Bundan önceki yazılarımda millet,
milliyetçilik, ırkçılık gibi konulara yer verdim. Bu yazıyı ise oldukça
tartışmalı kavramlar haline dönüşen vatan ve kimlik üzerine yazıp, üçlemeyi
tamamlamak istedim.
Avusturya’ya gelen ilk kuşağın
torunları bugün üçüncü kuşak, onların çocukları da dördüncü kuşak Türk toplumu
olarak bu ülkede yaşamaya devam ediyorlar. Bunların pek çoğu doğup büyüdüğü Avusturya’nın
vatandaşlığına geçti; Türkiye tatillerde gidilen bir ülke haline geldi. Bununla
birlikte dedelerinden, babalarından miras gibi aldıkları vatan, millet, bayrak
sevgisini yüreklerinde taşıyorlar; vatan deyince yürekleri Türkiye için atıyor,
bayrak deyince de dillerinden Türkiye’yi düşürmüyorlar. Türkiye onlar için her
daim gidemeseler bile zihinlerine yer eden bir ütopya, bir hayal ülkesi olarak varlığını
sürdürüyor. Nasıl sürdürmesin ki… Yahya
Kemal Beyatlı’nın ifadesi ile “maziyi vatandan ayırmak, ruhu bedenden ayırmak
kadar zordur”. Geleneksel aidiyet bağlarına göre, -kişi istemese de- içinde
doğduğu toplumun kimliği ile anılıyor. Ne Avusturya’dan vaz geçilebiliyor, ne
de Türkiye unutulabiliyor. Bu kimlik vatan ile ilişkilendiriliyor. Nihayetinde vatan
kavramının etrafında da kimlik oluşturuluyor.
Avusturyalıların ülkelerindeki
Türkiye kökenlileri Avusturya bayrağı altında Avusturya vatandaşı olarak kabul
etmesi; yeni doğanlara veya yasada öngörülen şartları sağlayan başvuru
sahiplerine vatandaşlık hakkı vermesi, siyasi bir tercih olmasının yanı sıra,
göç sonrası dönemde yeni bir kimlik oluşturulması kararlılığının izlerini de
taşıyor. Toplumun, içinde barındırdığı “ötekileri” kendi bünyesinde eritmesi elbette
zaman alacak bir süreçtir. Bu süreç öyle kolay, akşamdan sabaha tamamlanacak
bir süreç değildir. Avusturyalıların çok kültürlü bir hayatı benimsemesi ve
imperyal mensubiyeti dışında oluşturduğu yeni habitusu, yani toplum olarak
algılama, hissetme, düşünme ve davranış modelleri geliştirme edimleri, bu
bilinçle yapılandırması gerekecektir. “Ötekilerin” de vatandaşlık bağlarını
kabul ederek, ortak bir gelecekte yaşamayı zımnen kabul etmesi, taşıyıcı
kültürü tanıması - toplumsal ve sosyal hayatın içinde olmak için özveri ve çaba
göstermesi ve köken kültürü ile çatışmaya son vermesi gerekir. Bu çaba egemen
kültürün buyurganlığı altındaki azınlık kültüre kendi öznel değerlerini terk
etmesini dayatmamalı; aksine gelecek kuşaklara aktarabilmesi için fırsatlar
oluşturulmasına katkı sağlamalıdır.
Çok kültürlü, ama tek kimlikli toplum
olmanın yolu; bütün grupları din, dil ve ırk farkı gözetmeden ortak bir vatan
ve bayrak gibi sembol kavramlarla şekil bulan bir vatandaşlık anlayışı, kimliği
üzerinde birleştirmekten geçer. Burada “Ülkenin gerçek sahibi kim?” sorusuna
cevap aramak yerine, ülkeye anayasal yurttaşlık bağı ile bağlı olan ve yurttaş
olmanın bilinci ve sorumluluğu ile hareket eden herkesin vatandaşlık paydasında
birleşerek, ülkenin geleceği hakkında söz ve sorumluluk sahibi olduğu
vurgulanmalıdır.
Türkiye kökenliler Avusturya’nın
sağladığı demokratik hakları kullanarak, toplum içinde toplumdan soyutlanmadan,
toplumla birlikte, her iki toplumun yararına olacak ortak bir gelecek kurmak
için el ele çalışmanın yollarını aramalıdır. Bu başarıldığında Avusturyalı Türk
kimliği de hayata geçirilmiş olacak, toplumsal ve sosyal hayatın önündeki
bariyerler de daha kolay aşılacaktır. Bu bariyerlerin aşılabilmesi,
Avusturyalıların tutumu ile de yakından ilişkilidir. Seçim dönemlerinde üzerinde
çok da düşünülmeden ortaya atılan siyasi bir görüş, yabancı kökenlilerin özne
yapıldığı tartışmalar, maruz kalınan bir olumsuz tutum muhatabının yüreğini
acıtır; kendinden uzaklaştırır. Bu da ortak kimlik oluşturulması sürecinin
uzamasına, toplumsal farklılaşmanın belirginleşmesine neden olur. Öyle ki anlamsız
sloganlar üzerine kavga edenler, bir süre sonra yaptıkları kavganın asıl
nedenini unutur, anın gerilimini yaşamaya başlar. Buna karşın kavga etmek
yerine sevgi, saygı temeline oturtulan karşılıklı müzakereler, tarafların yeni
bakış açıları kazanmalarını sağlar; sorunların çözümünü kolaylaştırır. Böyle
sıkıntılı anlarda duyguların esiri değil, aklın efendisi olunmalıdır.
Benim Avrupalı Türklere önerim,
“yaşadığınız toplumun eğitim, kültür imkânlarından sonuna kadar yararlanmaya;
kendi ana dilinizi öğrenirken, yaşadığınız toplumun dilini, kültürünü de
öğrenmeye bakın” şeklinde olacaktır. Yabancı bir ortamda kabul görmenin ilk
şartı yaşanan çevreye uyum sağlamaktır. Uyumun anahtarı ise yaşadığınız çevrede
konuşulan dili öğrenmektir. Dil öğrenmek de kültürel etkileşimin gerçekleştiği
bir süreçtir. Dilini ve kültürünü öğrendiğiniz toplumun sizi kabul etmesi bu
yolla daha kolay olacaktır. Kendini ifade edebilen, sorunlarını anlatabilen bir
kişi ile işbirliği yapmak daha kolaydır. Yaşanılan ülkenin dilini öğrenmenin
avantajlarını kullanmak için de iyi bir eğitimin alınması gerekir. Üniversite
eğitimi, meslek eğitimi, her ne eğitim ise artık…
Uyum sağlamak, geçmişinizi
unutmanız, Türkiye ile ilişkilerinizi koparmanız anlamına gelmiyor. Aksine siz
geçmişinizi unutsanız da bir gün birileri çıkar ve size unutamayacağınız bir
dersle geçmişinizi ve kim olduğunuzu hatırlatır. Bu nedenle siz arada
kalanlardan olmamak için kendi kültürünüzü, ardından hedef kültürü iyice
öğrenmek durumundasınız. Avrupa kültürü içinde her ne kadar Avusturya vatandaşı
olsanız da köken olarak Türksünüz; Noel kutlamalarında arkadaşlarınıza eşlik
etseniz de Müslümansınız. Bireyler vatansız, milletsiz olmayacağına göre, toplumlar
da dinsiz olmaz. Bu kavramlar da
kimliğin yapı taşlarıdır. Avusturya Türk toplumu da kendi içinde sahip olduğu
farklı kültürlere rağmen, dışarıdan bakıldığında Türkiyeli Müslümandır. Çünkü
Türkün sembolü olan hilal ile İslamın alemi olan hilal bizlere her iki
kültürün taşıyıcısı olmanın sorumluluğunu yüklüyor. Bu sorumluluk da kendi
içinde ayrışmayı değil; ortak amaçlarda birleşmeyi, birlikte hareket etmeyi
gerektirir.
Günümüzde toplumu ayrıştıran,
ötekileştiren anlayışa ve onun savunucularına nice dersler bırakan, ecdadımız
tarihin her döneminde toplum içinde “öteki” olarak adlandırılan bir sınıfın
oluşmasına karşı çıkmış; ilişkilerde adil olunmasını, aşırılıklardan
kaçınılmasını emretmiştir. Müslüman lider ve komutanlar, ötekinin “yok
edilmesi” yerine “yaşatılması” ilkesine sadık kalmıştır. Onların evlatları da
içinde bulunduğu alaca karanlığın, gün aydınlığına dönüşmesini sağlayacak bilgi
ve kararlılığa sahiptir.
------------------------
Bu yazı Avusturya'da aylık periyotlarla yayımlanan Avrupa-Haber / Europa Journal Gazetesi Aralık 2017 sayısı için hazırlanmıştır. http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/dezember2017/cakir122017.jpg adresinden ulaşılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder