30 Eylül 2024 Pazartesi

Argo Kullanımı

 

Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri bir çırpıda söyleyiveririz. Kızdığımızda, birini sevdiğimizde veya bir kimseye iltifat mahiyetinde imada bulunduğumuzda „hınzır“ sözü ağzımızdan dökülüverir. „Sen ne hınzırsın!“ deriz. Yahut „O ne hınzır!“ diye kinaye yaparız da kimse alınmaz, hatta dinleyenler gülüverir. Buna mukabil, birine „domuz yavrusu“ dersek, ortam gerilir ve kullandığımız kelimenin anlamı gerçeğe evrilir, ilişkiler başka bir mecraya taşınır. Kullanılan dil masum olmaktan çıkar.

Dilin belli bir toplumsal grup, kültürel çevre veya alt kültür içinde, genellikle resmi dil kullanımı dışında kalan ve çoğu zaman gündelik hayatın ilişkileri içinde seyreden bir iletişim biçimi vardır ki bu iletişim bağlamında kullanılan dile „argo“ denir. Argo; resmi olmayan, kimi zaman kaba, mizahi veya eleştirel anlamlar taşıyan kelime ve ifadelerden oluşur. Bu dil genellikle gençler, işçi sınıfı, alt kültürler veya belli toplumsal ve sosyal grupları (asker, öğrenci, artist vd.) içinde kullanılsa da toplumun hemen her kesiminde az veya çok argo ifadelerin kullanıldığı görülür.

Argonun temelinde gizlilik vardır ve kullanılan ifadeler yazıya geçtiğinde, bu gizlilik artık ortadan kalkar. Argo kullanımında kullanıcının durumuna ve dilin kullanıldığı bağlama göre altı ana unsur dikkati çeker. Bunlar; toplumsal ve kültürel aidiyet belirtme, resmi dile karşı seçenek oluşturma, mizah ve eleştiri/hiciv aracı, tabu sayılan kaba sözler, dilsel evrim, dilin kullanımında ortaya çıkan yerel ve bölgesel farklardır.

Bu yazıda, ilk izlerine Türkçenin ilk sözlüğü olan ve 11. Yüzyılda yaşamış ilk Türk dilbilimcisi sayılan Karahanlı Kaşgarlı Mahmud (Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed el-Kaşgarlı - 398-1008) tarafından yazılan Divan-ı Lügat-it Türk adlı sözlükte gördüğümüz argonun, günümüzde ve özellikle günlük hayatta yaygın olarak kullanılan kimi  masum örnekleri hakkında bilgi verilmeye çalışılacaktır.

Aslında, umumhâne işleten kimseler için kullanılan kerhâneci kelimesi, argoda bir kimseye küfür etmek için keranacı şekline kullanılsa da yaramazlık yapan, akıllı, haylaz çocuklar için de sevgi sözü olarak kullanılmaktadır. Kelimenin kökenine bakıldığında bitişik bir kelime olduğu, kökünün kötü, pis anlamlarına gelen kerh kelimesi olduğu görülür. Kötülük, pislik yapılan yer anlamını karşılamak için de hane ile birleştirilmiş, kerh+hane şekline sokulmuştur; tıpkı hasta bakımevi „hasta+hane“ gibi. Yalnız her iki kelimede de birleşmeden dolayı ünsüz düşmesi olmuş biri kerhâne diğeri hastane şekline dönüşmüştür. Kelimenin Azerbaycan Türkçesinde ticarethane anlamında kullanılan kârhane ile karıştırılmaması uygun olacaktır.

Farsça kökenli olan gidi kelimesi aslında, „deyyus, karısının ya da kendisine çok yakın bir kadının namussuzluğuna, erkeklerle düşüp kalkmasına göz yuman, aldırmayan, iffetsizliğine göz yuman kimse“ için sövgü olarak kullanılmaktaysa da sıklıkla sevgi sözü olarak „Seni gidi seni!“ şeklinde de kullanılır.

Kayseri’de ve çevresinde yaramaz çocuklara bılız dendiği söylenir. Bu kelime Ermenice kökenli olup, küçük çocuklar için kullanılırken; zamanla çıraklar için de kullanılır olmuştur. Argoda ise kendisi yetişkin olmasına rahmen ruhen çocuk kalan kişiler için kullanılmaktadır.

Eskiden insanı canından bezdiren kişilere bazen hırsla, bazen sövgüyle veled-i zina denirmiş. Bu kelime de aslında evlilik dışı ilişkiden dünyaya gelen gayr-ı meşru (piç) çocuklar için kullanılırmış ve burada  anlam güzellemesi yapılmış örtük anlatım tercih edilmiş. Bu kelimeyi kullanmak için fazla bonkör davranmamak gerekir. „İslam kolaylıklar dinidir“ deyip, „günahkar kullar“ için, yani kadınla erkeğin nikahsız birlikteliği için farklı tanımlamalar kullanılmıştır. Bu birlikteliklerin adına bazen „misyar“, bazen „misfar“, bazen „mesyap“ demişler. Olmadı konuyu „mut’a“ ya bağlamışlar.[1]

Dilimize Yunanca’dan geçmiş bir kelime olan kerata da oldukça masum görünen bir kullanım şekline sahiptir. Keratin; Yunanca boynuz anlamına gelen kerato kelimesinin çoğul biçimidir. Aynı zamanda zina anlamı da içeren „şeytan, karısını satan, boynuzlu kişi“ anlamına gelir. Türkçede ise üç ayrı bağlamda kullanılmaktadır. Bunlardan ilki, toplumda yaygın olarak kullanılan „ayakkabı çekeceği“ olup; ikinci anlamı ise argoda „karısı tarafından aldatılan erkek“ demektir. Kereta sözü çocuk ve gençler için kullanılan bir sevgi sözü olarak da dikkati çekmekte, bu kullanım da kimseyi rahatsız etmemektedir.

Kerata kelimesinin kökeni ile ilgili olarak ileri sürülen bir diğer görüş de kelimenin Farsça Türkçe karışımı olduğu şeklindedir. Ker+ata, yani eşşek; ata da baba anlamına gelirken „eşek oğlu eşşek“ şeklinde kullanılan bir küfüre dönüşmektedir ki bu kullanım kimi yörelerde „eşşoğlu eşşek“ diye sevgi sözüne bile dönmüştür. Hani „eşşek sıpası“ ifadesinde olduğu gibi. Çocukları sıpa diye de seni maymun seni diye de sevenler olmaktadır. Bazı aile büyüklerinin de çocuklara „nazar değmesin“ düşüncesiyle „seni çirkin seni“ diye sevmesi gibi.

Kıbrıs’ta kullanılan Türkçede çocukları bastard veya bastarda diye sevenlerin olduğu görülür. Bu günlük hayatın doğal akışı içinde son derece olağan karşılanır. Kimse de çocuğuma „veled-i zina“ dediler diye alınganlık göstermez. Çünkü bu ifade adada Osmanlılardan önce hüküm süren Venediklilere kadar geri giden bir kullanıma sahiptir ve artık günümüzde anlambilimde kelimelerin anlam güzelleşmesi dediğimiz hadiseye bağlı olarak kullanılmaktadır.

Dilde argo kullanımını abartmamak ve kelimeleri sözün ötesini de düşünürek kullanmak gerekir. Argonun olumsuz özellikleri, tehlikeli yönleri de mevcuttur. Argo kullanımı toplumun bazı kesimleri tarafından kaba, uygunsuz veya saygısız bir davranış olarak değerlendirilebilir. Yanlış ve uygunsuz bir bağlamda/ortamda kullanıldığında sorunlara neden olabilir. Argo kullanımı iletişimde algılama ve anlama sorunlarına yol açabilir. Bu da resmi veya özel yazışmalarda sorunlar yaşanmasına neden olabilir.

Sonuç olarak; kullanılan kelimelere yüklenilen anlamlar ve kelimelerin şifreli bir şekilde kullanımları toplumsal ve kültürel bağlamda önemlidir. Türk dil ve sözlük bilimcisi Ferit Devellioğlu  (1906-1985)’nun deyimiyle, „Konuşma dilinde argoyu hakir görmek, dilin sadece soysuzlaşmış bir bozutusu saymak doğru olmaz“ Argo; insanlar arasında özgün, şifreli, kapalı bir iletişim imkanı sağlar. Bununla birlikte resmi veya ciddi ortamlarda argo kullanılmaması gereken, kullanıldığında da ölçülü olunması gereken bir dil formudur.

 Not: Bu çalışma Haber Avrupa Journal Eylül 2024 sayısı için hazırlanmıştır. Sesli makaleye https://www.youtube.com/watch?v=uh0-TKXjq9s&t=13s adresinden erişilebilir. Gazeteye https://avrupa.at/argo-kullanimi/ sitesinden erişilebilir.

Argo ile ilgili bazı kaynaklar:

Aktunç, Hulki (2019). Büyük Argo Sözlüğü (Tanıklarıyla). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. ISBN: 9789753638647

Bingölçe, Filiz (2000). Kadın Argosu Sözlüğü. İstanbul: Metis Yayınları Kadın Araştırmaları Dizisi: 13.

Bingölçe, Filiz (2011). (Tanıklarıyla) Osmanlı Argosu Sözlüğü. Ankara: AltÜst. ISBN: 978-605-87416-1-4

Devellioğlu, Ferit (2010). Türk Argosu: Genel İnceleme ve Sözlük. 7. Basım. Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları (İlk Baskı: İstanbul: İbrahim Horoz Basımevi - 1945).

Gürsoy-Naskalı, Emine ve Sağol, Gülden (Yay.). (2002). Türk Kültüründe Argo. Haarlem, Hollanda: URL: https://url1.io/pmSpp, ISBN: 90-804409-9-X



[1] Misyar: seyahat süresince geçerli olan nikah; misfar: sefer veya ticari sefer (iş gezisi) süresince geçerli olan nikah; misyaf: tatil süresince geçerli olan nikah; mut’a: bu üçünden daha kısa süreler için geçerli nikah.

6 Temmuz 2024 Cumartesi

Bozkurt Sembolü Üzerine Kısa Bir Değerlendirme

Türkiye ile Avusturya arasında oynanan futbol maçından sonra maçta iki gol atarak yıldızlaşan, maçın adamı seçilen Merih Demiral, maçtan sonra yaptığı Bozkurt-Selamı ve söylemleri nedeniyle UEFA tarafından cezalandırıldı. Bu durum kamuoyunda çeşitli tartışmalara neden oldu. Konuya ilişkin kısa bir değerlendirme yapmak isterim.   

Bozkurt Sembolünün Tarihi ve Kültürel Kökenleri:

Bozkurt sembolü, Türk mitolojisi ve tarihindeki önemli figürlerden biridir. Türkler için Bozkurt, bir yol gösterici ve kurtarıcı olarak kabul edilir. Özellikle Göktürkler döneminde bu sembol, Türklerin bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerinde ilham kaynağı olmuştur. Bozkurt, Türklerin Orta Asya'dan Anadolu'ya göçlerinde bir rehber olarak kabul edilmiş ve destanlarda sıkça yer almıştır.

Bozkurt'un Modern Türkiye'deki Anlamı:

Modern Türkiye'de Bozkurt sembolü, milliyetçi hareketler ve siyasi partiler tarafından kullanılmaktadır. Bu sembol, Türk milletinin gücünü, birliğini ve bağımsızlığını temsil eder. Ancak, Bozkurt sembolünün kullanımı zaman zaman tartışmalara neden olmuştur. Bazı çevreler bu sembolü milliyetçilik ve ırkçılıkla ilişkilendirse de, Bozkurt'un tarihi ve kültürel kökenleri bu tür iddiaları çürütmektedir.

Göstergebilimsel Boyut:

Göstergebilimsel olarak, Bozkurt sembolü bir "gösterge" (signifier) ve onun temsil ettiği anlam, yani "gösterilen" (signified) bileşenlerden oluşur. Bozkurt figürü, Türk kültüründe bağımsızlık, cesaret ve yol göstericilik gibi anlamları taşır. Bu sembolün tarih boyunca ve günümüzde farklı bağlamlarda kullanımı, onun anlamını ve algısını şekillendirir.

Bozkurt Sembolünün Kullanım Alanları ve Diğer Kültürel Sembollerle Karşılaştırılması:

Bozkurt sembolü, sadece Türkiye'de değil, diğer Türk devletlerinde ve topluluklarında da kullanılmaktadır. Örneğin, Kazakistan, Kırgızistan ve Azerbaycan gibi ülkelerde de Bozkurt sembolü yaygındır. Diğer milletlerin de benzer şekilde kullandıkları semboller vardır. Örneğin, Almanlar için Kartal, Ruslar için Ayı ve Fransızlar için Horoz, ulusal kimliği ve gücü temsil eden figürlerdir.

Bozkurt Sembolünün Irkçılık ile İlişkisi:

Bozkurt sembolünün ırkçılık ile ilişkilendirilmesi, sembolün tarihi ve kültürel kökenleri göz önüne alındığında yanlıştır. Bu sembol, Türk milletinin tarihi boyunca bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin bir simgesi olmuştur. Bozkurt, Türk mitolojisinde kurtarıcı ve yol gösterici olarak kabul edilen bir figürdür ve milliyetçilikle değil, vatanseverlikle ilişkilendirilmelidir.

Sonuç ve Değerlendirme:

Göstergebilimsel açıdan değerlendirildiğinde, Bozkurt sembolü Türk kültüründe güçlü ve derin anlamlar taşır. Tarih boyunca Türk milletinin bağımsızlık mücadelesinde bir ilham kaynağı olmuş ve modern Türkiye'de de milliyetçi hareketlerin sembolü olarak varlığını sürdürmüştür. Bu sembolün ırkçılık ile ilişkilendirilmesi, tarihsel ve kültürel bağlamdan yoksundur. Bozkurt, Türk milletinin birliği, gücü ve bağımsızlığını temsil eder ve bu anlamda kullanımı devam etmelidir.


Eine kurze Bewertung des Bozkurt-Symbols

Nach dem Fußballspiel zwischen der Türkei und Österreich, in dem Merih Demiral mit zwei Toren glänzte und zum Mann des Spiels gewählt wurde, wurde er nach seinem Bozkurt-Gruß und seinen Äußerungen nach dem Spiel von der UEFA bestraft. Diese Situation hat in der Öffentlichkeit zu verschiedenen Diskussionen geführt. Ich möchte dazu eine kurze Bewertung abgeben. 

Historische und kulturelle Wurzeln des Bozkurt-Symbols:

Das Bozkurt-Symbol ist eine bedeutende Figur in der türkischen Mythologie und Geschichte. Für die Türken gilt Bozkurt als Wegweiser und Retter. Besonders in der Zeit der Göktürken diente dieses Symbol als Inspirationsquelle im Kampf der Türken um Unabhängigkeit und Freiheit. Bozkurt wurde als Führer der Türken bei ihrer Wanderung von Zentralasien nach Anatolien angesehen und kommt häufig in den Legenden vor.

Die Bedeutung des Bozkurt in der modernen Türkei:

In der modernen Türkei wird das Bozkurt-Symbol von nationalistischen Bewegungen und politischen Parteien verwendet. Dieses Symbol repräsentiert die Stärke, Einheit und Unabhängigkeit der türkischen Nation. Die Verwendung des Bozkurt-Symbols hat jedoch gelegentlich zu Kontroversen geführt. Einige Kreise verbinden dieses Symbol mit Nationalismus und Rassismus, aber die historischen und kulturellen Wurzeln des Bozkurt widerlegen solche Behauptungen.

Semiotische Dimension:

Semiotisch gesehen besteht das Bozkurt-Symbol aus einem „Signifikanten“ (Zeichen) und der Bedeutung, die es repräsentiert, dem „Signifikat“ (Bezeichnetes). Die Figur des Bozkurt trägt in der türkischen Kultur Bedeutungen wie Unabhängigkeit, Mut und Führung. Die Verwendung dieses Symbols im Laufe der Geschichte und in verschiedenen Kontexten prägt seine Bedeutung und Wahrnehmung.

Verwendungsbereiche des Bozkurt-Symbols und Vergleich mit anderen kulturellen Symbolen:

Das Bozkurt-Symbol wird nicht nur in der Türkei, sondern auch in anderen türkischen Staaten und Gemeinschaften verwendet. Zum Beispiel ist das Bozkurt-Symbol auch in Ländern wie Kasachstan, Kirgisistan und Aserbaidschan weit verbreitet. Andere Nationen haben ebenfalls ähnliche Symbole. Zum Beispiel repräsentiert der Adler für die Deutschen, der Bär für die Russen und der Hahn für die Franzosen nationale Identität und Stärke.

Beziehung des Bozkurt-Symbols zum Rassismus:

Die Verbindung des Bozkurt-Symbols mit Rassismus ist angesichts seiner historischen und kulturellen Wurzeln unzutreffend. Dieses Symbol war im Laufe der Geschichte der türkischen Nation ein Symbol für den Kampf um Unabhängigkeit und Freiheit. In der türkischen Mythologie wird Bozkurt als Retter und Wegweiser angesehen und sollte eher mit Patriotismus als mit Nationalismus in Verbindung gebracht werden.

Schlussfolgerung und Bewertung:

Semiotisch betrachtet trägt das Bozkurt-Symbol in der türkischen Kultur starke und tiefgründige Bedeutungen. Im Laufe der Geschichte war es eine Inspirationsquelle im Unabhängigkeitskampf der türkischen Nation und hat auch in der modernen Türkei als Symbol der nationalistischen Bewegungen überlebt. Die Verbindung dieses Symbols mit Rassismus ist historisch und kulturell unbegründet. Bozkurt repräsentiert die Einheit, Stärke und Unabhängigkeit der türkischen Nation und sollte in diesem Sinne weiter verwendet werden. 

Miras Dil ve Avrupa’da Kültürel Çeşitliliğin Korunması

 

6-9 Haziran 2024 tarihleri arasında Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri yapıldı. Son elli yılın en yüksek katılım oranı sayılan % 51’lik oran, Avrupalı Türkler fazla bir varlık gösterememiş olsa da sonuçları itibarı ile dikkat çekicidir. Seçim sonuçlarına göre 2019’da kurulan ve Avrupa genelinde aşırı sağ ve milliyetçi hareketlerin önde gelen, ulusal egemenliği, kültürel kimliği ve göç karşıtlığını savunan Kimlik ve Demokrasi Grubu (Identity and Democracy Group, ID) ile 2009 yılında kurulan ve merkez sağ ve sağ görüşlülere sahip partileri bir araya getiren Avrupalı Muhafazakarlar ve Reformcular Grubu (European Conservatives and Reformists Group, ECR) önemli bir başarı sağlamıştır (results.elections.europa)​​.

 

Avrupa kendi içinde bir yandan kültürel çeşitliliğe önem verirken öte yandan dışarıdan alınan yeni kültürlere kapısını kapatma refleksini göstermektedir. Bu durum hem politik hem de sosyal tartışmaların merkezinde yer almaktadır. AB üye ülkeleri kendi kültürel miraslarını ve dillerini koruma konusunda çeşitli politikalar geliştirirken, diğer yandan göçmen topluluklarının kültürel ve dilsel kimliklerini tanımakta ve entegre etmekte zorluklar çıkarabilmektedirler. Bu durum miras dillerin korunması ve desteklenmesi konusunda farklı yaklaşımların benimsenmesine neden olmaktadır.

 

Türkiye’nin üye olmadığı ve AB’nin yasama organı olan Avrupa Parlamentosu (AP), Avrupa Komisyonu ve AB konseyi ile birlikte AB yasalarını düzenler; bu yasalar AB’nin politikalarını belirler. AP, AB’nin yıllık bütçesini kabul veya ret deder ve Avrupa Komisyonu’nun ve diğer AB kurumlarını denetler. Ayrıca AP, AB vatandaşlarının doğrudan temsilcisi olarak orların çıkarlarını ve endişelerini dile getirir, AB politikalarının oluşturulmasında ve uygulanmasında danışma rolü oynar; farklı konularda görüş belirtir. AP, AB’nin uluslararası anlaşmalarını onaylar; insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konularında dünya genelinde savunuculuk yapar ve raporlar yayımlar.

 

AP, öncelikli olarak üye ülkelerinin menfaatlerini korumak ve geliştirmek amacıyla çalışır. Aldığı kararlar ve yürüttüğü politikalar uluslararası alanda da etkili olmayı gerektiriyorsa, üçüncü ülkelerin menfaatlerini de göz önünde bulundurmayı amaçlar.

 

AP, üye ülkelerin iş piyasasının ihtiyaçlarına bağlı olarak başlayan göç süreçleri, zamanla demografik yapıyı değiştirerek toplumsal ve sosyal hayatta tek dilli değil, çok dilli vatandaşların ortaya çıkmasına neden olmuştur. AP, üye ülkelerde bulunan göçmen veya azınlıkların çocuklarının ana dillerini veya köken dillerini öğrenebilmeleri, eğitim sistemlerinde düzenlemeler yapmaları konusunda çeşitli tavsiye kararları almakta, dilsel çeşitliliği desteklemek için fonlar ve programlar oluşturmakta ve kültürel değişimi teşvik ederken, yerel düzeydeki projelerin finansmanını sağlamaktadır. Bu konudaki yetkisi sınırlı olup, üye ülkelere yaptırım gücü bulunmamaktadır.

 

AP’nun uluslararası hukuk mekanizmaları aracılığı ile üye ülkelerin dil haklarına yönelik yükümlülüklerini yerine getirmesii teşvik eder; üye ülkelerin azınlık dillerine saygı göstermesini sağlar.

 

Bilimsel kaynaklarda, göçmen veya azınlıkların çocuklarının evde öğrendikleri ve aile içinde konuştukları dil için farklı terimler önerilmektedir. Bazı uzmanlar ana dili (native language, mother tongue), bazı uzmanlar birinci dil (first language) terimini tercih ederken, bazı uzmanlar da köken dili (ancestral language) veya miras dili (heritage language) terimlerini kullanmaktadır. Bu diller, göçmen veya azınlık toplumu içinde büyüyen çocukların içinde büyüdüğü toplumun baskın dilinden farklı olup, ailelerin kültürel ve etnik kimliği ile yakından ilişkilidir. Son zamanlarda ana dili tartışmalarının yoğun olması ve tartışmaların akademik zeminden politik zemine kayması nedeniyle bu terim yerine farklı terim arayışları ortaya çıktı. Ana dili yerine birinci dil terimi kullanılırken, çocuğun içinde büyüdüğü toplumun dilini öğrenmesi/edinmesi ile birlikte geleneksel ana dilinin ilk öğrenilen dil değil, toplumun baskın dili, iletişim dili olduğu ve bu dilin de aslında ana dili olabileceği görüşleri öne sürülmektedir. Bu durumda aile içinde edinilen dilin miras dili olacağına ilişkin tezler ortaya çıkmaktadır. „Türkçe, Almanya’da büyüyen birçok Türk çocuğu için miras dili olarak kabul edilmelidir“ diyenlerin sayısı azımsanamayacak derecede artmıştır. Avrupa Türk toplumunu yakından tanıyanların bu görüşün sınırlı sayıda göçmen/azınlık için geçerli olduğunu söyleyecektir.

 

Aile içi iletişim dilinin, bize göre ana dilinin, kimi araştırmacılara göre miras dilinin, kimi özellikleri şöyle sıralanabilir:

 

  1. Ana dili, çocuğun ailesinin ve ait olduğu topluluğun dili olup, aile içi kültürel ve duygusal bağları güçlendirmeye, bireysel gelişime ve ulusal kimlik bilincinin oluşmasına yardımcı olur. Bu bağlamda, yasal mevzuata dayalı sınırlılıklardan dolayı ana dili kavramını kullanmakta sıkıntı çekilen ortamlarda, miras dili kavramına yöneliş olmaktadır.
  2. Çocuk, büyüdüğü toplumun baskın dili dışında bir başka dili daha edinir veya öğrenir, günlük hayatta kullanır. Bu durumda bireysel iki dillilik diye yeni bir durum ortaya çıkar. Çok dillilik bireylerde iki dilliliği veya çok dilliliği artırdığı gibi, toplumsal zenginliğe, ekonomik kalkınmaya ve kültürel çeşitliliğe de katkıda bulunur.
  3. Ana dili, miras dili veya köken dili; ekseriyetle aile içinde kullanıldığından çocuklar bu dili anlayabilir ve konuşabilir, ancak sözcük bilgisi ve diğer temel dil becerileri yeterince gelişmemiş olabileceğinden baskın dil kadar gelişmiş olmayabilir. Hatta yazılı anlatımda sıkıntılar yaşanabilir.
  4. Yurt dışında yaşayan Türk çocuklarının ana dili yahut kimi bağlamlarda tercih edilen terimle miras dili, bireylerin kültürel kimliğini korumasına ve ailesinin kökenleriyle bağlantı kurmasına yardımcı olur. Bu nedenle, bu dilin adlandırılması "köken dili" kavramı ile de karıştırılmaktadır.

 

Miras dili ile köken dili kullanımı arasında belli nüanslar ve bağlam farklılıkları bulunmaktadır. Miras dili aile içinde kullanılır ve bireyin içinde yaşadığı toplumun iletişim dilinden (communication language) farklıdır. Örneğin Almanya’da yaşayan Türk çocuklarının kullandığı Türkçe için kültürel ve duygusal bağları güçlendirmesi nedeniyle miras dili kavramı kullanılmaktadır.

 

Köken dili (ancestral language) ise bireyin atalarının konuştuğu, aile içinde birinci ikinci kuşak neslin bildiği daha eski dil olarak kabul edilir ve bireyin ailesinin veya ait olduğu etnik grubun tarihsel olarak konuştuğu dili ifade eder. Türkiye’deki göçmen Tatarların aile içinde konuştuğu Nogay veya Yalıboyu lehçesi gibi. Görüldüğü gibi, köken dili genellikle kültürel ve tarihi bağlamda kullanılır ve konuşulan dilin tarihsel kökenini ve önemini vurgular. Konuşulan köken dili günümüzde aktif olarak kullanılmasa da kültürel mirasın bir parçası olarak değerlendirilir.

 

Köken dili ile miras dili terimleri genellikle benzer anlamlar içermesine karşın, kullanım bağlamlarına göre farklılıklar gösterir. Miras dili, günümüzde aktif olarak kullanılan ve kuşaktan kuşağa aktarılan dilleri ifade ederken, köken dili daha çok tarihsel ve kültürel kökenlere işaret eder. Miras dili, bireyin günlük hayatında aktif olarak kullanılırken köken dili geçmişte kalan ve şu anda aktif olarak kullanılmayan dilleri ifade eder. Günümüzde daha çok aktif olarak kullanılan ve bireyin kültürel kimliğini sürdüren bir dil özelliği taşıyan miras dili, genellikle aile içinde ve topluluk içinde öğrenilirken köken dili daha çok akademik ve tarihsel çerçevede öğrenilebilir. Almanya’da üçüncü kuşak Türk çocuklarının üniversitede seçmeli yabancı dil olarak Türkçe dersi öğrenmesi Türk çocuklarının köken dillerine tarihsel ve kültürel açından yönelmeleri şeklinde gösterilebilir.

 

Toplum içinde yaşayan kimi azınlık grupların aile içinde kullandıkları ana dillerini tanımlamak için de miras dil terimi kullanılabilmektedir. İspanya’nın Katalonya bölgesinde yaşayan Katalanlar gibi azınlık grupları, Almanya’da yaşayan Türk aileler gibi göçmen toplulukları veya Amerika kıtasında yaşayan Kızılderili yerli halklar, kendi kültürel ve dilsel kimliklerini korumak amacıyla evde veya kendi kapalı kapalı ortamlarında ana dillerini kullanabilirler. Bu diller, çocukların içinde büyüdüğü toplumun baskın dilinden veya içinde yaşadıklar, hatta yurttaşı oldukları ülkenin resmi dilinden farklıdır. Almanya’da Almanca; ABD’de İngilizce veya İspanya’da İspanyolca baskın dil olarak kabul edilirken, Türkçe, Katalanca veya Kızılderililerin konuştuğu yerel diller (Indigenous languages: Navajo, Cherokee, Quechua, Sioux) miras dili olarak kabul edilmektedir.

 

Miras dili ile anadili terimlerini farklı anlamlarda kullananların görüş ayrımına gelince; her iki kavram arasında belirgin farkların olduğu öne sürülmektedir. Metin yazarının da savunduğu görüşe göre; ana dili, bir bireyin doğduğu ve büyüdüğü aile ortamında erken çocukluk döneminde edinilen ilk dildir. Bu dil bireyin günlük hayatta, aile içinde iletişim dili olarak kullandığı dil olup, kültürel kimliğinin önemli bir parçasıdır. Biraz daha siyasallaşmış akımın savunucularına göre; miras dili göçmen/azınlık ailelerin çocuklarının evde edindikleri, aile ortamında konuşulan dildir. Çocuk bu dili evde edinirken, toplumda baskın olarak kullanılanılan dili de okulda veya sosyal ortamlarda öğrenir ve kullanır. Dolayısı ile bu çocuklar iki ve çok dillidir. Bu bağlamda „miras dili“ bireyin kültürel ve etnik kimliğini yansıtırken, ait olduğu toplulukla bağlarını korumasına yardımcı olur. Oysa Almanya’da yetişen Türk çocuklarının aile içinde edindiği ana dilleri de miras dili için öne sürülen özellikleri taşımaktadır ve bu dil de Türk çocuklarının kültürel kimliklerinin oluşmasında önemli bir güce sahiptir. Dolayısı ile miras dili terimi ana dili terimini kullanmak istemeyenlerin bulduğu bir çıkış yolu olarak görülebilir.

 

Avrupa’da göçmen gruplarının kültürel kimliklerinin korunması ve yaşadıkları toplumsal çevreye uyumlarıyla ilgili süreçlerde önemli bir araç olarak görülen „miras/ana dili“ kavramı, genellikle göçmen toplulukları ve azınlık gruplarının dilini tanımlamak için kullanılmaktadır ve çeşitli sosyal, kültürel ve politik boyutlarda tartışmalı konular arasında yer alır (Council Directive 77/486/EEC of 25 July 1977). Kimi ülkeler kendi yurttaşlarının, ülkesinde barındırdığı göçmen azınlığın dillerinin eğitim sistemlerine entegrasyonunu desteklerken, kimi ülkeler karşı çıkabilir (Council Directive 77/486/EEC of 25 July 1977 on the education of the children of migrant workers).

 

Miras dili, azınlık hakları ve kültürel haklar bağlamında da tartışmalı bir konu olup, azınlık gruplarının dillerini ve kültürlerini koruma hakları uluslarası hukuk ve insan hakları sözleşmeleri kapsamında korunur. Bu durum miras dili kavramının siyasallaşmasına yol açabilmekte, bu hakların uygulanması ve tanınması için siyasi kararlar alınması gerekmektedir. Türkiye’de Arap, Kürt, Laz, Çerkes vd. farklı etnik kökenli aileler evlerinde veya kendi topluluklarında miras dillerini konuşur, çocuklarına bu dilleri öğretirler. Türkçe, Türkiye’de hem toplumda baskın dil hem de devletin resmi dili olduğu için ülkede yaşayan farklı etnik azınlık/göçmen grupların konuştuğu ve zamanla ana dili haline geldiği, aile içinde öğrenilen birinci dilin de zaman içinde „miras dili“ kategorisine evrildiği değerlendirilir. Bu dillerin korunması, kültürel çeşitliliğin ve toplumsal zenginliğin devamı açısından önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti devleti de çeşitli miras dillerinin 2012 yılından itibaren ortaokullarımızda „Yaşayan Diller ve Lehçeler“ adı altında öğretilmesi için imkan sağlamakta, yükseköğretim kurumlarında da bu dillerle ilgili lisans ve lisansüstü düzeylerde programlar açarak, araştırma merkezleri kurulmasını sağlayarak, kültürel mirasın unutulmaması için bir dizi tedbirler almış ve yaşama geçirmiştir.

 

Avrupa Parlamentosu’nun miras dillerin korunması ve desteklenmesi konusunda çeşitli tavsiye kararları bulunmaktadır. Özünde kültürel çeşitliliği koruma ve kültürel mirası teşvik etme amacı taşıyan bu kararlardan biri de 2016 yılında alınan „Yaşam Boyu Öğrenme İçin Anahtar Yeterlilikler“ tavsiye kararı olup, burada ana dili ve yabancı dilde iletişim becerileri, bireylerin kişisel gelişim, aktif vatandaşlık ve sosyal bütünleşme için gerekli anahtar yeterlilikler arasında tanımlanmıştır (EUR-Lex)​​ (EUR-Lex EU).  Bu kararlar üye ülkelerin eğitim sistemlerini geliştirme çabalarına katkıda bulunmayı, eğitim ve öğretim programları aracılığı ile anahtar yeterliliklerin kazanılmasını amaçlamakta; dilsel ve kültürel çeşitliliğin korunması ve bu mirasın gelecek kuşaklara aktarılması konusunda üye devletlere rehberlik etmektedir.

 

Avusturya gibi bazı ülkeler göçmenler ve azınlıklar için miras dillerini destekleme konusunda daha aktif politikalar benimserken, Hollanda, Belçika veya Almanya’nın kimi eyaletleri bu konuda daha sınırlı hareket etmektedir. Bu nedenle miras dili hem akademik hem de politik bağlamda önemli ve tartışmalı bir konu olmayı sürdürmektedir

 

Avrupa genelinde muhafazakar ve reformist hareketlerin önde gelen temsilcilerinin oluşturduğu Avrupa Parlamentosu’nun kültürel ve dilsel çeşitliliğin korunmasına yönelik tavsiye kararlarının uyulması konusunda üye ülkelerin performansını takip etmesi; ülkelere göre değişiklik gösteren, zaman zaman aynı ülkenin eyaletleri, şehirleri arasında dahi farklılıklar görülen uygulamaların, Avrupa’nın kültürel çeşitliliğinin korunması ve desteklenmesi için üretilen AB politikaları ve geliştirilen programlar kapsamında takip edilmesi; uygulamalardaki keyfiliğin ortadan kaldırılması ve büyük ölçüde siyasallaşmış tutumlara son verilmesi umut edilmektedir.

 

 Not: Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi'nin 2024 Haziran ayı sayısı için hazırlanmıştır.

 

 

Kaynakça

Bu çalışma; ChatGPT (OpenAI-GPT4 Dil Modeli) desteğiyle 22 Haziran 2024 tarihinde oluşturulmuş olup, ilgili kaynağa https://www.openai.com/chatgpt adresinden erişim sağlanmaktadır.

 

Konuyla İlgili İlave Akademik Kaynaklar

  1. Dilbilim ve Eğitim Araştırmaları:

o   Valdés, G. (2001). "Heritage Language Students: Profiles and Possibilities." In Peyton, J. K., Ranard, D. A., & McGinnis, S. (Eds.), Heritage Languages in America: Preserving a National Resource. Delta Systems and Center for Applied Linguistics.

o   Fishman, J. A. (2001). "300-Plus Years of Heritage Language Education in the United States." In Peyton, J. K., Ranard, D. A., & McGinnis, S. (Eds.), Heritage Languages in America: Preserving a National Resource. Delta Systems and Center for Applied Linguistics.

  1. Sosyolinguistik Çalışmalar:

o   García, O., & Wei, L. (2014). Translanguaging: Language, Bilingualism and Education. Palgrave Macmillan.

o   Baker, C. (2011). Foundations of Bilingual Education and Bilingualism. Multilingual Matters.

Çevrimiçi Kaynaklar:

  1. Eğitim ve Dil Öğrenimi Üzerine Makaleler:

o   Avrupa Komisyonu. (2024). "Language and Linguistic Diversity." European Commission. (https://education.ec.europa.eu/policies/language-learning_en)

o   Modern Language Association. (2024). "Learning a Heritage Language." MLA Guide

  1. Akademik Veritabanları ve Dergiler:

o   Google Scholar'da miras dili ve köken dili üzerine yapılan araştırmalar: Google Scholar (https: //scholar.google.com)

o   JSTOR ve diğer akademik veritabanlarında ilgili makaleleri arayabilirsiniz: JSTOR ((https: //jstor.org)



26 Mayıs 2024 Pazar

Göçmenlerin Kültür, Kimlik ve Aidiyet Sorunsalı


Avusturya - Türkiye İşgücü Anlaşması (Avusturya’ya Türk İşgücü Celbi ve Türk İşçilerinin Avusturya’da İstihdamına Dair Türkiye Cumhuriyeti ile Avusturya Cumhuriyeti Arasındaki Anlaşma) 15 Mayıs 1964 tarihinde imzalanmış; 17 Eylül 1964 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Toplam 17 maddeden oluşan bu anlaşma, Türk işçilerinin Avusturya'ya göç etmelerini ve orada çalışmalarını kolaylaştırmak amacıyla yapılmıştır. Bu tür anlaşmalar, o dönemde Avrupa'nın işgücü ihtiyacını karşılamak ve Türkiye'nin döviz kazancını artırmak için önemli birer araç olmuştur. Anlaşma metni incelendiğinde işgücü piyasasının ihtiyaçları göz önünde bulundurularak hazırlanmış olup, işgücü olarak görülen kişilerin birer insan oldukları ve insani ihtiyaçlarının da olabileceği gibi hususların göz ardı edilmiş olduğu anlaşılacaktır.


Bu makalede Avusturya ile Türkiye arasında imzalanan İşgücü Anlaşmasının 60. Yılı bağlamında, toplumda sıkça gündeme gelen ve Avrupa'da giderek yükselen ırkçılık ve yurtseverlik duyguları ile bu iki kavramın toplum üzerindeki etkilerine dair bir değerlendirme yapılacaktır.

 

Bilindiği üzere, Avrupa'da son yıllarda hem ırkçılığın hem de yurtseverlik duygularının giderek yükseldiği gözlemlenmektedir. Bu iki duygunun bazen birbiriyle iç içe geçtiği, zihinlerde soru işaretlerinin belirginleştiği, insanların zihinlerindeki çatışmaların günlük hayatta insan ilişkilerine yansıdığı durumlar görülebilmektedir. Her şeyden önce Irkçılığı ve yurtseverliği objektif olarak tanımlayabilmek, sınırlarını çizebilmek için her iki olguya da geniş bir çerçeveden bakmak önemlidir:

 

Avrupa'da ekonomik krizlerin hüküm sürdüğü, yaşam şartlarının ağırlaştığı dönemlerde „kültürel kimliklerin korunması“ ve „ulusal bağımsızlığın tehdit altında olduğu“ şeklindeki algılar güçlenmekte, „yabancılar olmasaydı işsizlik de olmazdı“ gibi yanılsamaların sıkça dışa vurulduğu görülmektedir. Dolayısı ile küreselleşmenin ve Avrupa Birliği politikalarının ulusal egemenlik üzerindeki „olumsuz“ (?) etkilerine tepki olarak halk ve yerel politikacıların bir kısmı milliyetçi bir tutum ortaya koymaktadır.

 

Irkçılık, özellikle 11 Eylül 2001 günü New York'taki Dünya Ticaret Merkezine ve Washington, DC'deki Pentagon binasına yapılan saldırıların tetiklediği İslamofobi ve bununla ilişkilendirilen terörizm korkuları ile yoğunluk kazanmış, buradan dünyaya yayılmıştır. Ardından Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan Arap Baharı ve olumsuz sonuçlarına bağlı olarak hızla artan göçmen sayısı, bazı yerel halklar arasında ekonomik kaynaklara erişim, işsizlik ve kültürel değişikliklerle ilgili endişeleri yoğunlaştırmıştır. Bu durum, yabancı düşmanlığı ve ırkçı tutumlarla yansıtılmaktadır. Ayrıca, aşırı sağcı partilerin milliyetçi-ırkçı propaganda faaliyetleri, bu tür ırkçı ve yabancı düşmanı duyguları daha da körüklemektedir.

 

Bu durumda günlük hayatta karşılaşılan ve pek de istisna olmayan durumların yurtseverlik mi yoksa ırkçılık mı olduğu konusundaki görüşler kimi zaman bulanıklaşabilmektedir. Yurtseverlik, söz konusu olduğunda insanlar „ulusal kimliği ve değerleri koruma“ arzusuyla motive olurken, ırkçılık, eğilimleri belirli bir ırkın veya etnik grubun diğerlerinden üstün olduğu inancına dayanır. Sağlıklı bir yurtseverlik, diğer uluslarla ve kültürlerle karşılıklı saygı ve iş birliği içinde olurken, ırkçılık ayrımcılık ve dışlama yaratır. Bu durum sıradan vatandaşların duygu dünyasında "ulusal kimlik krizi" ya da "milliyetçilik krizi" yaşanmasına neden olabilir. Bir yandan yurtseverlik ve ulusal bağlılık hisleri, diğer yandan ırkçı veya ayrımcı duygular arasında gerilim yaşayan bireyler veya topluluklar bu duygularını istenmedik şekillerde dışa vurma eğilimi gösterebilirler. Bu durumda kişinin veya topluluğun kendi kimliğini ve diğerleriyle olan ilişkilerini nasıl tanımladığına dair iç çatışmalar da yaşanabilir. Ayrıca, toplumsal ayrışmayı ortaya koyan "etnik milliyetçilik" ya da "popülist milliyetçilik" gibi durumlar görülebilir.  Hatta yurtseverliği aşırı ve dışlayıcı bir kimlik politikası şeklinde yorumlayan, marjinal siyasi hareketlerle ilişkilendiren görüşler bile öne sürülebilir.

 

Örneğin Almanya’da yurttaşlık yasasının değiştirilmesi ile birlikte Alman vatandaşlığı için kan bağı şartı kaldırıldı. Bundan sonra Alman vatandaşlığı alanlar ile kuşaklar boyu Alman vatandaşı olanları ayırmak için „Biodeutsch“ (Organik Alman) veya sonradan Alman olanlar için „Deutsche/r mit Migrationshintergrund“ (Göçmen kökenli Alman) gibi terimler kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum bilinçaltının dile yansıması şeklinde değerlendirilebilir. Almanya veya Avusturya’da dünyaya gelmiş, iki dilli yetişmiş, eğitim ve kültürleme süreçlerini bu ülkede almış olan „ebeveynleri veya kendileri sonradan Alman/Avusturyalı olma“ vatandaşlar tanımlanırken dahi „ayrımcılığa“ maruz bırakılmaktadır. Aynı tanımlama Polonyalı, Macar, Kazak, Romanyalı Almanlar için kullanılmamaktadır.

 

Bu tür ayrımcı, dışlayıcı eğilimler politika yapıcılar, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşlar için önemli zorluklar oluşturmakta; Avrupa'nın siyasi ve sosyal yapısını olumsuz bir imgelemle şekillendirmektedir. Politikacılar göçmenlerin ve azınlık grupların, toplumda çoğunluk tarafından benimsenen kültürel değerleri, normları ve yaşam tarzlarını olduğu gibi, eleştirel süzgeçten geçirmeden, kendi köken kültürleri ve değerleri ile sentezlemeden benimsemelerini istemekte, bunu da azınlıkların toplumsal ve sosyal uyumu olarak değerlendirmektedir. Bu uyum anlayışı aslında azınlık kültürün çoğunluğun kültürünün içinde erimesi, yani asimilasyon şeklinde tanımlanan süreci de ister istemez beraberinde getirmektedir. Köken kültürünü taşıyan azınlıkların, çoğunluğun kültürünün kendi köken kültürlerinden farklı olduğunun bilinci içinde hareket etmesi, öteki olarak etiketlenmesine veya uyumsuz olduğu şeklinde değerlendirilmesine neden olmaktadır. Oysa, her iki tarafın da farklı olanın farkına varması ve kültürel farklılıklara karşılıklı olarak saygı göstermesi hayatın doğal akışı içinde zorunluluk olarak görülmektedir. İkinci durumda kültürleme tek yönlü değil, çift yönlü olacak, ortaya çıkan çok dilli ve çok kültürlü yaşam biçiminde farklılıklar zenginlik olarak değerlendirilecektir. Bu süreçte göçmenler bir yandan ırkçılıkla mücadele ederken, öte yandan yurtseverlik duygularını sağlıklı bir şekilde ifade etme becerileri geliştirmek durumundadır. Avrupa ülkelerinde yaşayan yurttaşların karşı karşıya bulunduğu önemli sorunlardan birinin de bu konu olduğu değerlendirilmektedir.

 

Vatanını sevmek, vatanı için çalışmak, birçok kültürde ve toplumda önemli değerler arasında yer alır. Bu tür bir bağlılık, kişisel ve toplumsal kimlik hissinin güçlenmesine katkıda bulunur, topluluk içinde birlik ve beraberlik duygusunu pekiştirir. Yurt sevgisi ile ilgili değerlendirme yaparken göz önünde bulundurulabilecek bazı hususlar şunlar olabilir:

 

1. Ulusal Birlik ve Dayanışma,

2. Toplumsal Sorumluluk,

3. Kişisel Gelişim ve Katkı,

4. Kültürel Mirasın Korunması,

5. Milliyetçilik ve Aşırı Vatanseverlik,

6. Global Vatandaşlık

 

Burada önemli olan, millet sevgisinin hoşgörü, saygı ve insan haklarına saygı çerçevesinde ifade edilmesidir. İnsanların kendi kültürlerini kutlamaları ve onurlandırmaları doğal ve sağlıklıdır, ancak bu, diğer kültürlerin ve milletlerin aynı şekilde saygı görmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Millet sevgisi, diğer milletlerle karşılıklı saygı ve iş birliği ruhu içinde dengelenmeli ve küresel bir perspektiften bakıldığında evrensel insanlık değerlerini desteklemelidir.

 

Bir başka ülkeden gelip Avusturya’ya yerleşen, bu ülkeyi yurt edinen „göçmen kökekli“ yurttaşların ülkeye sadakatleri, aidiyetleri ve kimlikleri de zaman zaman sorgulanabilmektedir. Sadakat, genel olarak bir kişinin ülkesine karşı duyduğu bağlılık, destek ve itaat anlamına gelir. Burada söz konusu edilen sadakat kavramının kapsamı ve boyutları, etik değerler, kişisel inançlar ve toplumsal normlar ile şekillenir. Bir kişinin vatandaşı olduğu ülkeye olan sadakatinin değerlendirilebileceği bazı boyutlar şunlardır:

 

1. Yasal Sadakat,

2. Ahlaki Sadakat,

3. Toplumsal Sadakat,

4. Milli Sadakat

Bu başlıkların her biri ayrı bir yazı konusunu oluşturacağından, detay bilgi verilmemiştir. Konuya ayrı bir akademik çalışmada yer verilecektir.

 

Sadece göçmen kökenli değil, her hangi bir vatandaşın yaşadığı ülkeye sadakati, özellikle ulusal güvenlikle ilgili meselelerde veya büyük politik değişiklikler sırasında gündeme gelebilir. Örneğin, bir vatandaşın yabancı bir güçle işbirliği yapması, yolsuzluk yapması veya terörizmle bağlantılı olması gibi durumlar sadakatin sorgulanmasına neden olabilecek durumlardır. Bunun dışında yukarıda sayılan hususlarda görev ve sorumluluklarının bilincinde olan vatandaşların sadakatinin sorgulanması doğru bir yaklaşım olarak değerlendirilmemelidir.

 

Vatandaşların, hükümetin veya diğer resmi otoritelerin her eylemini sorgulamaksızın kabul etmeleri beklenmez. Demokratik toplumlarda sadakat, eleştirel düşünceyi ve haksızlık karşısında ses çıkarmayı da gerektirir. Bir ülkenin sağlıklı bir demokrasiye sahip olması için, vatandaşlarının hem sadık hem de eleştirel olmaları önemlidir.Formun Üstü Gerçek sadakat, bir bireyin hem yasalara uymasını hem de toplumun genel iyiliği için ahlaki ve etik standartları korumasını gerektirir.

 

Dışlanma ve ayrımcılık, öğrencilerin okul başarılarını ve çalışanların iş hayatını olumsuz etkileyebilir. Öğrenciler için, ayrımcılık ve yabancılaşma hissi akademik motivasyonu ve okula katılımı azaltabilir, öğrenme süreçlerini zorlaştırabilir. Çalışanlar için ise, iş yerinde maruz kalınan ayrımcılık iş tatminini, performansı düşürebilir ve kariyer gelişimini engelleyebilir. Bu durumlar, bireylerin genel refah düzeyini ve toplum içindeki etkileşimlerini de negatif yönde etkileyebilir. Bu nedenle, eğitim ve iş yerlerinde kapsayıcılığı ve çeşitliliği destekleyen politikaların önemi büyüktür.

 

Göçmenlerin toplumda çalışma hayatının yanı sıra siyasal ve sosyal hayatın içinde aktif roller üstlenmesi, gönüllü toplumsal hizmetlerde görev almaları, onların görünürlüklerini artırır ve karşılıklı anlayışın gelişmesine katkı sağlar. Bu durum, göçmenlerin kültürel kimliklerini ifade etme ve baskın kültürle etkileşimde bulunma fırsatlarını artırır, aynı zamanda yerel toplulukların göçmenleri daha iyi anlamalarını ve kabullenmelerini sağlar. Toplumsal uyum ve bütünleşme süreçleri, bu tür katılımlarla desteklenerek daha sağlıklı ve işlevsel hale gelebilir. Bütün bunların tersi, toplumsal ayrışmayı ve birlikte değil yan yana yaşamayı, birlikte konuşmayı değil, birbiri hakkında konuşma pratiğini geliştirir. 


Türkiye ile Avusturya arasında köklü ve derin ilişkilere dayanan bir geçmiş bulunmaktadır. Bu sağlam temeller üzerine kurulu ilişkiler, gelecekteki sarsılmaz dostluğun ve işbirliğinin parlak umut ışıklarını oluşturmaktadır. İki ülkenin kültürel ve ekonomik bağları, ortak değerler ve hedefler doğrultusunda güçlenmeye devam edecektir. Göçmenlerin, Avusturyalı Türklerin desideratı (ideal değerleri, istekleri ve yaşam hedefleri) bundan ibarettir.


Not:

Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi Mayıs 2024 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya https://avrupa.at/gocmenlerin-kultur-kimlik-ve-aidiyet-sorunsali/ adresinden erişilebilmektedir.

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Çok dillik ve çok kültürlülüğün aile ve toplumsal boyutu

 

Çok dillilik, kültürlerin gittikçe daha fazla iç içe geçtiği ve kültürel çeşitliliğin arttığı günümüz dünyasında, hem bireysel hem de toplumsal açıdan irdelenmesi gereken önemli konulardan biridir. Bu nedenle bu ayki yazıda, çok dillilik ve çok kültürlülüğün bireysel ve toplumsal faydaları ele alınmaya çalışılacak; çok kültürlü ortamlarda yetişen çocukların dil becerileri, kültürel farkındalıkları, sosyal uyumları ve sahip oldukları bilişsel avantajlar gibi konular üzerinde durulacak; aile içinde çok kültürlülükten kaynaklanan zorluklara ve çözüm yollarına değinilecektir.

 

Pakistan'ın milli şairi ve İslam düşünürü Muhammed İkbal (1877-1938)’in tanımlaması ile „500 yıl İslam’a muhafızlık, mazluma hamilik yapan bir milletin“ çok kültürlü ortamlarda yetişen, geçmişinden habersiz çocuklarının diğer çocuklara göre bazı özel durumları, potansiyel avantajları vardır. Bu çocuklar içinde bulunduğu derin uykudan uyandırılmalı, bu avantajlı durumlar hayatın gerçeklerine aktarılmalıdır. Bu uyku hali sona erdiğinde Avrupalıların çok kültürlü ve çok dilli yetişen Türk çocukları üzerinden önemli kazanımlar elde edeceği aşikardır. Bu kazanımlardan bazıları aşağıda sıralanmış olup; genellikle sosyal, dil, bilişsel ve duygusal becerilerle ilgilidir:

 

1.       Dil Becerileri: Çok kültürlü ortamlarda yetişen çocuklar, genellikle birden fazla dili öğrenme ve kullanma fırsatına sahip olurlar. Erken yaşta birden fazla dilin öğrenilmesi, dil gelişimi ve iletişim becerilerini artırabilir.

2.       Kültürel Farkındalık ve Empati: Çok kültürlü ortamlar, çocuklara farklı kültürel arka planlara sahip insanlarla etkileşimde bulunma fırsatı sunar. Bu durum, çocukların kültürel farkındalıklarını ve empati yeteneklerini geliştirebilir.

3.       Sosyal Uyum Becerileri: Farklı kültürel değer ve normlara maruz kalan çocuklar, sosyal uyum becerileri geliştirmede daha yetenekli olabilirler. Bu, çeşitli sosyal ortamlarda rahat etme ve etkileşimde bulunma yeteneğini içerir.

4.       Açık Fikirlilik ve Yaratıcılık: Çok kültürlü ortamlarda büyüyen çocuklar genellikle daha açık fikirli olurlar ve farklı bakış açılarını kolayca kabul edebilirler. Bu durum, yaratıcı düşünme becerilerini de geliştirebilir.

5.       Problem Çözme ve Bilişsel Esneklik: Farklı kültürler arasında manevra yapabilme yeteneği, problem çözme ve bilişsel esneklik becerilerini geliştirebilir. Çocuklar, çeşitli durumları analiz etme ve çeşitli çözüm yollarını değerlendirme konusunda daha yetenekli olabilirler.

6.       Küresel Farkındalık ve İşbirliği: Çok kültürlü bir arka plana sahip çocuklar, dünya hakkında daha geniş bir perspektife sahip olabilir ve küresel sorunlara karşı daha duyarlı olabilirler.

 

Bütün bu avantajlar, çocuğun yetiştiği çok kültürlü ortamın niteliklerine ve ailenin, okulun ve toplumun bu çeşitliliği nasıl desteklediğine bağlı olarak değişebilir. Her çocuğun deneyimi ve gelişimi farklıdır. Bu nedenle çok kültürlü bir ortamın tüm çocuklar üzerinde aynı etkisi olmayabilir.

 

Çok kültürlülük, zaman zaman aile içinde de anlaşmazlıklara da neden olabilmektedir, özellikle farklı kültürel arka planlardan gelen aile bireyleri arasında çatışmalar yaşanabilir. Bu tür çatışmalar genellikle bireylerin önceki hayatlarında edindikleri farklı kültürel deneyimler, değerler, gelenekler, beklentiler ve iletişim tarzlarından kaynaklanır.

 

Aile üyeleri arasında farklı kültürel normlar ve anlayışlar aşağıdaki iletişim zorluklarına yol açabilir veya bireylerin birbirlerini yanlış anlamaları nedeniyle sorun kaynağı olarak görülebilir.

 

1.       Değer ve Gelenek Farklılıkları: Aile üyeleri arasında, özellikle farklı kültürlerden gelen kişiler arasında, evlilik, eğitim, cinsiyet rolleri ve aile yapısı gibi konularda farklı değerler ve gelenekler olabilir.

2.       Dil Engelleri: Aile içinde farklı diller konuşuluyorsa, bu durum iletişim engellerine ve yanlış anlamalara neden olabilir.

3.       Eğitim ve Disiplin Yaklaşımları: Çocukların eğitimi ve disiplini konusunda farklı kültürel beklentiler ve yaklaşımlar çatışma kaynağı olabilir.

4.       Kültürel Kimlik ve Aidiyet: Bireylerin kendi kültürel kimliklerini nasıl ifade ettikleri ve bu kimliklerin aile içinde nasıl algılandığı çatışmaya yol açabilir.

5.       Sosyal ve Kültürel Baskılar: Aile üyeleri, kendi kültürel topluluklarından veya daha geniş toplumdan gelen baskıları farklı şekillerde deneyimleyebilir ve bu da iç çatışmalara neden olabilir. İnsan dünyada neyin güzel olduğunu anladığı an tutkularının esiri olmayı bırakır ve iç huzuru bulur.

 

Bu tür çatışmaların üstesinden gelmek için, aile üyeleri birbirlerinin kültürel arka planlarını anlamaya çalışmalı ve hem birbirlerine hem de bireysel değer yargılarına saygı göstermeye istekli olmaları önemlidir. Açık iletişim, empati ve esneklik, farklı kültürel arka planlara sahip aile üyeleri arasındaki etkili ilişkilerin temelini oluşturur. Kültürel farklılıkların kabul edilmesi ve özel günlerin kutlanması, aile içinde daha uyumlu ve anlayışlı bir ortam yaratılmasına yardımcı olabilir. Bu durum, tek bir milletin farklı kültür coğrafyalarından gelen bireyleri arasındaki iletişim ortamı için de geçerlidir.

 

Birden fazla etnik kökenin olduğu ve birden fazla dilin konuşulduğu aile ortamında büyüyen çocuklar üzerinde bir dizi olumlu ve bazen zorlayıcı etkiler görülebilir:

 

1.       Dil Becerileri: Çocuklar, erken yaşlarda birden fazla dili öğrenme ve akıcı bir şekilde konuşma fırsatına sahip olabilirler. Bu, onların iletişim becerilerini ve dil öğrenme yeteneklerini geliştirir.

2.       Kültürel Farkındalık ve Esneklik: Çocuklar, farklı kültürel arka planlara sahip insanlarla etkileşimde bulunarak daha yüksek bir kültürel farkındalık ve esneklik geliştirebilirler. Bu, onların farklı bakış açılarına açık olmalarını ve empati yeteneklerini artırabilir.

3.       Bilişsel Avantajlar: Araştırmalar, birden fazla dili konuşan çocukların bilişsel becerilerde ve yaratıcı düşünmede avantajlar yaşayabileceğini göstermektedir. Bu, problem çözme ve çok yönlü düşünme yeteneklerini içerir.

4.       Kimlik Gelişimi: Birden fazla kültürel ve etnik arka plana sahip çocuklar, kendi kimliklerini keşfetme ve ifade etme konusunda daha karmaşık yollara sahip olabilirler. Bu durum, hem zenginleştirici hem de zorlayıcı olabilir.

5.       Sosyal Uyum: Çok dilli ve çok kültürlü bir arka plana sahip çocuklar, farklı sosyal ortamlara uyum sağlama konusunda daha yetenekli olabilirler.

6.       Eğitim Zorlukları: Bazı durumlarda, birden fazla dil konuşan çocuklar, özellikle okul öncesi dönemde, eğitim sistemine uyum sağlamakta zorlanabilirler. Dil becerileri ve akademik beceriler arasındaki dengesizlikler, öğrenme süreçlerini etkileyebilir. Okullarda kapsayıcı ve ayrımcılığa mahal vermeyen öğrenme ortamları oluşturulmalı, ayrımcı tutum sergileyen öğretmenlerin dikkati çekilmelidir.

7.       Aile İçi İletişim: Aile içindeki farklı diller ve kültürler, bazen iletişim zorluklarına ve yanlış anlaşılmaların yaşanmasına neden olabilir.

 

Genel olarak, birden fazla etnik kökenin ve dilin konuşulduğu ailelerde büyüyen çocuklar, hem zengin bir kültürel mirasa erişim hem de bazı özel zorluklar yaşayabilirler. Bu çocuklar, genellikle çok yönlü, esnek ve kültürel olarak duyarlı olurlar.

 

Bireylerin farklı inançlara sahip olmaları, insanlık durumlarına veya toplum içindeki rollerine etki etmemelidir. Kültürlerel zenginliklerin yaşatılabilmesi için hoşgörü ve çeşitliliğin kabulü, karşılıklı anlayış ve saygı gerekir. Her bireyin kendi inancına göre yaşaması, ancak bu inançların başkalarının yaşam tarzlarına zarar vermemesi gerekir. Bu yaklaşım, toplumsal ve sosyal hayatın içinde de bireysel özgürlüklerin ve farklılıkların saygı görmesini teşvik eder ve kültürel çeşitliliği destekler. Toplumların barış içinde bir arada yaşaması için din, dil, ırk gibi farklılıkların yarıştırılmaması gerekir ve insanların ortak kimlik altında birleşmesi tercih edilir. Bu tür bir bakış açısı, farklı inanç sistemlerine sahip insanlar arasında diyalog ve anlayışın gelişmesine de yardımcı olurken, toplumsal ve sosyal barışın korunması, vicdan ve düşünce özgürlüğünün gelişmesine katkıda bulunur; bu anlayışın gelecek kuşaklara aktarılması için de temel altyapıyı oluşturur.

 

Avrupalıların altmış küsur sene önce ülkelerine işçi olarak kabul ederken dişlerindeki çürüğe ve hatta bacak aralarına kadar kontrol edip ülkesine kabul ettiği insanların dördüncü kuşak temsilcileri yetişiyor. Bu çocukların yaşadıkları ülkeye uyum sağlamasının yollarından biri, kimilerine göre çocukların geçmişleriyle ilgili kültürel bağlarının koparılması olarak görülse de bu durum, içinde yaşanılan iletişim çağında yanılsamadan öte geçmeyecektir. Ayrıca kimi Avrupalıların ülkelerinde doğup büyüyen „organik“ Alman olmayan Alman vatandaşları ile eşit göz hizasından konuşmayı beceremediği (!), Türkiye ve Türkiye kökenlilere üstenci bakış açısı ile hitap etmeye devam etme gayretkeşliğini gösterdiği herkesin malumu[1]. Almanların ısrarla ve inatla Türkiye ve Türkleri tanımamaya, kendi kafalarında oluşan şablona göre Türk imgesi oluşturma gayretlerine devam etmeleri onların kusurudur. Bununla birlikte Türklerin de kendilerini ifade etme konusunda biraz daha girişimci ve özgüvenli olması gerekir.

 

Türklerin tarihinde Türk ulusunun direncini ve kendi kaderini tayin etme iradesini vurgulayan bir figür olarak ön plana çıkan, bağımsızlık ve özgürlüğün yanı sıra liderlik ve cesaret gibi değerleri de simgeleyen, kamu kurum ve kuruluşlarının sembolü olarak kullanılan „bozkurt“ son dönemde Avrupa ülkelerinde siyasi bir sembol olarak görülüp yasaklanırken; Berlinliler için sağlamlığın, temizliğin ve gücün simgesi olarak kabul edilen „ayı“ kelimesi kullanılmaya devam edilmektedir. Karşılıklı kültürel değerlere saygı duyulması ve önyargıların tutsağı olunmaması gerekir.

 

Bitirilirken belirtilmesi gereken bir diğer husus da şu ki, Türk entelektüellerinin Avrupa'ya her çıkışında soydaşlarının ve yurttaşlarının çilesini, sıkıntısını gördükçe, yüreklerine bir hüzün çöküyor. Avrupalılar ile Türkler, onca yıl yan yana yaşamış olmalarına rağmen, her iki taraf da birbirleri hakkında yeterli, doğru bilgiye sahip değil; bunun için gerekli irade ve çaba da yeterli değil; her iki taraf birbiri hakkında konuşmaya devam ediyor. Oysa toplumsal ve sosyal hayatın paylaşımlarının karşılıklı olarak artmasıyla, karşılıklı anlayış eksikliği ortadan kalkacak, ortak bir gelecek için amaç birliği de sağlanacaktır.



[1] Berlin’de yaşayan Türkiye kökenli Alman siyasetçi Ekin Deligöz’ün aile hekiminin „kötü ve ayrımcı tutumu“ veya Solingen’de otuz yılı aşkın bir süre sonra yeniden bir Türk ailenin yakılarak öldürülmesi.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...