“Bir anda değişti her şey, bir anda değişti
dünyam, bir anda değişti her şey…” diye uzayıp giden şarkıdaki gibi, hayat bir
anda olmasa bile zaman uzam yolculuğunda beklemediğimiz kadar değişebiliyor.
İnsanlar yaşadıkları hayatta
türlü nedenlerle yargılanıyor; etiketleniyor. Kimi teninin renginden, kimi
dünya görüşünden… Ancak etiketleyenler ile etiketlenenler arasında nesnel bir
ilişki kurmak her zaman mümkün olmuyor. Her kareli defterin matematik, her
çizgisiz defterin coğrafya dersi için kullanılmayacağını insan ancak yaş kemale
erince anlıyor. Hayatın her bir evresini ayrı bir gökkuşağı rengi, bir ebru
sanatçısının ortaya koyduğu, farklı renkleriyle anlam kazanan, zenginlik, güç
ve görkemli bir sanat eseri yahut sıradan sıçrama taşı ve avunulacak bir beşik
olarak görüyoruz; ya da görmüyoruz.
İnsanları, şu veya bu nedenle
yargılarken, mevsimleri değişkenlikleri nedeniyle yargılamadığımızı aklımıza
getirmiyor; her bir mevsime ayrı ayrı hayranlık duyuyor; güfteler yazıp
besteler yapıyoruz. Söz insan olunca, neredeyse acıma duygumuzu, insanlığımızı
kaybediyoruz. İçimizdeki iyiden başka, daha iyiyi görmemiş yavan övgülerin
tutsağı oluyor; kendi gök kubbemizin altında kurduğumuz yavan, tekdüze hayatın
körlüğünü yaşayıp gidiyoruz.
Hayatın bu körlüğü içinde birine
kapılıyor, ardından onun kaderini de birlikte yaşamaya başlıyoruz. Yahut tek
başına yaşamanın aylaklığını, umursamazlığını, iliklerimize kadar hissetsek de çoğu
zaman acılarımızı içimize gömmeyi tercih ediyoruz. Acıları içimize gömerken,
Halil Cibran’ın ifadesiyle[1];
hiç kimse bize bilgimizin alaca aydınlığında halen yarı uykuda olan nesnelerden
öte bir şeyi açıklayıp öğretmiyor. Acıları biz yaşıyor; ağıtları biz yakıyoruz.
Buna karşın, kulaklarımız kendi bedenimizin ağıtını duymaz hale geliyor. Acıyla
yoğrulunca hamurumuz, yaşadıklarımız bizi acıya da duyarsızlaştırıyor; yabancılaştırıyor.
Bir koyun sürüsü içinde anasını arayan süt kuzusu gibi oradan oraya koşuyor; Tanrıya
inanıyor; her kutsal günde dualar ediyor; ama kendimizi firavunlara tapmaktan
alıkoyamıyoruz. Hayatın gerçekleri ile yüzleşmek yerine hayal ettiklerimizle avunup,
gün geçiriyoruz.
Dilsiz Doğunun dili; kör Batının
gözü olarak tanımlanan Halil Cibran’ın dediği gibi; “Ne yazık o ulusa ki bir
urba giyer, kendi dokumaz; bir ekmek yer, kendi hasat etmez ve bir şarap içer
ki kendi testisinden akmaz. Ne yazık ki o ulusa ki zorbayı kahraman diye
alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar. Bir ulusa ne yazık ki rüyasında
küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer. Ne yazık o ulusa ki bir cenaze
töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve
ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri durur. Devlet adamı
bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne
yazıktır. Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve
yalnızca bir diğerini yine borazanlarla karşılamak için yuhalarla uğurlar. Ne
yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz.
Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır.”[2]
Ama hiçbir ulusun diğerine hayrı dokunmaz. Milyonlarca parçalara ayrılır; kör
Batının gözüne girmeye çalışır. Kör Batı da bazen teninin rengine, bazen dini
inancına bakarak ötekileştirir, ayrıştırır, eritir ve yok eder.
Geleni gitmek, konanı göçmek üzere
kurulan bu dünyada canlılardan bir insanoğlu utanma bilir, ama o da gece
yaptıklarını ağaran şafağa kadar unutur. Cibran, insanlara “Siz kurallar koymayı çok
seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz. Tıpkı okyanus
kıyılarında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren
çocuklar gibi”[3] derken, çiçek gibi gönlü güzel insanların
kırılan kalbini tamir etmenin; hayalî zorluğunu ve romantik avuntusunu anlatır.
Üç günlük ömürde beş günlük safa yoktur.
Üç günlük ömrü bir günde
yitirmemek, gelmeyecek yarınları beklememek için daha alçak gönüllü olmak, her
devrin insanı değil; her devir insan olmak çok mu zor? Cibran’ın deyişiyle; “Alçak
gönüllü ve gösterişsiz olmak, temiz ve saf olmayanın bakışlarından
korunabilmeye yarayan kalkan” [4]
ise; Bu kalkanı kuşanırken, yüreğimize kör kurşun gibi saplanan, bize sadece
yeryüzünün anlık zevklerini sunan ihtirasların tutsağı olmasak; hele bir de işgal
ettiğimiz makam ve mevkinin gücünü ya da birinin diğerine duyduğu zaafı
kullanarak birbirimizin üstünde “sevgi” yaftası ile baskı kurmaktan vaz geçsek.
Sevginin tek hedefi vardır; ötekine sahip olmak ve kendini avutmak. ”Sevgi, ne
kendinden bir şeyler verir ne de bütünlüğüne dışarıdan bir şeyler katılmasına
göz yumar.”[5] Ama yine
de onsuz yaşanmaz. Şems sevdiğine seslenirken; “Olur da bir gün mesafeleri aşıp
bana gelirsen, yüreğinde rengârenk açan Aşk ile gel.”[6]
diyor.
Ham, temiz ve saf olmayandan uzak
bir şekilde yaşanan Aşkın hüznünü anlatmak, geleceğin hayallerini kurarken, dünün
sevinçlerini yâd etmek sıradanlaşmanın tuzağına düşürür. Her fırsatta dillerden
düşürülmeyen Türkiye sözü yanık bir sevda türküsü gibi terennüm edilse bile “Ne
kestin koç? Ne yedin hiç!” misali, merkezinde kendisinin yer almadığı merkezsiz
bir öznenin beklentisi ve umudunun ötesine geçmez. “Eğer ödülse dinin amacı,
eğer vatanseverlik kişisel çıkarlar elde etmekse ve eğer eğitim ilerlemek
içinse, o zaman inançsız, vatan haini ve cahil bir adam olmayı tercih etmek”[7]
bu ortamda çılgınlık olmasa gerek. Görünen, gözlenenle; duyulan, yaşananla örtüşmüyor.
İtiraz etmek çare değil. Mevlana’nın dediği gibi; “Meydanda olan çaresizdir;
bağlanmıştır, güçsüzdür. Görünmeyense çok kuvvetli ve üstündür.”[8]
Avrupalı Türkler modern
Avrupa’nın etkisiyle oluşturduğu gönül aynasında ruh ve bedenlerini dünyevi beklentileri
ile örtüştürmezse, Mevlana’nın deyişi ile “dünya başka bir dünya doğurur;
mahşer de başka bir mahşeri açığa çıkarır.”[9]
Doğulu ruh ve yürek, Batılı bedenin altında kalınca, üstündeki yükü taşıyamaz
hale gelir. Bedeni besleme, temizleme yükü ciğere düşer. Bol oksijenle
doldurulan ciğerin bir yarısı Türkiye derken öbür yarısı Avrupa derse, nefes
alıp rahatlamak için iki yarım bir ciğer etmez. Bedenini bu nefesle besleyenler
nereye giderse gitsin, kendini oraya ait hissedemez. “Mutluluk akciğerde, keder
karaciğerde, akıl baştaki beynin içinde bir mum misali”[10]
arafta eriyip gider. Nereye ait olduğunu bilenler; Hypereides’in savunmasının
sonunu beklemeden, Areopagus yargıçları önünde soyunan Hetaera Phryne* gibi kendi varlığının farkına varır, başarıları
ve büyüleyici güzelliği ile göz kamaştırır ve suçlarından arınır. Bu arınma
duygusu sonsuz bir rahatlamayı getirir. Kör Batı kendi karanlık dünyasını
aydınlatan Doğunun kendine sunduğu muazzam ışık karşısında bazen şaşırsa; bazen
büyülense, kimi zaman da kendinden utanıp, yaptıklarını tasvip etmese de bu
insanların kültürünü yaşatmak yerine ana akım kültürün içine gömmeye gayret
ediyor.
Ben peşine düştüğüm hayalleri kıyamete
kadar anlatmaya çalışsam beyhude; siz uyanmadıkça anlatamam. Bunlar; gözle
görülen değil, kalben hissedilen derin bir düşten öte geçemez. Öyle bir düş ki henüz
can tende, ruh bedende yaşarken görülmeyen; hayal dünyasından çıkıp, aklımızın
sınırının bittiği yerden evimize, odamıza, günlük hayatımıza geri dönen; hayalleri
gerçeğe çeviren bir ders, bir tatlı dudaklının nefesini avlamaya çalışırken
düşülen bir tuzaktır. Zayıf bir bedenin içinde güçlü bir ruhun olması imkânsız
gibi görünse de Avrupalı kardeşlerimiz gençliklerini ve sahip olduğu imkânları
fırsata çevirip bu dönüşümü, önce kalpte sonra zihinde ve en nihayetinde
bedende gerçekleştirerek bu düşleri gerçeğe çevirecektir. Bu süreç alın teri,
göz nuru, el emeği ister. Bilimsel bilginin ve aklın yol gösterici olduğu,
özgür düşünce ve değişime olan inanç ezelden ebede dizili mihenk taşlarıysa
eğer, uyuyan da uyanmayan da er geç aslına, Âşık Veysel’in sadık yârine, “kara
toprağa” dönecektir.
Not: Bu yazı Europa Journal -
Haber Avrupa Gazetesi Haziran 2020 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya gazetenin http://europa-journal.net/dilsiz-dogu-koer-bati/ (26.06.2020) adresinden ulaşılabilir.
[1] Khalil
Gibran Der Prophet (İng.Çev. Giovanni ve Ditte Bandini) . 13. Afl.,
München: 2017, s. 74.
[2] Osman
Aydoğan. Doğunun Batılı Bir Nefesi: Halil
Cibran. Dibace.net. 23 Mayıs 2020.
[3] Osman
Aydoğan. Doğunun Batılı Bir Nefesi: Halil
Cibran. Dibace.net. 23 Mayıs 2020.
[4] Halil
Cibran. Ermiş (Çev. Aytunç Altındal).
3. Baskı. İstanbul: Destek Yayınları, 2018, s. 52.
[5] Halil Cibran.
2018, s. 11.
[6] Pek
güzel sözler. Şemsi Tebrizi Sözleri. www.pekguzelsozler.com. (07.06.2020)
[7] Aydoğan.
URL. dibace.net.
[8] Mevlana.
Mesnevi: Günümüz Türkçesine Sadeleştirilmiş (Serkan Sefer Kılıç). İstanbul:
2015. s. 243.
[9] Mevlana,
238.
[10]
Mevlana, 238.
* Burada
klasik Yunan Ressamı Gérôme’un MÖ 4. YY’da yaşamış Hetaera Phryne için yaptığı
“Areopagus önündeki Phryne” tablosuna gönderme yapılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder