Temmuz başında yazdığım ve yeni ders yılının başladığı bugünlerde paylaşmayı uygun gördüğüm bu yazıda, geçmişe yolculuk ederek yaşadıklarımın bir kısmını anlatmak ve yeni kuşak için derlediğim kırıntılardan oluşan, bölük pörçük anılarımı sıralamak istedim. İstedim ki hayat her daim toz pembe değil. İniş ve çıkışları var.
Benim de öğretmenlerim oldu, hayatımda iz bırakan.
Benim de öğretmenlerim oldu, hayatımda iz bırakan.
Benim de öğretmenlerim oldu, attıkları sopalar
Karadeniz’e köprü olan.
Benim de öğretmenlerim oldu, her pes ettiğim an, hayata
yeniden başlama şansı veren.
Benim de öğretmenlerim oldu, yüreğinin sıcaklığını
hissettiren.
Benim de öğretmenlerim oldu, kendi inanmadıkları
doğruları, bana değer diye anlatan.
Bugün geçmişe dönük hatıraları yeniden
yaşamak istemiyorum. Sıklıkla hatırlanmaya değer anlarım olmadı, acıdan ve
gönül kırıklıklarından başka. Üzerime giydiğim kapkara önlük, bazen kapkara bir yazgıyı
kapatmaya çalıştı bazen de yaşıtlarım arasında sıradanlaşmama yardımcı oldu. Yaz kış giydiğim “laylon” ayakkabılar, kimi zaman yamalı ama yıkanmış, kırışıkları "yatak ütüsü" ile açılmış pantolonlar bugünkü
gibi moda değildi. Üzerimde anamın sevgiyle ilmek ilmek ördüğü ve beni zemherinin
ayazında, ağustosun sıcağında sıkı sıkıya saran kazaklarım vardı; öyle allı pullu montlar, kabanlar hak getire...
İlkokulu Sivrihisar'a gidene kadar, dört sene köydeki birleştirilmiş
sınıflarda okudum. Bir grup ders yaparken, diğer grup küme çalışması ile
oyalanırdı. Her bir sınıf da kendi içinde alt kümelere ayrılmıştı. Küme dediysem tembeli, çalışkanı
ayrı ayrı oturtulan... Kiminin yakasındaki kırmızı kurdele bazı öğrencilerin ait olduğu seçkin, çalışkanlar grubunu gösterirken, kiminin yüreğinden akan kanın rengini, acıyı ve nihayet benimle aynı kaderi paylaşanların sınıfını, ait olduğu grubunu gösteriyordu. Ben ilk yıl grubun içinde en
zor öğrenen, en tembellerden ve en fazla dayak yiyenlerin birincisi oldum. Herkesin elindeki
okuma kitabı bir yana, benim elimdeki Canlı Alfabe bir yanaydı. Hece hece okusam da bitmek bilmiyordu. Onun sayesinde okuma yazmayı mayıs ayında, yani alfabe
bitip okuma kitabına geçince söktüm. Alfabeyi bitirmekten mi yoksa yediğim dayaktan mı bilemiyorum, gözyaşları içinde elime aldığım okuma kitabını sular seller gibi okumaya başlamıştım. Bu duruma öğretmen
bile inanamıyor; kitabın ileri sayfalarından örnek parçaları da okutup, beni
sınıyordu. Evet, nihayet okumayı sökmüştüm. O günden sonra, sokakta gördüğüm gazete parçasını, evdeki Saatli Maarif Takvimimin yaprağını, manavdan aldığım kesekağıdını, velhasıl ne bulduysam okumaya başladım.
Öğretmenim oldu maşa ile döven, öğretmenim oldu, okumanın toplumsal sınıf atlamanın en etkili silahı olduğunu öğreten. Bu minval üzeri, her sabah bir koltuğumun altında okul çantam, öbüründe sınıfın ortasındaki sobaya atıp
içimizi ısıtacak bir parça odunla yola düştüm. Bazı günlerde derse geç
kaldığımız için kara tahta başında bir ders saati boyunca tek ayak üzerine dikilme
cezası veren; cetvelin ince tarafıyla ellerimize kızartana kadar vuran.
Öğretmenlerim oldu, ayakkabımıza yapışan, elbisemize sıçrayan çamuru bahane edip dersten çeşme başına gönderen.
Zemheri ayında üzerindeki çamuru çeşmeden akan buz gibi suyla, tırnakları
sızlayana kadar ovuşturup, iyice temizlenmeden sınıfa almayan...
Öğretmenim oldu, benim de rol model
olarak gördüğüm; rüyalarıma giren, hayallerimi süsleyen. Kuş uçmaz, kervan geçmez orman köyünde, bürokrasiye uzak, Allah’a
yakın bir yerde, her gün iki dirhem bir çekirdek misali tertemiz giyinen; ütülü
pantolonu, kolalı gömleğini, kravatını ve birbirinden güzel yaka mendiliyle
geldiği derste hem zihnimizi hem de yüzümüzü aydınlatan…
Öğretmenim oldu, bize köylü, maraba demeyen…
Her bir çocuk için maaşından artırdığı parayla, çarşı pazar esnafından aldığı
destekle formalar, toplar alıp köy yerinde kiremit tozu, tuğla parçası ile spor sahası hazırlayıp, voleybol takımları
kurup kızlı erkekli kıyasıya maçlar yaptıran. Köy çocuklarını minibüslerle il içi
turnuvalara, gruplara götürüp hayatı öğreten. Spordan arta kalan zamanlarda çarşı pazar gezdiren, her şeyden önemlisi kapalı spor salonlarında yapılan okullar arası turnuvalarda alkışlattırıp, onlara başarı duygusunu tattıran.
Öğretmenim oldu, her yeni öğretim
yılı başında “Kız çocukları okumaz” diye evlatlarını eve hapseden babaların
evlerini kapı kapı dolaşıp onlara dil döken, başarılı çocukları devlet parasız
yatılı sınavlarına götüren…
Öğretmenim oldu, “Bu hergeleyi
sınıfta bırak, okumasın” diyen densizlere karşı dik duran. Savrulan tehditlere
pabuç bırakmayan... Sabır çanağı taştığında “Defol!” diye
bağırdığında, “Tef de dümbelek de sen ol!” diye küstahça karşılık bulan.
Öğretmenim oldu, yüreğim sıkışıp,
baba hasretinden ağladığım günlerde şevkatle saran; bugün bile tarif edemediğim
acıları dağıtan.
Öğretmenim oldu, en gayretli
anlarımda azarlayıp, içimde açan çiçeği solduran. “İçimdeki sevinci, üflenmiş
mum gibi söndürüp, yerinde bir kara is bırakan.”[1]
Öğretmenim oldu… Cumhuriyeti
sevdiren, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın, şucu-bucu olmaktan daha makbul
olduğunu bildiren. En büyük ödülün Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmak ve onun onuru
ile yüklediği sorumluluğu muhannete muhtaç olmadan, alnı ak, başı dik olarak
yerine getirebilmek olduğunu öğreten.
Öğretmenim oldu, hasta olduğumda,
sağlık memuru gibi yanımda ilk müdahaleyi yapan.
Öğretmenim oldu, köy yerinde masaları dizip tiyatro sahnesi, çarşaflardan perde, sıralardan seyirciler için oturak yapıp, öğrencilerine yılsonu müsameresi yaptıran. Onlara verdiği küçük, ama anlamı büyük rollerle, onların her birini toplum önünde konuşmaya cesaretlendiren.
Öğretmenim oldu, köy yerinde masaları dizip tiyatro sahnesi, çarşaflardan perde, sıralardan seyirciler için oturak yapıp, öğrencilerine yılsonu müsameresi yaptıran. Onlara verdiği küçük, ama anlamı büyük rollerle, onların her birini toplum önünde konuşmaya cesaretlendiren.
Hatta öyle öğretmenler gördüm ki her
birinin ortak özelliği tartıştığı meselenin esasını gözden kaçırdığı halde,
iddialarını desteklemeyen kimi olguları kanıt gibi sunan; kendisi gibi
düşünmeyen kişilerin ortaya koyduğu argümanlara karşı tezle cevap vermek
yerine, bu kişilerin kişiliklerine saldıran ve nihayet bu yolla muhatabını itibarsızlaştırarak
öne sürülen argümanların geçersiz olduğu yönünde bir algı yaratmaya çalışan. Ama
ben “Âcizler için imkânsız, korkaklar için müthiş gözüken şeylerin kahramanlar
için ideal” olduğunu unutmadan, her yeni güne yenilenerek yeniden başladım.
Bugün bana hayattaki en büyük
hayalimi sorsalar, “Kimsenin kimseyi kıskanmadığı, mala-mülke tamah edilmeyen,
paranın hüküm sürmediği; bilime, kültüre ve yeni olan her şeye merakın olduğu
bir ülke” isterim. Bu ülkenin mimarlarının da nitelikli öğretmenler olacağını eklerim.
Son olarak, gençlere ne tavsiye edersin
derlerse de, bir dönem çalışma odamın da duvarını süsleyen ve Atatürk’ün “Büyük olmak için
kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, ülke için gerçek
amaç ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde
bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. Fakat sen buna karşı
direneceksin, önüne sonsuz engeller de yığacaklardır; kendini büyük değil
küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu
engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse bunu söyleyenlere
güleceksin” sözünü altın harflerle çerçeveletip baş uçlarına asmalarını,
başkaca bir söze de kulak asmamalarını söylerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder