Anadolu’nun her bir köşesinden
Avrupa’ya gelen Türklerin Batı kültürü içinde sürdürmeye, yeniden inşa etmeye
çalıştığı yaşam biçimi tarihteki Berlin-İstanbul-Bağdat demiryolu hattının
hikâyesi gibi geriye gidiyor. Türkler ile Almanlar arasında adeta bir dostluk bağı
oluşturuyor. Türkler yürüttükleri siyaseti, yaşama kültürünü bu minvalde değerlendiriyor.
Bununla birlikte zaman zaman karşı karşıya kaldıkları ırkçı saldırılar, hüzün
veriyor. Buna rağmen daima daha iyiyi aramaktan, gönül köprüleri kurma
girişimlerinden geri kalmıyorlar.
Hemen her toplantıda Almanya ile
Türkiye arasındaki iş gücü anlaşmasının üzerinden yarım yüzyılı aşkın bir zaman
geçtiği söyleniyor. Doğrudur. Buna rağmen Almanya’da doğmuş veya küçük yaşlarda
bu ülkeye gelmiş, eğitim ve kültürel sosyalleşmelerini Batı kültürü içinde
tamamlamış, artık göçmen değil de yerleşik metekler -kimi haklardan yoksun
yaşayan yabancı kökenliler- haline gelmiş, yurt olarak kabul ettikleri, kederde
ve sevinçte birlikte hareket etme dinamiğini geliştirmeye başladıkları bu
ülkede kendilerini güvende hissetmedikleri zaman hiç düşünmeden, doğal bir
refleksle “Bizim memleketimiz var” diyor. Uzaklarda yaşıyor olsalar da Türkiye’nin
sadece mazlum milletler için değil, gurbeti vatan edinenler için de umut; sığınılacak
güvenli bir liman olduğunu biliyorlar. Türkleri Türkiye’ye bağlayan duygu dünden
bugüne gelişmedi, aksine kuşaklar boyu sürdürülen bir dünya görüşü, yaşam anlayışı.
Bugün dört kuşak yetiştikten sonra bile yaşanılan yerin ödünç alınan bir gök
kubbeden ibaret olduğu düşünülüyorsa veya böyle bir algı varsa, göçmenlerle
ilgili olarak çalışanların “Biz altmış sene boyunca nerede eksik kaldık?” diye
düşünmesinde yarar var. Bu bağlamda izlenen politikaların biz ve öteki,
benzerlik ve farklılık, birey ve toplum, alt kültür ve üst kültür gibi
ayrıştırıcı iklimler bağlamında toplumsal ilişkilere yansıyan etkisinin gözden
geçirilmesi düşünülebilir.
Bireyin ait olduğu toplumsal
grup, onun aidiyet, himaye ve sosyalleşme ihtiyacını bir ölçüde karşılar ve ona
çeşitli sorumluluklar yükler. Toplumsal grup, aynı zamanda kendine göre yeni
bir grup kültürü de oluşturarak bu kültürü bünyesinde bulunan bireylerin
kimliklerinin bir parçası haline getirir. Egemen kültürün taşıyıcıları ile
istendik ilişki kurulamadığı zaman, ortaya çıkan boşluğu örneğin hemşeri dernekleri
veya başka türlü toplumsal ve sosyal oluşumlar ikame etmeye çalışır. Buralarda
ortaya çakan yeni kültürün ve yarattığı iklimin toplumdaki baskın ve taşıyıcı
kültürden farklılık göstermesi, alt –üst kültür farklılaşmasına neden olur.
Almanya’da yaşayan Türklerin Türkiye’deki Türklerden farkı bu sosyolojik
gerçekten kaynaklanmaktadır ve bu durum doğal bir olgu olup, kültürel zenginliği
ifade eder. Almanya’da ortaya çıkan bu kültürel çeşitlilik de Almanya açısından
toplumsal bir zenginliktir ve ev sahibi ülke için bugünden yarına ulusal ve
uluslar ötesi ilişkiler bağlamında değerlendirilmesi gereken önemli bir
kazanımdır.
Çoğulcu, geniş tabanlı olması
gereken bu yeni kültürün temel referansları, bünyesindeki alt kültürlerin
kesişme noktalarıdır. Bu noktalar; insan hakları, demokrasi kültürü, vatandaşlık
hakları ve görevleri, insanı merkeze alan ulusal ve evrensel değerler olarak algılanmaktadır[1].
Bu yüzyılda çokluk içinde birlik anlayışı, genel anlamda öznel kimliklerin
fiziksel ve sembolik anlamlarda tanınması olarak yorumlanmaktadır[2].
Bu bağlamda “çifte vatandaşlık” veya “Almanya vatandaşlığı” sembolik olarak
ortak yurttaşlık anlayışı gibi birleştirici, duygudaşlığı pekiştirici yapılarla
anlatılabilir.
Kültürel çoğulculuk aslında Türklerin
tarih boyunca aşina olduğu bir kavramdır. Tarihte bunun yaygın örneklerine sıkça
yer verilir. Selçukluların Kudüs’teki kutsal alanların kullanımını düzenleyen ve
günümüze kadar gelen çalışması, Osmanlının Fatih Sultan Mehmet’in fermanı ile azınlıklara
gösterdiği geniş tolerans, Cumhuriyet döneminde yerel kültürlere saygı ilkesi
çok sayıda etnik köken, din ve kültürün yüzyıllarca ciddi bir çatışma yaşanmadan
birlikte yaşaması ve farklılıkların anlayışla karşılanması, Türklerin yaşadığı
coğrafyalarda ve bilhassa Anadolu’da çokluk içinde birlik olmanın örnekleridir.
Bu kültüre karşı gelişen zenofobi
nedeniyle, her türlü ırkçılığın ve ayrımcılığın toplum içinde güçlenmesiyle önüne
geçilemeyen toplumsal rahatsızlıklar, acılar ortaya çıkar. Mölln, Solingen şehirlerinde
yaşananlar vd., geçmişten geleceğin şekillendirilmesi için ders çıkarılması
gereken önemli örneklerdir.
Türkler yaşadıkları bu
topraklarda başarıları ile olduğu kadar birilerinin yaptığı, saldırıların
muhatabı olarak da gündemde kalmaya devam ediyor; buna rağmen yaşadığı ve
ekmeğini yediği yere sadık, vefalı insanlar olarak çokluk içinde birlik
anlayışını içselleştiren kadim bir kültürün mensubu olarak bu ülkede kazandığı ekmeğine
sabrı katık edip susuyor.
İnsanlık zor zamanlardan geçiyor;
hastalıkla, ölümle imtihan oluyor. İnsanların önce can dedikleri bu zamanda
Türkler; dirisine değil, ölüsüne de düşmanlık gösterildiği anlarda bile
tevekkül ve dayanışma örnekleri gösteriyor, yurt edindikleri topraklar için de “Bizim
memleketimiz” diyor.
Ama içinde bulunduğumuz dönemde
bazı ilişkiler zorla kurulmuyor. Günübirlik politikalar, bireysel tutunma ve
tutundurma çabaları ve iki ülke arasındaki ilişkilerde gönül kırıklıklarına
neden olan tutumlar da zamanla değişecek. İlişkilerde öncelik gönül kazanmakla
başlar, karşılıklı olarak birbirini anlamaya çalışmakla, kimin kimden neyi
beklediğini tahayyül etmekle, yenilerin deyişiyle empati kurmakla, duygudaş
olmakla atılır ilk adım… Yani gönül meselesi, gönlü kazanmak lazım önce… Bunun
için de yürek lazım, yürekli karar alıcılar ve uygulayıcılar lazım. Görünürde
kimse var mı? Var. Karamsar olmamak lazım.
[1] Bkz.:
Demok (2018). Çokluk İçinde Birlik. Demokrasi
ve İnsan Hakları. https://www.demokrasi.gen.tr/cokluk-icinde-birlik/
(14 Ocak 2022).
[2] Bkz.: Abdulvahap
Özpolat, Demokratik Vatandaşlık,
Hegem Yayınları, Ankara, 2009, s. 210-212
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder