Bugüne kadar yazdıklarım aslında içinde bulunduğum bir ruh halinin tasviriyle birlikte etrafıma ışık tutmak, her biri bir farkındalık oluşturma amacına yönelikti. Bu ruh halimin gazetelerde okuyucular ile paylaşılması; yaşadıklarımın, hissettiklerimin hayatta ne işe yarayacağını gösterebilen birer örnek olması açısından önemliydi benim için. Hayattan edindiğim deneyimleri aktarırken, yazdıklarımı bilimsel olarak da temellendirmeye çalışıyorum. Çocuklarımıza Türkçe öğretelim; onları eğitim öğretim süreçlerinde yalnız bırakmayalım derken; ailenize sahip çıkın derken hep orta ve uzun vadede bizleri bekleyen toplumsal ve sosyal sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorum… Sadece bu gazetenin sayfalarından paylaştıklarım, birkaç kitap dolusu sessiz çığlığa dönüştü sanki.
Bütün yazılarımda farklı
inançlardan, farklı entelektüel uğraş alanlarından gelen, birbirinden farklı
kültürel çevrelerde yaşayan insanların geçmişten günümüze kadar getirdiği, geleceğe
taşımaya gayret ettiği, kaybolup gitmeye yüz tutan kültürel değerleriyle, somut
olmayan kültürel mirasımızla ilgili konulara sahip çıkmaya, ihtiyaç sahiplerine
yol ve hedef göstermeye çalıştım. Her bir yazıyla adeta bir ‚toplum gönüllüsü‘
rolü üstlendim.
Bu yazıyla gündeme getirdiğim
konulardan bazılarınız rahatsızlık duysa da vicdanımın sesini sizinle paylaşmak
istedim. Okuduklarınızın her hangi bir polemiğin, tartışmanın içine girmeden, hüsnüniyetle
değerlendirilmesini diliyorum.
Biliyorsunuz Ramazan ayını idrak ediyoruz.
Bu yazı yayımlandığında nasip kısmet olursa Bayram günlerini de yaşayacağımızı
umuyorum. Herkes kendince dini hassasiyetlere sahip ve buna göre bir yaşam
sürüyor. Kimse kimsenin namazının, orucunun, niyazının hesabında değil. Bu defa
oruçlu bir günün hikayesini ve yaşadıklarımı, gördüklerimi, etraftan
dinlediklerimi ve nihayetinde vicdanımın çağrıştırdıklarını paylaşıyorum.
Her gün sahura kalkıyoruz, yahut
kalkmamız öneriliyor. Bundan maksat; insanların iyiliğe, doğruluğa, paylaşmaya
niyet etmesi, nefsine dur diyecek iradeyi geliştirmesidir. İnsanlar bu niyetle sahura
kalkınca, sabah namazını da imsak vaktinde kılmaya başladı; artık kimse orucun olması
gereğinden daha uzun veya daha kısa tutulduğunu tartışmaya gerek duymuyor. Bu
konular yeterince tartışıldı, bir sonuç alınamadı. Diyanet imsak vaktiyle
birlikte yeme içmenin kesileceğini, ezanın okunup namazın kılınabileceğini
duyurdu. Dolayısı ile siyah iple beyaz ipin birbirinden ayrıldığı seher vaktini
beklemek, o vakte kadar yiyip içmek birer nostaljiye dönüştü.
İstiklal Marşımızda geçen "Bu
ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi, yurdumun üstünde benim
inlemeli." dizeleri dini duygularımızın kültürümüzle ne denli iç içe
olduğunu gösteriyor. Öyle ki eskiler günde beş vakit okunan ezanın her birinin
farklı makamlarda okunduğunu anlatır, her bir vaktin insanın gün içindeki
haleti ruhiyesine ne şekilde temayüz ettiğini söylerlerdi. Anlatılanlara göre;
sabah saba, öğle uşşak, ikindi rast, akşam segah yatzı hicaz makamanında
okunurmuş. Ezan okuyacak olanlarda da „musiki ilmine vakıf, makam ve
terennümlerde mahir ve güzel sesli olması“ şartı aranırmış. Günümüzde bu
şartları taşıyanların yeterli olmadığı ve yer yer merkezi ezan uygulaması yapıldığı
görülüyor. Merkezi uygulama olmayan yerlerde ise ‚ezanı okuyana da dinleyene de
Allah sabırlar versin‘ denecek durumlar yaşanabiliyor. Okunan ezanlarda her
türlü musiki dışı süslemeleri, ses kaymalarını duymak; adeta her bir icrada
yeni bir ezan formu işitmek mümkün. Yahya Kemal‘in "Ta ki yükselsin ezanlarla
müeyyed namın / Galib et, çünkü bu son ordusudur İslam'ın." dizeleri
örneğinde ezan ile zafer arasında kurulan manevi bağın bu yorumlarda aranması,
nafile bir çabaya dönüşüyor sanki.
Türklerin Anadolu
Selçuklularının, Anadolu Beyliklerinin ve Osmanlıların geliştirdiği 1800’ün
üzerindeki makama sahip sanat musikisinin 500’ün üzerinde kaydının olduğu, kaynaklarda
bunlardan günümüze ulaşanlardandan 40-50’sinin revaçta olduğu belirtiliyor.
Türk Sanat Musikisinin bin yılı aşan tarihi Farabi’ye kadar götürülmekte, İbn-i
Sina’nın „Şifa“ adlı eserinde ise musikinin ruhsal enerji boyutu ve
hastalıklardan tedavisinde kullanımı kapsamlı bir şekilde anlatılmaktadır.
Müziğin insan ve bitkiler üzerindeki olumlu olumsuz etkileri bilimsel olarak da
kanıtlanmışken, Türk insanının duymaya alışık olmadığı tınılarda, Arap
aksanıyla ezan okunması vatandaşın üzerinde manevi duyguları uyandırmaya
yetmiyor. Toplumlar gelenekleri ve kültürleri ile yaşar. Türkler İslam dinini
içselleştirmiş, asırlar boyu bu dinin bayraktarlığını yapmışlar; Arap
kültürünün esiri veya muhibi olmamıştır. Günümüzdeki özentinin Türk kültürüne
uymadığı, bünyeye uymayan bu akımın uzun vadede kabul görmeyeceği aşikardır.
Temelinde Allah’ı çokça anarak
teslimiyetin dışa vurulduğu bir arınma biçimi olan namazın camilerde cemaatle eda
edilmesi zamanla yapılan bir yarış halini almış durumda. Teravih namazının her
gün kılınıp kılınmayacağı, kaç rekat kılınması gerektiği tartışılmaya devam ediledursun;
geleneklerimize göre Enderun usulü olarak tabir edilen teravih namazında Kur’an
hicaz, segah, isfahan, uşşak ve acemaşiran makamlarında tilavet edilirmiş. Bize,
kültürümüze özgü olan bu makamlar sayesinde namaza geç gelen kimse, namazın
kılındığı makamdan hocanın kaçıncı rekatı kıldırdığını anlayabilirmiş. Bu
geleneği yaşatan camilerimiz, din görevlilerimiz olmakla birlikte, kimi
camilerde eğilip doğrulmaktan hocanın ne okuduğunu anlamanın, okunanı takip
etmenin imkanı kalmıyor. Hele namazda Fatiha’dan sonra okunan zamm-ı surelerin
seçilmesi, bir ayetin ikiye bölünüp, tek bir cümleyle birkaç rekatın jet
hızıyla kıldırılması cemaati camiden, namazdan, dinden-imandan uzaklaştırıyor.
Oysa seçilen ayetler rahmet ve tesbihat ayetleri olsa, insanın huşu içinde
ibadet etmesi sağlansa, namaz aralarında Buhurizade Mustafa Itri Efendi’nin
eserleri gibi kültürümüze, hayatımıza nüfuz etmiş bestelerin yerine, dini
motifli arabesk türküler söylenmese. Ramazan-ı Şerif’e ulaşılmaktan duyulan
mutluluğun terennüm edildiği ilahiler okunsa, son günlerde Allah’tan rahmet ve
merhamet niyaz edilen ilahilere geçilse; namaz zikirler eşliğinde kılınsa… Yaşlı, hasta insanların tere karıştığı, camiye
de cemaate de söylenip saydırdığı bir akşam cimnastiği yerine, cemaatin camiye
gelmeye teşvik edildiği ve camiye gelenlerin huzura erdiği, huşu ile yapılan bir
ibadet halini korusa… O vakit namaz, teslimiyetle birlikte bir arınma biçimine
dönüşür.
Televizyonlara bakıyoruz. Hemen
her kanalda yayımlanan sahur ve iftar programlarında bilimsel temelden yoksun geçmişe
duyulan kuru, yavan bir özlem var. Katılımcılar duygudan yoksun, yahut
kendilerini ifade etmekte yetersiz, programlar dini içerikli musiki
narakaratları ile karışık bir havada devam edip gidiyor. Bu programlarda
nostalji yapmak yerine günümüzün ihtiyaçları üzerinde durulsa, gençlere dini
İslam anlatılsa. Ramazan ayları birilerini maddi açıdan gönendirme ayı olmaktan
çıkarılsa. Gel, gör ki akla zarar düşüncelerin, değerlendirmelerin sonu
gelmiyor.
Bazen din görevlilerinin de kendilerine çeki düzen vermesi gerektiğini, cemaate çağın gerisinden değil ötesinden hitap etmesi gerektiğini düşünüyorum. Din görevlilerinin ekseriyetinin kendilerini mesleki açıdan geliştirmeleri bir yana kişisel imaj açısından da yenilemelerinde, toplumsal ve sosyal dönüşüme uyum göstermelerinde yarar olduğu kanaatindeyim. Herkesin sakal bırakma zorunluluğunun olmadığı gibi, sakal bırakmanın da sakal tıraşını bırakmak anlamına gelmediğinin, sakalın da sünnete uygun şekilde bakımının ihmal edilmemesi gerektiğini savunuyorum. Müslümanların, kanaat önderlerinin aşırıya kaçmadan Resulullah‘ın (SAV) „Allah nimetini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır“ tavsiyesini göz önünde bulundurması gerekir. Cemaatin de „Ey Ademoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin… „ (Araf, 7/31) buyruğuna uygun hareket etmeyi ilke edinmesi kim bilir ne hoş olur...
Müslümanlar “İşleri aralarındaki
danışma ile yürür” (Şûrâ 42/38) denilmektedir. Oysa vatandaşın ihtiyacı ve
görüşü sorulmaksızın, hemen her fırsatta bir gerekçe ile kendilerinden maddi yardım
talep edilmesi, toplanan bağış ve yapılan harcamaların layüsel olması,
vatandaşların zihninde istihfam yaratmaktadır. Belli bir stratejik planlamaya
ve ihtiyaç analizine dayanmayan kimi plansız yatırımlar, Osmanlı Padişahının
Anadolu’ya asker toplamaya çıktığında vatandaş Memet Ağa’nın verdiği cevabı
hatırlatacak duruma gelmiştir.
Genç kuşağın giderek dinden
uzaklaştığı gündeme getirilerek tehlikeye dikkat çekiliyor. Kültürel evrim
insanın bir geçeğidir ve unutulmamalıdır. Gençlerin dinden uzaklaşması, yukarıda
kısmen özetlenmeye çalışılan ve kültürümüzün içinde yaratılan olumsuzluklardan,
dini eğitimin yanlış yorumlanıp ehil olmayan kişilerin bireysel tasarruflarıyla
karmaşık ve içinden çıkılması zor bir hal alması gibi bir dizi olgulardan
kaynaklanmaktadır. Başta ilahiyatçılar olmak üzere, kendini din alanında her
hangi bir şekilde sorumlu, yetkin vd. hisseden, irşad eden, yani insanları iman
ve İslam’a davet eden herkesin, Ramazan ayının sonuna gelindiğinde, kaç kişiye
dinini sevdirdiğinin, kaç kişinin kalplerini iman ateşi ile ısıttığının
hesabını yaparken, kaç kişiyi dinden uzaklaştırıldığının hesabını da iyi yapması
gerekir. Her türlü ayrılıklara çözüm bulunur da Allah yeter ki imandan
ayırmasın.
„Diken batar diye gül mü
toplamayalım“ diyen Arthur Schopenhauer (1788-1860) „Aşkı dayatma çabası aşktan nefreti, dini dayatma çabası
dinden nefreti doğurur“ diye de ilave etmiş, unutmayalım.
Not:
Bu yazı Avusturya'da yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi Nisan 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Gazeteye http://avrupa.at/diken-batar-diye/ adresinden erişilebilmektedir. (14.05.2023).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder