Ülkemizde verilen eğitimin en
fazla eleştirilmesi gereken noktası halktan ve hayattan kopuk olmasıdır. Bugün
üniversitelerimizdeki eğitim de bilimi olduğu kadar halkın eğitim kültür
düzeyinin geliştirilmesi ve topluma yön verecek boyutlarda yapılandırılmalıdır.
Eğitim hayatın içinde olmalı, eğitim sürecinde aktarılan bilgi, süs olmaktan
ziyade işe vuruk olmalı; hayatı kolaylaştırmalıdır.
Akademisyenler toplumsal hayatın
içine girmeli
Üniversitelerimizde görev yapan
akademisyenlerin önemli bir kısmı kendine bir yaşam biçimi belirlemiş. Hayatın
içinde yaşamıyor; aksine toplumsal akışı adeta tribünlerdeki seyircilerin bir
müsabakayı izlediği gibi izliyor. Arada bir görüş bildirenlerin ekserisi de
“toplum bizim anlayışımıza göre şekillenmeli” diyerek kendini toplumun dışında
özel bir konumda görüyor. Toplum, dünyanın dinamizmini yaşıyor; dünyanın bir
ucundaki bir olaydan sosyal ve ekonomik olarak etkileniyor ve akademisyen bu
dinamizme ayak uyduramıyor, dışarıda kalıyorsa bu şekilde görüş beyan
etmemelidir. Bu süreçteki olumsuz etkileşimlerin yaratacağı hasarın en aza
indirgenebilmesi bakımından üniversite ile toplum iç içe olmalıdır. Bunun için
akademisyenler kendilerini çok iyi eğitmeli, toplum ve yerel yönetimler başta
olmak üzere ülkede sorumluluk sahibi bütün paydaşlara model oluşturmalıdır.
Bilimsel bilgi uygulamaya dönüştüğü oranda ülkenin refah düzeyine olumlu
katkılarda bulunacaktır. Bunun için yönetim kademesinde bulunan başta
politikacılar olmak üzere bütün paydaşların akademisyenlere güvenmesi, her
ikisinin de birbirini ötekileştirme çabasından vaz geçmesi gerekmektedir.
Ötekileştirerek, araya görünmeyen duvarlar örerek sorunlar daha da içinden
çıkılmaz bir hal almaktadır.
Bilimsel bilgi üretildiği gibi
paylaşılmalı
Üniversitelerde görevli
personelin birincil görevi doğal olarak öğrenciyi yetiştirmek, bilimsel bilgi
üretmek ve bu yolla toplumsal refaha katkıda bulunmaktır. Bu süreçte,
akademisyenler kendi görevlerini öğrencilerine bilgi aktarmakla sınırlandırırsa,
bilimsel üretkenlik sona erer; aktarmacılık başlar. Akademisyenlerin bilimsel
bilgi üretmesi, ürettiği bilgiyi öğrencilerine aktardığı kadar toplum ile de
paylaşması gerekir. Bu paylaşım sadece bilimsel yayın yoluyla değil, popüler
bilim yazıları veya değişik bilimsel platformlarda yapılmalıdır. Bunu yaparken
belli ana akım görüşlerin estirdiği rüzgara kapılmak yerine, doğruları ve
araştırma sonuçlarını paylaşmak aklın gösterdiği yol olacaktır.
Akademisyenler kendini medyanın
çekim alanına kaptırmamalı
Akademisyenlerin uzmanlık
alanları dışına çıkarak sadece Türkiye’nin toplumsal ve siyasal sorunlarını
akşam, sabah medya üzerinden tartışmaya başladığı andan itibaren güvenilirliklerini
yitirmeye başlamaktadır. Onlardan istenen, özellikle ve öncelikle uzmanlık
alanlarına giren konularda görüş bildirmeleridir. Aksine tutum izleyerek, ana
akım medyanın güdümüne giren görüş sahibinin söyledikleri ne denli doğru ve
gerçek olursa olsun, bir süre sonra belli bir görüşün sempatizanı veya sözcüsü
izlenimi uyandıracağından, görüş sahibinin inandırıcılığı zayıfladığı gibi
akademik misyonu da giderek ortadan kalkmaktadır.
Mevzuat güncellenmeli
Akademisyenlerin alanları ile
ilgili faaliyetlerini bilimsel özgürlük sınırları içinde sürdürebilmesi ve hem
ulusal hem de uluslararası platformlarda tanınırlık kazanabilmesi için,
yükseköğretim ile ilgili idari ve mali mevzuatın da güncel tutulması gerekir.
Güncel mevzuatla yönetilen Üniversiteler değişen dünyadaki bilgi akışına daha
kolay uyum sağlamaktadır.
Eğitim öğretimle ilgili
düzenlemelerde de bir dizi düzenlemenin yapılması gerekmektedir. Öncelikle
Türkiye gibi kalkınmakta olan bir ülkede tek bir alanın eğitimi verilmekte, bu
süre de gelişmiş ülkelere göre daha uzun tutulmaktadır. Öncelikle yoğun istihdam
sorunu yaşanan alanlardan başlamak üzere, öğrencilere öğrenim gördükleri
alanlarla ilişkili olan ve tamamen öğrencinin ilgi alanına göre seçilebilen
ikinci bir alanla birlikte çift diploma eğitimi alma imkanı sağlanmalıdır. Bu
uygulama kimi öğrencinin toplumsal, sosyal baskılarla seçmek zorunda kaldığı
bir alana kayıt yaptırdıktan sonra yeniden üniversite sınavına girerek alan
değiştirmek için yeniden üniversite sınavına girmesi şeklinde kendini gösteren
uygulamanın da önüne geçebilecektir. Öğrenci üniversiteye kayıt yaptırdıktan
sonra, yerleştirildiği alanda arzu ettiği ikinci, üçüncü bir alanı seçerek, bu
alandan mezun olabilmelidir.
Üniversitelerde lisans eğitimi
süresi ortaöğretimde edinilmesi gerekip de edinilemediği düşünülen kazanımlar
için koyulan derslerle gereksiz bir şekilde uzatılmakta, AB ülkeleriyle
karşılaştırıldığında Türkiye’de bir iki yıl fazladan öğrenim görülmektedir. AB
uyum çalışmaları kapsamında yeniden yapılandırılan lisans eğitimi programları
dört yıl yerine üç yılda tamamlanabilecek kredi sayısına indirilmeli;
öğrencilere ikinci anadal zorunlu hale getirilmeli, üçüncü dal da isteğe bağlı
sertifika programı şeklinde sunulmalıdır.
Müfredattaki olağanüstü hal
döneminin izleri silinmeli
Bu bağlamda olağanüstü hal
döneminde müfredata koyulan ve kanun marifetiyle zorunlu olarak okutulan derslerin
programla doğrudan ilişkisi yoksa kaldırılmasında yarar vardır. Bu derslerin en
azından uluslararası değişim sırasında veya çift diploma programlarının
hazırlanması müzakerelerinde gerekçelendirilmesinde güçlük çekilmektedir.
Üniversitenin görevi dil
bilmeyene kurs açmak olmamalı
Üniversiteye gelen bir öğrencinin
anadilini veya eğitim dilini iyi özümsemiş; en azından bir yabancı dilin her
türlü ortamda kullanımı konusundaki yetkinliğini kanıtlamış olması beklenir. Bunun
için üniversiteye gelen öğrenciye Türkçe veya bir yabancı dili temelden öğretmeye
çalışmak yükseköğretim kurumunun işi olmamalıdır. Öte yandan ülkenin eğitim
dilinin dışındaki bir yabancı dilde eğitim öğretim etkinliği düzenlemek de çok
anlamlı olmamakla birlikte, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde görülen,
biz ve ötekiler ayrıştırmasının, kendini kabul ettirme çabalarının bilinç
dışına yansımasıdır. Bu ülkelerin bir kısmında “yabancı dil öğretimi” ve
“ikinci dil edinimi” ayırımı dahi yapılamama durumuna gelinmiştir. Yabancı dil
sorununu çözmüş olarak yükseköğretim kurumuna gelen öğrencilerin bir yıl daha
yabancı dil hazırlık eğitimi görmesine de gerek kalmayacaktır, gereksiz kaynak
israfının da önüne geçilecektir. Yabancı diller yüksekokulları bugünkü yönetim
ve organizasyon yapıları ile yabancı dil sorununa çözüm üretmekten çok kendileri
sorun olmaya başlayan kurumlar haline dönüşmüştür.
Üniversite geleceğin
akademisyenlerini yetiştirmede özen göstermeli
Üniversitelerde görevli yardımcı
öğretim elemanlarının pozisyonları, öğretim üyelerine göre daha karmaşık ve
görev tanımları belirgin değildir. Öğretim görevlisi, okutman veya uzman olarak
istihdam edilen grup, üniversite içinde doktora eğitiminden sonraki kademedeki
görevlilere göre “mahalledeki komşular” gibi görülmektedir. Zorunlu haller
dışındaki iletişim kanalları kapalı olup, çoğu ilişki asimetrik düzeyde gerçekleşmektedir.
Araştırma görevlilerine gelince;
mevcut uygulamaya göre araştırma görevlileri iki ayrı statüde istihdam
edilmektedir. Bu kadrolarda görev yapan personelin iş tanımları net değildir.
Eğitim Sen’in Danıştay’a açtığı iptal davasından sonra önce yürütmesi
durdurulan, daha sonra da iptal edilen “doktorayı bitirdikten sonra ilişik
kesilme durumundaki” 2547/50d maddesindeki araştırma görevlileri ile
2547/33a’ya göre istihdam edilen araştırma görevlileri olmak üzere aynı
pozisyonda, farklı uygulamalara tabi olan iki ayrı grup araştırma görevlisi
vardır.
Aslında 2547/50d maddesi
Türkiye’de burslu lisansüstü öğrenci statüsü getiriyordu. Gelişmekte olan
ülkede bu durum anlaşılamadı veya tam anlatılamadı. Sisteme dahil olanlar,
öğrenimlerinin sonunda kendilerini bekleyen duruma hazır olmadıkları için de
uygulama istendik sonuçları getirmedi, aksine gerek öğrenciler (öğrenci
asistanlar) gerekse bunlarla beraber çalışan öğretim üyeleri bu durumu
istedikleri gibi kullanmayı, bir dizi sorun yumağına dönüştürmeyi tercih
ettiler. Bir kısım öğretim üyesi çalışmalarından memnun olmadığı kişinin
ilişiğinin kesilmesine ses çıkarmazken, birlikte “iyi iş çıkardığı” araştırma
görevlilerinin açıktan kadro atamalarının yapılması için kulis yapmaktan geri
kalmadılar. Bu uygulama da ilişiği kesilenlerin tepkisine neden oldu ve olmaya
devam ediyor.
Aslında Türkiye’nin her yerinin
hizmet alanı olarak görülmesi, gelişmiş üniversitelerde yetişmiş elemanların
gelişmekte olan üniversitelerde istihdam edilerek aşağıdan gelen gençlerin
“burslu öğrenci” olarak istihdam edilebilmelerinin önünün açılması son derece
olağan karşılanmalıdır.
Bunun dışında bir de ÖYP
kadrolarına atanan araştırma görevlilerinin durumları var. Onlar da yetiştirilmek
üzere görevlendirildikleri üniversitelerde, gittikleri bölümün kendi iç
dinamiklerine bağlı olarak ya çok iyi bir eğitim almakta ya da eğitim öğretim
etkinlikleri sırasında birlikte çalıştığı öğretim elemanlarının sekreterlik
görevlerini yapmaktadır. Yaşadığı olumsuzlukların etkisiyle lisansüstü tezini
yazmak için yıllık iznini kullanmak zorunda kalan araştırma görevlilerine
rastlamak hiç de olağan dışı bir durum değildir.
Sonuç yerine
Üniversitelerde görev yapan akademisyenler
bir yaşam biçimi olarak kabul ettikleri pozisyonları gelecek kuşaklardan ödünç
alınmış birer emanet olarak görmeli; geleceğin bir gün geleceğini ve o güne bu
günden hazır olmak için kendini öznel düşüncelerden arındırıp toplumun bütün
paydaşları ile ortak hareket ederek ülkeyi daha yaşanılabilir hale getirecek hayatın
içinden, uygulamaya dönüştürülebilen projelere imza atarak üniversite dışında,
gerek kamusal alanda gerekse sosyal ve kültürel alanda da liderlik yapma,
sorumluluk alma bilincini kazanmalı; kendi pozisyonlarına gelecek genç
kuşakları en az kendileri kadar bilgi ile donatmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder