Geride
bıraktığımız yaz aylarında yurdundan uzaklarda, yeni yurt bellediği diyarlarda
kendilerine istikbal hazırlamaya çalışan pek çok gurbetçiyi Türkiye’de izin
yaparken gördük. Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk… Kim olduklarının farkı
yoktu. Her biri gönüllerince eğleniyor; Türkiye’de sevdikleri ile birlikte
olmanın dayanılmaz hazzını yaşıyordu.
Türkiye’de
bazen imrenilerek, bazen de kıskanılarak takip edilen bu göçmen kuşları, kimine
göre “Almancı” kimine göre de “gurbetçi” idi. Onlara sorsanız, onlar “Avrupalı
Türk” olarak görülmeyi tercih ediyordu. Gurbet, tanımlanması zor bir kavram
onlara göre. Bazen Türkiye, bazen de yurt edinmeye çalışılan topraklar gurbet
olarak görülüyor. Türkiye’de yaşayanlar alışageldikleri toprakları, yeni
vatanlarını; yeni vatanda yaşayanlar da Türkiye’yi özlüyor; anılarıyla birlikte
büyüdükleri topraklara dayanılmaz bir özlem duyuyorlar. Benim kanaatime göre
her iki duygunun, arada kalmış olmanın, nasıl bir ruh hali yarattığına ayrı
ayrı bakmak uygun olacaktır.
Yurt
sevgisi her bir kişinin kökünü arama çabasıyla da ilişkili bir dışa vurumdur.
Gerek yurdundan uzakta yaşayanlar gerekse yeni vatanlarında doğup büyüyen yeni
kuşak gençler, zaman zaman zihinlerini “Buraya nereden geldim?” veya “Aslım
ne?” gibi sorularla meşgul ederler. Bu sorular, yaşadıkları çevrede
ötekileştirildikleri veya yabancı olarak dışlanmaya maruz bırakıldıkları
anlarda daha da kuvvetlenir ve kar topu gibi büyüyen, kimi zaman içinden
çıkılmaz bir hal alan soru ve sorunlara cevap aramaya başlarlar.
Adeta
“Bir geçmişimiz var. Olmaması da mümkün değil. Oraya dönmek, nefes almak
istiyorum.” diyerek yeni vatanlarındaki duygusal örselenmişliğin verdiği yürek
ezikliğine teselli aramaya çalışırlar. Yani asıl olanın peşine düşerler. Haksız
da sayılmazlar.
Geçmişini
merak etmeyenler, modern çağda yaşandıklarını ve modernitenin, yaşanılan
çevreye uyum sağlayarak geçmişten bağı koparmayı gerektirdiği gibi bahaneler
üretip, geçmişle ilişkisini kesmeye çalışsalar da buna güçleri yetmez. Er geç, asıllarına
dönmeye ve kaybettikleri zamanı bir şekilde telafi etmeye çalışırlar.
İster
gurbet elde, ister sılada yaşayan gençler bir dizi olumlu-olumsuz deneyimden sonra
hem tarihsel asıllarına dönerek, hem de manevi bağlarına daha bir sıkı sarılarak
rahatlamaya çalışırlar. Edindikleri hayat tecrübeleri kendilerini bir yerlere
getirdiğinde, geleceklerini geçmiş yaşantılarının üzerine kurmaya çalışırlar.
Bazen iş işten geçse de “zararın neresinden dönülse kardır” diyerek yeni
başlangıçlar yapmaya gayret ederler.
Geçmişi
olmayan ve geçmişten söz edemeyenler, yenilik iddiasında bulunamazlar. Yeni ile
eski arasındaki ayırımı nasıl yapsınlar? Öyle ya, geçmiş yoksa gelecek, yani yeni
de olamaz.
Yenilik
ve buna bağlı bir dizi söylemlerin oluşturulabilmesi için geçmiş ve tarihle
ilişkilerin koparılmaması gerekir. Geçmişle bağlar koparıldığında kimliksiz bir
nesil yetişmeye başlar. Böyle olunca da yenilik iddiası ortadan kalkar.
Geçmişle
kurulabilecek en güçlü bağ, köken dilinin kaybedilmemesi ile mümkündür.
Bireyler hangi ortamda, hangi şartlarda yaşarsa yaşasın, dilini ve kültürünü
ötekileştirmemelidir. Dil ve kültürü ile bağını koparan bireyler, içinde
bulunduğu modern düşünce tarzının kendilerine sunduğu yeni hayat biçimi içinde
boşluğa düşer; tutunacak dal ararlar. Kuşkusuz, gelenekçi düşünenlerin
modernistlere göre farklı bir davranışı, dünya görüşü ve dış görünüşü vardır. Modern
çağ, yeni hayat şekillerini de beraberinde getirir ve geçmiş ile yaşanan
zamanın değerlerinin birleşmesiyle yeni bir sentez ortaya çıkarır.
Bireyler
kendi kimliklerini başarı ile taşıdığı sürece toplum içinde belli bir konuma
ulaşıp, o konumunu muhafaza edebilir; anlamlandırabilir; hayata anlam
katabilir. Böylece geçmiş ile gelecek arasında da bir köprü kurulabilir. Çünkü
geleceğin gövdesi geçmişin üzerinde yeşerir, bedeni geleceğe doğru yol alırken,
kökleri geçmişten beslenir; kuvvet alır. Geçmişi olmayan, yok edilen bir kuşak;
çimlenmek üzere suya koyulan bir çiçek dalı gibidir. Çimlenen dal toprağına
kavuşmadığında çürümeye mahkûmsa, geçmişle bağını koparanların da geleceğini
sağlam temellere oturtabilmesi düşünülemez.
İnsanlar
yaşanılan her anın keyfini çıkarırken, geçmişin zengin kültürel mirasının
verdiği güven duygusunu da hisseder, geleceğe dair bir dizi umutlar besler.
Yeni sözler söyler, söylediği sözler ve davranışlar da buna göre anlam kazanır.
Not:
Bu çalışma Europa-Journal Eylül 2015 sayısı için hazırlanmıştır. Dergiye şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.yumpu.com/de/document/view/53877706/europa-journal-haber-avrupa-september-2015 (17.09.2015)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder