Hayat bizlere ne kadar imkan
sağlarsa sağlasın, yaşadığımız zor yıllar, bana geçmişe bir göz atmamız
gerektiğini hatırlattı. Kendi hayatımdan da kesitler bulacağınız bu yazıda
dünün çocuk yetiştirme sistemi ile günümüzdeki şartları karşılaştırmaya
çalıştım.
Gelişime ne kadar direnirsek
direnelim, artık dünün dünyasında yaşamıyoruz ve dünün çocuk yetiştirme
yöntemiyle, bugünün çocuk yetiştirme şekli aynı değil; köprülerin altından çok
sular aktı. Heraklit’in deyişiyle „Aynı çayda iki kere yıkanılmıyor“ artık. Bununla
birlikte geçmişten öğreneceğimiz ve bugüne aktardığımız çok şey olduğunu da bir
kenara not etmekten geri durmuyorum.
Yaşadığımız, kendimize yurt
edindiğimiz uzak diyarlarda kendimizi, dilimizi, kültürümüzü, kimliğimizi
korumaya çalışırken, geçmişin kalıp yargılarına tutsak olmamak için, kendimizi,
bilgilerimizi güncellemek zorundayız. Yaşadığımız sosyal çevrede aklımıza,
yüreğimize hitap eden bilgileri süzüp, hayatımıza aktarmamız ve yaşam biçimine dönüştürmemiz
gerekir. Böylece yeni hayatlarımızı ne kendimize ne çocuklarımıza ne de etrafımıza
zehir ederiz. Hayatı paylaşmak, yaşadığımız çevrede nereden gelip nereye
gittiğini unutmayan, ama çağın en gerekli donanımı olan „bilgi“ edinmeyi de
ihmal etmeden yaşamamız gerekir.
Yaşadığımız çevrenin dini, sosyal
ve kültürel farklılıkları içinde kendi kimliğimiz ve kültürümüzle eriyip gitme
kaygıları ağır bastığında, bize aklımız, vicdanımız yol göstersin. Hayattaki
yol göstericilerimiz hısım akraba, konu komşu, Ahmet Bey, Fatma Hanım değil,
bilim ve bilimsel gerçekler olsun. Bir komşuya uyan hayat tarzı bir başkasına
uymayabilir. İçinde bulunulan şartlar, Türkiye’den yıllar önce getirilen bilginin
veya güncelliği kalmamış yaşam tarzlarının biri ötekinden farklı olabilir. Bu
nedenle kendimizi öteki olarak gördüklerimizin yaşam biçimine uymaya zorlamak
yerine, kendi şartlarımızın elverdiği sınırlılıklar içinde değerlendirelim. Aile
ve bireysel farklılıklarımızı unutmayalım ve her birimizin kendi fıtratından
kaynaklanan farklara saygı gösterelim. Her bir yaratılanı olduğu gibi kabul
ederek, kendi doğrularımıza uymaları için zorlamayalım.
Hayatta elbette belli ideallerimiz,
hayallerimiz olsun ve bunları hayata geçirmek için de elimizden gelen çabayı gösterelim.
Bununla birlikte ne kendimizi ne de kendimizden sonraki kuşakları,
çocuklarımızı bir proje gibi görelim. Gerçekleştirmeye çalıştığınız projenin
amaçları ile çocuklarımızın hayalleri, idealleri farklı olabilir. Siz çocuğunuz
için parlak bir gelecek hayali kurarken, örneğin toplum içinde göz önünde olan
bir mesleği seçip o alanda kariyer yapmasını isterken, çocuğunuz daha mütevazı
bir alana yönelip, kendi halinde, ama kendisi muhtaç olana muhtaç olmayacak, el
açmayacak kadar geliri olan, kendi yağı ile kavrulup giden, mes’ut bahtiyar
yaşayan bir meslek de seçebilir. Bu sizin veya çocuğunuzun hayatının karardığı
anlamına gelmemeli. Hayat insana beklediğinden, planladığından çok daha başka
kapılar açabilir. Gün gelir olmadığı için çok üzülüp, kederlendiğiniz bir şey
için vakit tamam olduğunda şükürler edip, „İyi ki olmamış!“ dediğiniz bir hal
alır… Bu nedenle, çocuklarımızı her şartta sevgi, şevkatla bağrımıza basmaya
çalışmalı, ona dışarıdaki açık denizin kuvvetli fırtınasında sığınacağı, huzur
bulacağı bir barınağa, yani evine yuvasına gelmek için can atacağı bir
atmosferi oluşturmaya gayret edelim. Eşimizin, çocuklarımızın kendini güvende
hissedebileceği kişiler arası bir bağın oluşturulduğu barınağın oluşturulması,
şu veya bu işte kazanılan başarı, şan veya şöhretten daha önemlidir.
Çocuklarımızın başarısını onların
sahip oldukları akademik becerilerde arama alışkanlığını bırakalım. Başarıyı
yeniden tanımlayalım. Çocuğumuzun özel hayatında mutlu bir yuva kurabilmesi;
toplumsal ve sosyal hayatta iyi ilişkiler kurabilmesi; başkasının hakkına saygı
göstermesi, kul hakkına girmeden rızkını kazanabilmesini başarı olarak görelim.
Her ana baba gelişimini önceler; yemez yedirir; giymez giydirir. Eninde sonunda
eli ekmek tutsun, toplumda saygı gören bir işin başına geçsin ister. Diyar-ı
gurbette, yahut yurt edinilen yeni vatanda, zaten öteki veya yabancı biri
olarak dezavantajlı bir şekilde yetişen, ailesi ve geçmişiyle duygusal bağı
kopuk, bir takım eksikliklerle büyüyen çocuklarımızı destekleyerek, kendine
yetebilen bireyler olarak yetiştirebilmek anne baba olmanın en belirgin başarı
ölçüsü olarak değerlendirilmelidir.
İnsanoğlu hayatın türlü gaileleri
içinde kendi iç dünyasındaki sessizliğin yahut çığlığın kah kulakları
tırmalayan kah yürekleri kanatan ağırlığı altında ezilebilir. Bu
olumsuzlukların yarattığı duygu durum bozukluklarıyla da karşılaşabilir ve en
nihayetinde başarı olarak adlandırılan pek çok tanımın uzağında kalıp başarısız
olarak da etiketlendirilebilir. Halbuki hayatta karşılaşılan olumsuzluklar, ömür
denen uzun yolda karşılaşılan, her birinden ders veya dersler çıkarılması
gereken birer yol kazasıdır; bunlara takılıp kalmamak gerekir. Önemli olan insanın
gelecekte kendini nerede görmek istediği ve oraya giderken çıktığı yolda
öngördüğü hedefe ulaşırken nasıl ve nice zorlukları hangi bedelleri ödeyerek
yendiğidir. „Kurt kışı geçirir ama
yediği ayazı unutmaz“ misalinde olduğu gibi, önemli olan kişinin nereden
geldiğini unutmadan, geleceğe bakmasıdır.
Çocuklarımız vakit kemale erip,
belli bir yaşa geldiğinde ne iş yaparsa yapsın, insanın ve karıncanın hukukunu
gözeten, kendi kendine yetebilen bireyler olmalıdır. Bunu önceleyelim. Unutmayalım
ki her çocuk diğerinden farklıdır. Tıpkı her doktorun yazdığı reçetedeki her bir
ilacın bir başka hastaya iyi gelmeyeceği gibi eğitimcilerin verdiği reçeteler
de her çocuğa uymayabilir. Burada ana baba olmak ve „El alem ne der!“
kaygısından sıyrılarak, her bir çocuğu fıtratına göre ayrı bir birey olarak
görmek, onun kişisel gelişimini gözlemlemek, karakter tahlillerini doğru yapmak
ve kendi hayellerinizi değil de çocuğunuzun beklentilerini, hayallerini,
hedeflerini desteklemeye çalışmak, tutum ve tavırlarınızı buna göre belirlemek
gerekir.
Direksiyondaki sürücünün
başkasının yönlendirmesi ile araç kullanamayacağını bildiğimiz gibi her bir
anne ve babanın da kendi çocuğuna yönelik görev ve sorumlulukları olduğunu unutmadan,
başkasının sürdüğü aracı yönlendirmeye veya başkasının oturduğu direksiyona
müdahele etmeye yeltenen ötekilerin görüş ve önerilerine itibar etmemelidir. Toplumda
„Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için“ anlayışı, bu anlamda müdahil olmayı
gerektirmez. Zira „Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder“ sözü de bizim kültürümüzün
bir parçasıdır. Yardım almak gerektiğinde işin ehline, uzmanına başvurmak daha
iyidir. Bu anlamda anne baba olmanın hiç de kolay bir görev olmadığını
görüyoruz.
Yaşadıkça hayatın kıymetini
bilip, her günümüze şükürler edelim. Aile içinde anne baba olarak ilk önceliğimiz,
birbirinizi sevmemiz ve değer vermemiz olmalıdır. Birbirini sevmeyen insanların
bir araya geldiği, sevgi ortamının oluşmadığı sosyal çevrede büyüyen çocukların
da beden olarak değil ama ruhen sağlıklı olması beklenemez, aksine çocuklar yaş
aldıkça çocuklukta yaşadığı travmalarla, bilinç altına yerleşmiş olaylarla bağ
kurup, anlamlandırır. Bazen bir durumla
karşılaşır, içimizi nedensiz bir sıkıntı kaplar; bazen de bir şarkı dinler
mutlu oluruz. Bunlar hep geçmişin üzerimizde bıraktığı izlerin dışa vurumudur. Ne
yaparsak yapalım, geçmişin izlerini silmemiz mümkün değil. Hayatımızın son
demlerinde sevgiyle, şevkatle, merhametle elimizden tutanın canımızdan çok
sevdiğimiz evladımız olmasını istiyorsak; çocuklarımıza sahip çıkmamız gerekir.
Gelecek diye beklediğimiz günler geldiğinde, yeterince kıymetini bilemediğiniz
değerlerimizin elimizden kuş olup uçtuğunu görmek o an yaşadığımız acıları
telafi etmez. İçinizdeki duygularınız
her dem taze, sevginiz sebil olsun.
Not: Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi için hazırlanmış, sesli ve yazılı makale olarak yayımlanmıştır. Sesli makaleye https://www.youtube.com/watch?v=6Tb7pfQ13yQ adresinden erişilebilir.