26 Aralık 2016 Pazartesi

Ötekini anlamak ve uyum

İnsanlar, “Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır” (Antoine de Saint Exupery) sözünün aksine, öteki olarak gözüne kestirdiği birinin davranışlarını takip ediyor ve hemen kendi beyinlerine kodladıkları toplumsal veya kültürel değerlere uyup uymadığını kontrol ediyorlar. Uyarsa, ne ala; uymazsa, uyumsuz, ötekisin. Hâlbuki eskiden çevresine şöyle bir bakan insan, elinden geldiği ölçüde kendisini, davranışlarını içinde yaşadığı sosyal çevreye uydurmaya çalışırdı. Bu sırada da “Söz gümüşse, sükût altındır” ilkesine uygun davranır; söz ve eylemleri ile de kimseyi incitmemeye; canını yakmamaya çalışırdı. Uyum tek taraflı değil, karşılıklı bir etkileşimdi. Artık devir değişti. Herkes, özellikle de çoğunluğun kültürünü taşıyanlar, kendi aklına yatanı daha çok beğeniyor. Herkes, öteki olarak gördüğünün kendi değerlerine uymasını istiyor. Bunun toplumsal ve sosyal hayattaki adını da kocaman bir etiketle, uyum diye yaftalıyor. Uyum, akşamdan sabaha sonuçlanan, “uy” deyince uyulan, emir komuta zincirine bağlı bir durum değil ki… İnsan yeni bir ortama girdiğinde önce bir duracak, etrafına bakacak, inceleyecek, görüp göreceklerini duygularının ve aklının süzgecinden geçirecek, beğendiklerini kabul edecek, aklına yatmayanları da olduğu gibi bırakacak. Uyumu hayatı boyunca gelişen bir öğrenme, kültürleme süreci olarak yaşayacak.

Uyum, hayatın seyrine göre, içinde bulunulan şartların veya beraber olunan arkadaşların kişiyi nereye çekerse o yöne gitmek olmadığı, sosyal sorumluluklara bağlı olarak şekillendiği unutulmamalıdır. Uyum için bir okula gitmek veya gitmemek, hayatın olmazsa olmazı değildir. Kaldı ki bireyin sosyal gelişim hızı, şekli ve yeni durumlara kendini uydurabilme yeteneği okula göre değil, kişiden kişiye kişisel özelliklere göre değişkenlik gösterir. Burada eğitim kurumlarının katkısı, bireyin gelişimini biçimsel olarak yönlendirmektir. Eğitim alan birey öğrenme sürecinde kendini tanır; yeteneklerinin farkına varır, sınırlılıklarını öğrenirse, süreçten beklenen istendik sonuçlar daha kolay alınır ve uyum diye tanımlanmak istenen toplumsal ve sosyal hayattaki yaşanmışlıklar olumlu olur.

Uyum sağlamak için kişinin köken dilini, kültürünü bırakması, terk etmesi gerekmez. Bununla birlikte içinde yaşanılan hedef kültüre ait dilin, örf ve adetlerinin öğrenilmesi gerekir. Öğrenmek ile öğrenilenlerin hayatın pratiğine dökülmesi farklıdır. Uyum için hedef dili (Almancayı) bir Alman kadar iyi öğrenmek, nüansları ile konuşmak, toplumsal ve sosyal hayatın içinde başarı ile yer almak için bir anahtardır. Ama uyum sağlayacağım diye kökenini, ana dilini, ana yurdunu unutmak gerekmez; aksine dil öğrenmenin kültürü de öğrenmek olduğu düşünülürse, ana dilini öğrenmenin de köken kültürü ile bağın sürdürülmesi konusunda önemli bir kazanım olacağı unutulmamalıdır. Ana dilini bilen özünü bilir; özünü bilen kendine güvenir; kendine güveni olan da karşıdakine korku veya şüphe ile yaklaşmaz. Birlikte yaşamanın, ortak değerlerin kesişim noktalarını anlar, bir davranışın arka planındaki niçin ve nedenleri bilir ve nihayet yaşadığı anın keyfini sürer.

Okul çağındaki çocukların yaşadıkları çevreye uyum sağlaması, kimlik bunalımı yaşamaması ailenin sorumluluğunda olduğu kadar, çocuğun gelişimiyle ilgisi olan bütün kurum ve kuruluşların da sorumluluğundadır. Bu sorumluluğun paylaşılması, süreç içinde ortaya çıkabilecek kimi sorunların çözülebilmesi konusunda ilgili paydaşlarla işbirliği yapılmasını gerektirir. Eğitim, aile ve sosyal işler ile ilgilenen kurumlar, bu süreçte çocuklara, ailelerine koruyucu ve destek hizmetlerini eksiksiz sunmalıdır. Bu destek aile danışma merkezleri, psikologlar ve uzman hekimler üzerinden sağlanabilir. Bu desteği Avusturyalı yerel makamlar kadar; Türk temsilciliklerinin de istihdam ettiği alan uzmanları üzerinden vermesi beklenir.

Bu kurumların başında sorumlu olanların, çocukların sosyal çevreye uyum sağlaması için onlara duyarlı davranması; çocuk ve aile ile işbirlikçi davranış modelleri sergilemesi, kişisel ikbal yerine toplumsal ve sosyal hayatın gelişimine yönelik projeleri teşvik edip hayata geçirmesi tercih edilir. Bu tutum sorunlar karşısında bunalan ailelerde duyarlık, kurumlara farkındalık ve saygınlık kazandırırken, kişiler arası ve toplumlar arası iletişimde de belirgin bir rahatlama sağlar.

Örneğin bir okul yöneticisi, okulunda öğrenim gören Türkiye kökenli öğrencilere ders dışındaki serbest zamanlarda kendi aralarında Türkçe konuşmayı yasaklayarak, ne onların topluma uyum sağlamasına ne de Almancayı daha iyi öğrenmesine katkı sağlayabilir. Olsa olsa toplumsal gerginlik yaratır; toplumda varlığı hissedilen ve yerel politikacılar tarafından daha belirginleştirilmeye çalışılan kimi ayrışmaları, kanayan yaraları derinleştirir. Bunun yerine başarıyı ödüllendirerek, öğrencilerin Türkçenin yanı sıra Almancayı öğrenmeleri de teşvik edilebilir.

Öğretmen okulda Türkçeyi, aileler de evlerinde Almanca konuşmayı yasaklamak yerine ihtiyacı hissedilen dil konuşulmalıdır. Bu süreçte çocukların duygu ve düşüncelerine değer verildiği hissettirilerek, onları anlamaya çalışmalı; onları hangi dilde istiyorsa, o dilde düzenek değiştirmeden konuşmaya, kendilerini özgür bir şekilde ifade etmelerine yardımcı olunmalıdır.  Bu tutum bazen bir öğrenciyi bazen de bütün öğrencileri anlamanın ipuçlarını verir veya onların ortaya koyduğu farklı dünya görüşü ve hayat tarzlarının, çok kültürlü hayatın doğru yorumlanmasının yolunu açar. Öte yandan bir dilin öncelikle konuşulması yönündeki baskı, o dilden uzaklaşılmasına yol açacağından, gerekçeli olarak anlatılmalı; zorlama yerine teşvik ve ödüllendirme sistemi tercih edilmelidir.

Bireyler toplumda bir insanı uyumsuz olarak ötekileştirip etiketlerken, aslında kendi iç dünyalarını, duygularını ve bilinçaltına yer etmiş önyargılarını da dışa vururlar. Burada sözü edilen yansıtma, bir kimsenin kendi motiflerini, duygu ve davranışlarını başkalarına atfetmesi, anlamında bilinçli olarak kullanılmıştır. Yansıtma bir kimsenin kendine ait fikirleri, duyguları veya kişisel özelliklerini başkalarına atfedilmesi ile ilgili her türlü ötekileştirmeyi de içine alan ağır bir anlam taşır. Atfetme de yansıtma gibi pasif değil, aktif ve sonucu bazen yıkıcı olabilen bir eylem, bir etiketlemedir. Bu süreçte diğerkâm olanlar, kendi menfaatini değil başkalarının hayrını düşünenler ne kadar aktif olurlarsa, sürece o denli olumlu katkı sağlarlar ve sahip oldukları birikimi karşılarındakine o denli olumlu, etkili ve başarılı bir şekilde aktararak yeni oluşumlara katkı sağlarlar. Böylece yeni ufukların açılmasına yardımcı olurlar.

Bir kimseyi anlamayı, bir sanat eserini anlamaya benzeten uzmanlar insanların başkalarını anlamak için onların fizik ifadelerini yorumlayabilmek için kendilerini arkadaşlarının yerine koyması gerektiğini, yani onları taklit etmesi gerektiğini söylemekte ve “bir kimsenin davranışını taklit etmediğimiz zaman onu anlamakta zaafa uğrarız” demektedirler. Uyumun ne olduğunun anahtarı biraz da burada gizlidir. Kendinin ne olduğunu unutmadan, gördüğünü kendine benzetmeye çalışmadan, olanı olduğu gibi görmek ve farklı olanın farkına varmaktır uyum. İster Türkün deyişiyle “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü” ister Alman deyişiyle “Leben und leben lassen” (Yaşa ve bırak yaşasın) demektir.

Söz gelimi, bir futbol oyununda, kendini oyuna kaptırmış heyecanlı ve taraf tutan seyircilerin oyuncuların hareketlerine aktif şekilde tezahüratlarla eşlik ederken, farkında olmadan grup dinamiği içinde yanındakileri de itip kakıştırdıkları görülür.

Bir sirkte gösteri yapan canbazın biri direğin tepesine çıkar, bir diğeri iki direk arasında gerilen ip üzerinde yürümeye çalışır. Bu sırada sarsılan direkle beraber, yürümeye çalıştığı ipin üzerinde öne ve arkaya sallanır. Onu izleyen kalabalık da canbazın ritmine kapılarak öne arkaya sallanır.

Siyasetçilerin, toplumsal rol modeli oluşturan kanaat önderlerinin söylemleri de tıpkı buna benzer. Vatandaş, onların olumlu-olumsuz söz ve eylemlerine kendini kaptırabilir. Bu nedenle toplumlarda rol model olan, rol model olmaya soyunan kişilerin, toplumsal ve sosyal uyumdan veya bir durumdan söz ederken kendi söz ve eylemlerinde ölçülü, tutarlı olmaları, kamuoyunu buna göre yönlendirmeleri beklenir. Aksi halde son derece saygı gören, taraftar toplayan bir liderin çıkıp bütün yabancılar, Türkler vs uyumsuzdur, şudur, budur demesi, bütün toplumun bu söze göre tavır almasına neden olur. Böylece toplumsal hayatın dinamikleri bozulur, giderek daha karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal alır. Oysa hayat yaşarken zorlaştırılmamalı, sorunlar daha ortaya çıkmadan çözüme kavuşturularak kolaylaştırılmaya çalışılmalıdır.

Olumsuzluklar karşısında aklın yerine ani tepkilerin ve aceleci davranışların hâkim olması anlaşılabilecek bir durum olmakla birlikte tercih edilmemesi gereken bir tutumdur. Karşı karşıya kalınan zorlukların üstesinden sakin, duru bir akılla ve kulaktan dolma değil, bilimsel tutuma dayalı bilgiyle gelinebileceği unutulmamalıdır.

Pozitif düşünceyi, akla dayalı bilimsel bilgiyi kullanacak yeni neslin yetiştirilmesi için ilk başta en önemli görev ve sorumluluk aileye, sonra da okula, dolayısı ile öğretmenlere düşer. Bunun altyapısını hazırlamak ise yerel ve ulusal yönetimlere.

Kaldı ki ötekini anlamak ve yaşananları sağduyu ile değerlendirebilmek için önce niyet, ardından bilgi ve çaba gerekir. Karşılaşılan zorluklar ne kadar büyükse, bunların üstesinden gelmiş olmanın verdiği hazzı yaşamak da o denli gurur ve mutluluk vericidir.

Yurt dışında yetişen çocuklarımızın ve gençlerimizin yaşadıkları çevreye uyum sağlamalarını kolaylaştırabilmek, kendilerini ötekileştirilmiş, dışlanmış hissetmemeleri için öncelikle özgüvenlerinin pekiştirilmesi üzerinde durulmalıdır. Bu da dil ve tarih bilincinin yerleştirilmesi ile mümkün olabilir.

Batılılar kendi çocuklarına önce kendi kişisel, maddi menfaatlerini korumayı öğretirler. O çocuklar büyüdükleri zaman kendi kişisel menfaatlerini, “insan hakları” olarak algılar ve öteki olarak gördüklerine “insan hakkı” adı altında zulme varan baskılar uygulayabilirler.

Çocuklarımızın özgüvenlerini geliştirirken, onların yaratıcılıklarını ve eleştirel düşünme yeteneklerini de geliştirecek ortamların oluşturulması gerekir. Gençler her türlü olumsuz şartların yarattığı psikolojik baskının üstesinden edinecekleri bilimsel bilginin yanı sıra “kul hakkı” diye şekillenen maneviyata dayalı güç ve kuvvetin desteğini de alabilecek altyapıya sahip olmalıdır. Bununla birlikte ulusal bilinç, edep ve estetik zevkler açısından da onları geliştirecek sosyal ve kültürel çevrelerin hazırlanmasına çalışılmalıdır.

Mehmet Öz (2016, s. 4).’ün Türkiye’deki gençlere önerdiği gibi, yurt dışında yaşayan soydaşlarımızın da “Aklını başkalarına emanet eden bir güruha değil, aklı ve ruhuyla hareket eden, kendi olabilen ve aynı zamanda milletine mensubiyet şuuru yüksek bireyler yetiştirmesi esas gaye olmalıdır”. Bu süreçte de bize yani ailelere ve eğitimcilere düşen görev mazeret bildirmek değil, olası sorunlara çözüm üretmek, bunları hayata geçirebilmek için mücadele etmek olmalıdır.

Bugün Avrupalıların yabancılar söz konusu olduğunda herhangi bir olumsuzluk yaşanmasa bile zihinlerinde hissettiği olumsuz çağrışımlar, toplumsal ve sosyal hayatın kurgulanmasındaki sorunların dışa vurumudur. Yaşanan olumlu olumsuz her olay, toplumlara tutulmuş birer boy aynasındaki yanımadır. Unutulmamalıdır ki aynanın bir yüzü parlaksa öbür yanı karanlıktır ve ortak gelecekte bir arada huzur içinde yaşayabilmek için sorunların derinliğini gösteren karanlık yüzün sırlarına da vakıf olmaya çalışılmalıdır.

Not: Bu yazı "Haber Avrupa" Aralık 2016 ve Ocak 2017 sayıları için hazırlanmıştır. Dergiye sosyal medya hesaplarından ulaşmak mümkündür. 
https://tr-tr.facebook.com/haberavrupa.europajournal/

Kaynak:

Öz, Mehmet (2016). Durum Değerlendirmesi ve Geleceğe Bakış. İçinde: Türk Yurdu. Kasım 2016, Yıl 105, S. 351, ss. 3-5.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...