20 Ekim 2019 Pazar

Avrupa deyince


Avrupa deyince bazılarımızın zihninde adeta bir masal ülkesi canlanıyor. Türkiye’de yaşayanların bir kısmı, bir milyonu aşkın evsizin yaşam mücadelesi verdiğinden habersiz, zihinlerinde canlandırdığı bu sanal âlemdeki insanların bilim, kültür ve sanatın zirve yaptığı bir dünyada gönüllerince yaşadığını hayal ediyor.

Yaklaşık 750 milyon insanın yaşadığı ve Avrasya’nın 1/5’ini oluşturan Avrupa kıtasında 5 Mayıs 1949 senesinde Londra Antlaşması ile kurulan Avrupa Konseyine dâhil olan 47 ülke ve 820 Milyon nüfus yaşıyor. 28 ülkenin yarım milyardan fazla nüfusuyla oluşturduğu Avrupa Birliği denen ve bir türlü Avrupa Birleşik Devletleri yapısına evrilemeyen, toplumsal ve sosyal sorunlara çözüm üretme konusunda çaresiz kalan stagnant (durgun) bir örgüt var. Bu kara parçasında yaklaşık 111 milyon nüfus yoğunluğu Londra’dan Roma’ya yay gibi çizilen hat üzerinde yaşıyor[1].

Şimdi bu kadar farklı ülkelerden, onca kültürlerden milyonlarca insanın bir şemsiye altında toplanmasıyla oluşan Avrupa’ya toptan bir güzelleme yapmanın anlamsız olduğu da gün gibi aşikâr. Bu nedenle Avrupa sevdası ile yanıp tutuşanlara “Hangi Avrupa?” diye sormak, abesle iştigal olmaz sanırım.

Avrupalıların ortak bir kültüründen söz etmek zor olsa da Batı Kültürünün ortak kaynağının Hristiyanlık inancı olduğu söylenebilir. Hristiyan batı kültürü birbirinden farklı ögeleri birbirine ustalıkla bağlarken, ekonomik altyapısında Hindistan, Latin Amerika ve Afrika’daki sömürgecilikten doğan madunlarının katkısı olduğunu da unutmamak gerekir.

Avrupa halkları kendi içinde ayrışsa, bile Doğu dünyasına karşı her dönemde bir araya gelmekte zorluk çekmemiş; ortak tarihe önemli katkılar yapmıştır. Her yaşanan olaydan sonra siyasi çıkarlarının dini karakterlerinin önüne geçtiğini anlayan Avrupalılar, yeni diplomatik ilişkiler ve stratejik hamleler ile devletler arasında ki siyasi ilişkilerde özellikle politik güç dengelerine dayalı küresel bir yol izlemelerine zemin hazırlayacak bir politika geliştirmiştir. Bu anlamda geçmişte yaşananlar, geleceğe yön vermeye yönelik bir anlayışa dönüşmüştür.

Özellikle 15-16. yüzyıllardaki İtalya’da sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta Orta Çağ ve Reformasyon arasındaki dönemde Rönesans hareketlerinin öne çıktığı görülüyor. Bu süreçte Antik Yunan filozofları ve bilim insanlarının çalışmaları çeviri yoluyla Avrupa’ya getirilmiş; bilimsel tutumun getirdiği uyanışa bağlı olarak 16. yüzyılda Katolik kilisesine karşı dinsel bir reform hareketi ortaya çıkmıştır. Otuz yıl, seksen yıl birbiriyle savaşan devletler Vestfalya Barışı ile Roma-Vatikan merkezli birleşik Avrupa’dan ulusal devlet merkezli, parçalanmış bir Avrupa’ya evrilmiş; bugünkü yapının temelleri atılmıştır.

Bütün bu gelişmeler, Albert Sorel’in “Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler kaçınılmaz olur.” sözünü doğrularcasına, 18. ve 19. yüzyıllarda yapılan yeni buluşların üretime olumlu yansımasıyla buhar gücüyle çalışan makineler icat edilmiş; bu yolla endüstriyel faaliyetler gelişmiş ve Avrupa’da sermaye birikiminin artmasına yol açmıştır. Bu süreç, bugün Endüstri 1.00 olarak da tanımlanan Sanayi Devriminin temellerini atmıştır.  

Avrupa’nın değişik ülkelerindeki kültürel altyapıya bağlı olarak gelişen felsefe akımları, müzik türleri, musiki zevkleri, danslar ve folklorik özellikler ortak bir kültürün hareket noktasını oluşturmaktadır. Bu hareket noktasının ulaştığı ortak kurumsal noktada çeşitli ilişkiler olsa da ülkeler arasında yapılan anlaşmalar Avrupa Birliği olarak vücut bulmuştur. Bu yapının oluşturduğu Batı Kültürü bir anlamda Avrupalının geçmişini yansıtmakta, geleceğini yönlendirmektedir. Bugün bu geçmişin izlerini doğal çevre, tarih ve kültürel kaynaklar, aile ve akraba ilişkileri, sağlık ve beslenme, eğitim süreci, şehirleşme ve mimari, ekonomi ve teknoloji, bilimler ve sanatlar, din ve devlet yapılarında karşımıza çıkmaktadır.

Bugünkü Avrupa kültürü ve kimliği, bir coğrafya veya siyasi örgütsel yapıların ötesinde kendi geleceğini belirleme mücadelesini vermiş, derin kökleri bulunan düşünsel temelli ve temsil yeteneği olan bir kavramdır. Bu kavram üçüncü dünya ülkelerinden bir umut ışığı, kariyer ve türlü hayalleri süsleyen kaleydoskopik renk cümbüşü şeklinde görünmektedir. 

Bize gelince, bizler kendi özümüzün, kültürümüzün varlığından adeta habersiz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanındaki ifadesiyle “…bir aksülamel (karşı çıkma) devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi, Wagner olmadığı için, Yunus'u, Verlaine, Baki'yi, Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür her şey, bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz” (s. 116) [2].




Not: Bu yazı Europa-Journal / Haber Avrupa Ekim 2019 sayısı için hazırlanmış olup, http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/oktober2019/cakir102019.jpg adresinden erişime açıktır.

[1] Sayılar Vikipedi’den alınmıştır.
[2] Sevim KANTARCIOĞLU. Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm. Ankara: Akçağ Yayınları, 2004. (ISBN 9753386158).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...