilmesi amacına hizmet eder. Daha ileri ihtiyaçların giderilmesi için bilgi ile birleşen yetenek, aklı devreye sokar. Akıl ve bellek insanı diğer canlılardan ayıran, insana insan olma vasfını kazandıran özelliklerden biridir. Kısa süreli deneyimlerden ya da uzun süreli araştırmalardan elde edilen kazanımlar belleğe kaydedilir ve ihtiyaç duyulduğunda yeniden kullanılmak üzere geri çağrılır. Bu bilgiyi depolama süreci de araştırma süreçleri sonucunda elde edilen verilerin belleğe kaydedilmesi, daha doğrusu öğrenme ediniminin sürdürülmesi halidir. Belleğe yeterli bilgi kaydedenler, doğal olarak bir ürünü geliştirme ve insanlığın ihtiyacını karşılama becerisine de sahip olurlar. Bir ürünü ortaya koyma becerisine sahip olanlar da ürün hakkında yeterli bilgiye sahip oldukları için o ürünün ortaya çıkarılabilmesi için gerekli süreç yönetimine de hâkim olurlar. Yani bilgi sahibi olanlar, bilgiyi kullanarak ürüne nitelik kazandıracak donanıma da sahip olurlar.

Çeşitli bilimsel süreçlerde yapılan araştırmalar bilgi üretmeye, elde edilen bilginin insan hayatının geliştirilmesine yöneliktir. Elde edilen bilgi ve üretilen ürün, paylaşıldığı ve insanlığın faydasına adil olarak sunulduğu ölçüde değer kazanır. Bu ürün bazen insanlığın sıkıntılarını ortadan kaldırmaya yönelik bir çalışma, bazen de bireysel veya profesyonel bir kazanıma dönüşür. Bilimsel bilgi ve ürünü sadece dünyevi emellere ulaşmak için kötüye kullanan insanlar, bilim tarihinde olumsuz örnek olarak anlatılmaktadır. Bunlar “erdemsiz” bilgililer şeklinde tanımlanır.

Öğrenilen bilginin yeni kuşaklara aktarılması, yani öğretme durumu kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Öğretme sürecindeki insanlar da tıpkı öğrenme sürecinde bulunanlar gibi bedenlerinde fiziksel bir değişiklik yaşamazlar. Eğitim bu bağlamda belki fiziksel olarak değil ama bireysel bir davranış değişikliği, toplumsal ve sosyal hayatın gelişimi ve yeniliklere evrilmesi şeklinde karşımıza çıkar.

Hayat boyu öğrenme, toplumsal ve sosyal etkileşim sürecinde öğrenme gibi alanlara ayrılan öğrenme; öğrenme edimi ile yeni bir kavram ile ilişkili olarak ortaya çıkar. Bu kavram okuldur. Okul; öğrenme ediniminin öğretmen eli ile gerçekleştirildiği kurumsal yapının adıdır. Bu kurumsal yapı içinde öğrenme aşamalarını tespit etmek, önceden belirlenen ve kamu otoritesi tarafından da onaylanan bir programın sistematik bir şekilde aktarılmasını sağlamak amacıyla sınıflara, dersliklere ayrılır. Bu kurumlar bir yandan bireyin kişisel gelişimine destek olurken, öte yandan toplumun gelecekte ihtiyaç duyacağı yetişmiş insan gruplarını öngörülen yeni toplum düzenine göre hazırlar. Bireylere aktarılan bilgilerin somutlaştırılmış göstergesi olarak karne, diploma gibi belgeler düzenler.  Bu kurumlar öğrenme ve öğretmen çabasını da bireyin sorumluluk alanından çıkarıp, kamunun sorumluluk alanına taşır. Zorunlu eğitim uygulamaları bu ihtiyaç ve anlayıştan kaynaklanmıştır.

Gelişmiş toplumlarda araştırmalardan elde edilen bilimsel bilgi; yayılabilir, doğruluğu sınanabilir bir olgudur. Geçerliliği doğrulanmış bilginin yanı sıra yeni durumlara bağlı olarak ortaya çıkacak yeni bilimsel bilgilere saygı duymayı öğretir. Toplumda araştırma iklimi ortaya çıkar. Araştırmacılar bir bilgiyi bilir, bilimsel bilgiye ulaşmayı öğrenir, bilinmeyene bilinenler üzerinden ulaşır. Bilgiyi üretene de saygı duyar, bilgiyi kullanırken de toplumsal ve sosyal bir sorumluluk bilinci içinde hareket eder. Burada yabana atılmaması gereken bir diğer husus da insana özgü olan ve kopyalanamayan, dağıtılamayan en önemli olgu, yani yetenektir. Bilgi ve yetenek birleşince sahibine özgü özel ürünler ortaya çıkar. Bu ürünler de alanda ilkleri oluşturur. Bir bilimsel bilgi ikinci bir bilgi ile birleşip yeni bir bilinmeyene ulaşmak için kullanılabilirken, insana özgü olan yetenek, ikinci bir insanda bulunan bir başka yetenek ile birleşip yetenek üzerine yetenek kurulamaz.[1] Dolayısı ile yetenek ve bilgi özel alanı oluşturur.

Sonuç olarak; bilgi gücü, öğrenme de özgürlüğü beraberinde getirir. Bu özgürlüğün tadına varabilenler okumayı, yazmayı ve dahi öğrenmeyi yaşam biçimine dönüştürür, henüz var olmayan veya varlığından haberdar olunmayan bir ürünü ortaya çıkarıp kullanarak dünyaya hükmederler. Ne diyeyim, bütün bunları verenin “Lütfu da hoş kahrı da”



[1] Okuma önerisi: Mehmet TEKEREK. Bilimsel Araştırmanın Bilgisi: İnsanın Öğrenme Hali. I. Sürüm. Kahramanmaraş: E-Kitap, 2020. ISBN:978-625-400-282-3.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...