Avrupa deyince bazılarımızın
zihninde adeta bir masal ülkesi canlanıyor. Türkiye’de yaşayanların bir kısmı,
bir milyonu aşkın evsizin yaşam mücadelesi verdiğinden habersiz, zihinlerinde
canlandırdığı bu sanal âlemdeki insanların bilim, kültür ve sanatın zirve
yaptığı bir dünyada gönüllerince yaşadığını hayal ediyor.
Yaklaşık 750 milyon insanın
yaşadığı ve Avrasya’nın 1/5’ini oluşturan Avrupa kıtasında 5 Mayıs 1949
senesinde Londra Antlaşması ile kurulan Avrupa Konseyine dâhil olan 47 ülke ve
820 Milyon nüfus yaşıyor. 28 ülkenin yarım milyardan fazla nüfusuyla
oluşturduğu Avrupa Birliği denen ve bir türlü Avrupa Birleşik Devletleri
yapısına evrilemeyen, toplumsal ve sosyal sorunlara çözüm üretme konusunda
çaresiz kalan stagnant (durgun) bir örgüt var. Bu kara parçasında yaklaşık 111
milyon nüfus yoğunluğu Londra’dan Roma’ya yay gibi çizilen hat üzerinde yaşıyor[1].
Şimdi bu kadar farklı ülkelerden,
onca kültürlerden milyonlarca insanın bir şemsiye altında toplanmasıyla oluşan
Avrupa’ya toptan bir güzelleme yapmanın anlamsız olduğu da gün gibi aşikâr. Bu
nedenle Avrupa sevdası ile yanıp tutuşanlara “Hangi Avrupa?” diye sormak,
abesle iştigal olmaz sanırım.
Avrupalıların ortak bir
kültüründen söz etmek zor olsa da Batı Kültürünün ortak kaynağının Hristiyanlık
inancı olduğu söylenebilir. Hristiyan batı kültürü birbirinden farklı ögeleri birbirine
ustalıkla bağlarken, ekonomik altyapısında Hindistan, Latin Amerika ve
Afrika’daki sömürgecilikten doğan madunlarının katkısı olduğunu da unutmamak
gerekir.
Avrupa halkları kendi içinde
ayrışsa, bile Doğu dünyasına karşı her dönemde bir araya gelmekte zorluk çekmemiş;
ortak tarihe önemli katkılar yapmıştır. Her yaşanan olaydan sonra siyasi
çıkarlarının dini karakterlerinin önüne geçtiğini anlayan Avrupalılar, yeni
diplomatik ilişkiler ve stratejik hamleler ile devletler arasında ki siyasi
ilişkilerde özellikle politik güç dengelerine dayalı küresel bir yol
izlemelerine zemin hazırlayacak bir politika geliştirmiştir. Bu anlamda
geçmişte yaşananlar, geleceğe yön vermeye yönelik bir anlayışa dönüşmüştür.
Özellikle 15-16. yüzyıllardaki
İtalya’da sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta Orta Çağ ve Reformasyon
arasındaki dönemde Rönesans hareketlerinin öne çıktığı görülüyor. Bu süreçte
Antik Yunan filozofları ve bilim insanlarının çalışmaları çeviri yoluyla
Avrupa’ya getirilmiş; bilimsel tutumun getirdiği uyanışa bağlı olarak 16.
yüzyılda Katolik kilisesine karşı dinsel bir reform hareketi ortaya çıkmıştır. Otuz
yıl, seksen yıl birbiriyle savaşan devletler Vestfalya Barışı ile Roma-Vatikan
merkezli birleşik Avrupa’dan ulusal devlet merkezli, parçalanmış bir Avrupa’ya
evrilmiş; bugünkü yapının temelleri atılmıştır.
Bütün bu gelişmeler, Albert
Sorel’in “Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler kaçınılmaz olur.” sözünü
doğrularcasına, 18. ve 19. yüzyıllarda yapılan yeni buluşların üretime olumlu
yansımasıyla buhar gücüyle çalışan makineler icat edilmiş; bu yolla endüstriyel
faaliyetler gelişmiş ve Avrupa’da sermaye birikiminin artmasına yol açmıştır.
Bu süreç, bugün Endüstri 1.00 olarak da tanımlanan Sanayi Devriminin
temellerini atmıştır.
Avrupa’nın değişik ülkelerindeki
kültürel altyapıya bağlı olarak gelişen felsefe akımları, müzik türleri, musiki
zevkleri, danslar ve folklorik özellikler ortak bir kültürün hareket noktasını
oluşturmaktadır. Bu hareket noktasının ulaştığı ortak kurumsal noktada çeşitli
ilişkiler olsa da ülkeler arasında yapılan anlaşmalar Avrupa Birliği olarak
vücut bulmuştur. Bu yapının oluşturduğu Batı Kültürü bir anlamda Avrupalının geçmişini
yansıtmakta, geleceğini yönlendirmektedir. Bugün bu geçmişin izlerini doğal
çevre, tarih ve kültürel kaynaklar, aile ve akraba ilişkileri, sağlık ve
beslenme, eğitim süreci, şehirleşme ve mimari, ekonomi ve teknoloji, bilimler
ve sanatlar, din ve devlet yapılarında karşımıza çıkmaktadır.
Bugünkü Avrupa kültürü ve kimliği,
bir coğrafya veya siyasi örgütsel yapıların ötesinde kendi geleceğini belirleme
mücadelesini vermiş, derin kökleri bulunan düşünsel temelli ve temsil yeteneği
olan bir kavramdır. Bu kavram üçüncü dünya ülkelerinden bir umut ışığı, kariyer
ve türlü hayalleri süsleyen kaleydoskopik renk cümbüşü şeklinde görünmektedir.
Bize gelince, bizler kendi
özümüzün, kültürümüzün varlığından adeta habersiz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
Huzur romanındaki ifadesiyle “…bir aksülamel (karşı çıkma) devrinde
yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu;
Dede'yi, Wagner olmadığı için, Yunus'u, Verlaine, Baki'yi, Goethe ve Gide
yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği
içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz.
Coğrafya, kültür her şey, bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın
farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz” (s. 116)
[2].
Not: Bu yazı Europa-Journal / Haber Avrupa Ekim 2019 sayısı için hazırlanmış olup, http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/oktober2019/cakir102019.jpg adresinden erişime açıktır.
[1] Sayılar Vikipedi’den
alınmıştır.
[2] Sevim
KANTARCIOĞLU. Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm. Ankara: Akçağ Yayınları,
2004. (ISBN 9753386158).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder