Geçenlerde bir söz okudum. “Hz.
Adem ve Havva'dan bu yana, bilinmez kim yaşadı en güzel aşkı, kimi çığlık oldu
dilden dile, kimi sulakta boğuldu kimi kuyu dibinde.” Sonra bir başkası
içindeki yürek yangınını “Nasibimize aşk düşer inşallah!” diye dua ederek
söndürmeye çalışıyordu. Birden aklıma “Güle sorma, o bilmez aşkı sevdayı” diyen
Erol Sayan’ın saba makamındaki şarkısı aklıma düştü. “Ben burada yetişen gençlerin yerinde
olsaydım, acaba bütün bunları Almanca nasıl söylerdim?” diye düşündüm. Onca yıl
Almanca tahsil etmiş biri olarak, Türkçenin ifade ve anlatım gücü karşısında nutkum
tutuldu, nefesim kesildi. “Tanrım, bizi bu şarkılardan mahrum etme” deyiverdim.
Türkçemizin gücüne bir kere daha
hayran oldum. Nasıl olmayayım; âşık maşukuna “Gidip de yorulma çok uzaklara,
Sen ‘sen’i gel, benim içimde ara!” diye seslenirken söz söyleme sanatının
zirvesine çıkmış. Almanya’da yetişen çocuklarımız sevdiklerine bu duyguları anlatmaya
kalkarlarsa, korkarım işleri hiç de kolay olmayacak.
İnsanoğlu yaşadığı duyguları dışa
vurmak, boğazındaki düğümleri çözebilmek için en az bir dili çok iyi bilmeli.
Hayatın bizi getirdiği bu topraklarda hem ana yurda hem de yurt edinilen yere
karşı sorumluluklarımız var. Dolayısı ile çocuklarımızla birlikte yurt
edindiğimiz bu yeni vatanda bir yandan evlatlarımız Almanca öğrenip bize göre
daha iyi eğitim alsınlar; kısacası “Adam olsunlar!” diye çırpınıyor, öte yandan
da kadim kültürümüzü unutmasınlar; farklı kültürler içinde eriyip kaybolmasınlar
diye çabalıyoruz. Çocuklarımızı okuldan arta kalan zamanlarında yağmur yağmış,
güneş açmış, hiç üşenmeden camilere, cem evlerine, özel kurslara, özel derslere
taşıyıp duruyoruz. Avuç dolusu para harcıyor; Anadolu deyimiyle “Yemeyip
yediriyor, giymeyip giydiriyoruz”. İyi yetişsinler diye yoluna yol olduklarımızdan
bazıları bir yolunu bulup kendileri yok olsalar, Türk toplumuna karşı en etkili
muhalefeti yapsalar da yaklaşık 60 senelik göç tarihinde Türkiye’yi ve Türk
insanını en özgün özellikleri ile anlatmak için ilk günkü heyecanını
kaybetmeyenler, kendilerinden önceki kuşakların açtığı yolda mücadele etmeye
devam ediyor; kültürler arasında köprüler kurmaya, gönüller yapmaya
çalışıyorlar.
Anadolu’ya binlerce yıl yaşamış,
düğüm düğüm halı, ilmek ilmek kilim gibi çağlar ötesine dayanan kadim
kültürümüzün taşıyıcısı olan ana dilimiz Türkçe, Avrupa ülkelerinde sadece
konuşup anlaşmaya değil; aynı zamanda toplumun geçmişini, bugününü ve yarınlarını
da güvenceye alan sigortası, bizi biz yapan, ortak bir paydada buluşturan etkili
bir araç haline gelmiştir. Bu kadim dili ve dolayısı ile kültürü öğren(e)meyen
çocuklarımız, Almancayı da tam olarak öğrenemez; bir kanadı kırık kuş gibi, her
daim bir yerlerde, adını koyamadığı bir şeylerin eksikliğini yüreğinde
hisseder. Türkçe öğrenmenin, Türkçe konuşmanın Almanca öğrenmeye engel olmadığı
bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır. “Bir lisan, bir insan” diye çağlar
ötesinden seslenen atalarımızın sözüne kulak verelim ve çocuklarımıza hem
Türkçeyi hem de Almancayı öğretmekten vaz geçmeyelim. Çok dilli insanların
gelecek vizyonu ve başarı şansları tek dillilere göre daha parlaktır. Avrupalı
Türklerin çok dilli olmaları, yaşadıkları bu topraklar için de önemli bir
kazanımdır. Uyum uğruna tek dilliliğe dönülmesi, göçmenlerin köken dillerini ve
dolayısı ile kültürlerini bırakması halinde, Avrupalılar da sahip oldukları,
ancak çoğu kere görmezden geldikleri zenginliklerinden çok şey
kaybettiklerini, -kim bilir?, belki de iş işten geçtikten sonra fark
edeceklerdir.
Çocuklarımıza anadilini doğru
dürüst öğretemezsek, yarın bu çocuklar içinde kopan fırtınayı, aşkı, sevdayı
nasıl anlatacak; sazın teli, sözün özü kaybolduğunda duygu ve düşüncelerini nasıl
dışa vuracak? Hiç düşündünüz mü? Elimizi vicdanımıza koyup biraz
düşündüğümüzde, biraz özeleştiri yaptığımızda, Türk toplumunda yer yer görülen aile
içi iletişimsizliklerin, geçimsizliklerinin bir kısım nedeninin dil ve kültür
aktarımındaki yetersizliğimizden, ana dili bilincinin giderek yok olmasından kaynaklandığını
göreceğiz. Duygularımızı anlatabilmek, kendimizi ifade etmek için yurt
bellediğimiz bu topraklarda konuşulan dilleri bildiğimiz kadar, ana dilimize de
hâkim olmalıyız. Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu öğrenilmesi gereken dil birden fazla
olmalı diyor ve ekliyor;
“En azından üç dil bileceksin /
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin / En azından üç dil / Birisi ana
dilin / Elin ayağın kadar senin / Ana sütü gibi tatlı / Ana sütü gibi bedava /
Nenniler, masallar, küfürler de caba / Ötekiler yedi kat yabancı”
“En azından üç dil bileceksin /
En azından üç dilde / Canımın içi demesini / Kırmızı gülün alı var demesini /
Nerden ince ise oradan kopsun demesini / Atın ölümü arpadan olsun demesini /
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini / İnsanın insanı sömürmesi /
Rezilliğin dik alası demesini / Ne demesi be / Gümbür gümbür gümbür demesini
becereceksin”
Şiir uzayıp gidiyor… Çocuklarımız
bunları bilmezse, toplumumuz da kültürel açıdan bir adım ileri gidemez.
Toplumların gelişimi için yeni yetişen çocukların eğitim ve kültür düzeyinin mevcut
kuşakların önünde olması gerekir. Aksi halde toplumlarda çöküşler, değer yitimleri
ve kimlik krizleri başlar.
Çocuğumuza Türkçeyi öğretirken
kadim kültürümüzü de aktarırsak, kimi zaman “Ben şimdi uzakta hasret içindeyim,
sen yoksun yanımda”, diye içli şarkılar dinleyip hüzünlenir, kimi zaman da “Neşeli
gençleriz biz çibidibidip çibidibidipdip, yaşamayı severiz” şeklinde uzayıp
giden coşkulu şarkılarla seviniriz. Türkçe ise yaşamaktan zevk aldığımız bu
yolculukta en kadim dostunuz olmaya devam eder.
Dertleri zincir yapıp birbirine
eklediğiniz, “Bu hayatın yükünü taşıyamıyorum artık” dediğiniz anlarda, can
simidiniz yine Türkçedir. Bir an hayatınızdaki her şeyin kötüye gittiğini hissettiğinizde,
her şeyi içinize atmaktan tükendiğinizi, takatinizin kalmadığını hissettiğinizde,
belki de sizi çok iyi anlıyorum diyenlerin dahi sizi anlamadığını anladığınızda,
en yakınınızdakine yabancılaşıp ortamdan uzaklaşma, terk-i diyar etme ihtiyacı
hissettiğinizde, gözyaşlarınızı herkesten gizleyip içinize akıttığınızda, bütün
bunları dışarıya belli etmemek için yaratana sığınıp, içten dua ettiğinizde güç
kaynağınız yine Türkçedir.
Çevreye “Ben iyiyim!” mesajı
vermek durumunda kaldığınız anlarda, biri gelip yanı başınıza oturup “Haydi
dostum!” deyip yardım elini uzattığında; sorunlar tam anlamıyla çözülmese bile
sizi rahatlatan Anadolu insanının yüreğinden kopup gelen, ana dilinde söylediği türküler, bozlaklar, şiirler, şarkılar Türkçe olacaktır. Denemesi bedava. Dileyen
Avrupalı Türklerin yaptığı, buram buram Anadolu kokan düğünlere gitsin, kendi
gözleri ile tanıklık etsin. Orada göreceğiniz hemen her şey Anadolu kültürünün
dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılan, aktarıldıkça damıtılmış, değerlerden
değer üretilmiş birer sembol, somut olmayan kültürel bir mirastır. Geçmişten
alınıp, geleceğe borç olarak ödenmesi gereken bu kültürel miras, dille yaşar.
Bu geçmişten ödünç alınan bu mirası yaşatmak için “Bunlar benim!” diyebilecek
özgüvene ve cesur yüreğe sahip olmak; bu duyguyu en iyi şekilde anlatabilmek için
de hem Türkçeyi hem de Almancayı iyi bilmek gerektiği unutulmamalıdır. Çok
dilliliğin avantajını sizi anlamayana, öteki görene hak ettiği cevabı verirken
duyduğunuz mutluluğu ve huzuru iliklerinize kadar hissedeceksiniz.
Şair boşuna en az üç dil öğrenmeyi
tavsiye etmiştir. Bunlardan ilki anadilimiz Türkçe, ikincisi yurt edindiğimiz
ülkenin dili üçüncüsünü siz iyi bilirsiniz. Bitirirken sözü Şair
Eyüboğlu’na bırakalım: “En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde /
Ana avrat dümdüz gideceksin” ki haksızlıklar karşısında “dilsiz şeytan” rolüne
bürünmeden ben de varım diyebilesiniz.
O halde, dilimiz kimliğimizdir,
ona sahip çıkalım!
Not: Bu yazı Haber Avrupa Ekim sayısında yayımlamıştır. URL: http://europa-journal.net/duygularin-dili-de-tuerkce/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder