28 Ekim 2010 Perşembe

Cumhuriyetimizin 87. Yılı Kutlu Olsun...

Yurdumuzu işgal eden emperyalist devletlere karşı Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde, büyük bir azim ve kararlılıkla yürüttüğümüz Milli Mücadele'nin zafer ve başarılarla taçlanmasının ardından 29 Ekim 1923'te TBMM tarafından ilan edilen Cumhuriyet'imizin 87. kuruluş yıldönümünü kutluyoruz. Kimliklere göre kutuplaşmanın, semboller üzerinden çatışmaların, duygulardaki karşıtlığın körüklenip tahrik edildiği, sıkıntılı günler geçirdiğimiz bu dönemde, Cumhuriyetimizin kazanımlarına daha çok destek olmanın; ayrıştırma yerine birleştirici, kavga etme yerine uzlaşmanın milli ve tarihi bir görev olacağı inancındayım. Milletimize, Devletimize ve Demokrasimize olan inancımız ve bağlılığımızın gereği akademik kimliklerimizle yapacağımız çalışmalar ile daha iyi ve güçlü Türkiye hedeflemeliyiz.
Bu duygu ve düşüncelerle, Cumhuriyetimizin kurulduğu bu çok anlamlı günün yıldönümünde, büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, silah arkadaşlarını ve şehitlerimizi minnet ve rahmetle anıyor; şükranlarımızı sunuyorum. Hepinizin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını kutluyor; sağlık ve mutluluklar diliyorum.

Bilginin değeri

Bilgi, “belli bir yapıya bağlı olarak işlenmiş, kullanıcıları için anlamlı olan, mevcut ve gelecekteki kararlar için anlam ifade eden, algılanan veya gerçek değeri olan veriler” olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla bilgi; yaşam kalitesini yükselttiği, işleri ve ilişkileri geliştirdiği, sorunları çözdüğü, verimi, huzuru, güveni ve morali artırdığı ölçüde değeri yükselen bir varlıktır. Böylesine değerli bir varlığı; bedava almak isteyenler ya da seri sonu mağazasındaki defolu malı ucuza kapatmak istercesine davrananlara sunmamak gerekir. Çünkü bu kişiler elde ettikleri bilginin değerini bilmeyecekler ve o bilgiyi üreten, geliştiren kişiyi de küçümseyeceklerdir.

Konuya ilişkin okuma listesi:
İsmet BARUTCUGİL,  Bilgi Yönetimi, İstanbul, 2002.
Hasan ÇOBAN, Bilgi Toplumuna Planlı Geçiş, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1997. 

Aydınların kavgası bitmez

Sanem Altan’ın, Emin Karaca tarafından yazılmış olan “Türk Basınında Kalem Kavgaları” adlı kitaptan yaptığı aktarmaları okurken aklıma neler gelmiş, "aydınların kavgası bitmez" deyip neler yazmışım.

Değer yaratması beklenen insanlarımızın arasındaki anlamsız sürtüşme ve didişmeler 1831 yılında çıkan ilk Türk gazetesi Takvim-i Vakai’den bu yana sürüp geliyor, daha da süreceğe benziyor. Bu sürtüşmelerden bugün Üniversitelerimizde ömür tüketen aydınlarımız da münezzeh değil. Adlarının önüne bir dizi unvanlar sıralanmış koca koca insanlar, bir türlü kendisi olmayı beceremiyor; hayatları boyunca Brecht’i haklı çıkarmaya çalışıp, üstlendikleri rolleri oynamaya gayret ediyorlar. Kimimiz zaaflarımıza yenilip egolarımızı şişirenlerden hoşlanırken, kimimiz de çarşı alış verişini en ucuza getiren veya şehir içi ulaşım masrafını en aza indirme gayretkeşliğiyle hocasını bohça gibi oradan buraya, buradan şuraya taşıyarak paye alacağını zanneden yalak ve salak asistan bozuntularından hoşlanıyor; yahut öyle gösteriyor.

Bu tür şeyler yazmamak; yaşanan istisnai durumları genelleştirmemek lazım belki... Yaşanan örnekleri zaten bilen biliyor… 

Kapalı kapılar ardında oluşturulan nişlerde birilerinin itibarına saldırmak; duygusal tacizde bulunmak kimi çevrelerde adeta yaşam biçimi haline gelmiş.

Bilinen öyküdür, Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret’e “Alın Tanin sizin olsun. Tek, hiçbir insani duygu ile titrememiş pis ve leş kokulu  vicdanınızın hırsı, haset ateşleri sönsün!” derken… Tevfik Fikret geri durmamış ve Hüseyin Cahit’e veryansın etmiş: “Yılan yutmuş kertenkele gibi etrafına zehirler kusacağına bir kez eylemlerini ve umutlarını dengele. Genel ve özel yaşamını, şimdiye dek yaptıklarını göz önüne al, görürsün ki sen yırtıcı, çıkarcı, hırslı ve safsatacı bir bencilden başka bir şey değilsin.”

Bir başka gün, Yunus Nadi de kendine saldıranlar için “Yüzleri kasap süngeriyle silinmiş, hayatları sefalet ve zilletin bataklıklarından yoğrulmuş alçaklarla uğraşmaya değer mi?” buyurmuş…  


Ben de Yunus Nadi'nin aziz anısına saygısızlık etmek istemem. Ne diye durduk yerde ‘fallacy’ yapayım ki...  

Unvanımıza bakıp, aydın yaftasını iliştiriyorlar ya o hesap; aydın, mugalâta yapan değil; karanlığa ışık tutanmış. Dorylaionlu Kybele olmaya özenip “fallacy” yapmayı yaşam tarzı olarak seçenler, gün gelip gerçekler ortaya çıktığında Phallpheriada ta’zim edilen Anadolulu Priapos gibi ortada kalır… 

Lakin, iş işten geçmiş olur; ne çare!

Not: "Durduk yerde neler yazmışım" deyip yayımladığım bu yazıyı 03.11.2014 tarihinde güncelledim. 

25 Ekim 2010 Pazartesi

Hintli usta ile çırağı...

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. "Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi. Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu: "Tadı nasıl?" "Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak. "Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam, "hayır" diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi: "Yaşamdaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının şiddeti, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey acı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış." 

Bir kurt öyküsü

Pek çoğumuzun bildiği bir kurt öyküsü vardır vefayı daha net anlatabilmekle ilgili. Anlatım şöyledir:
- Bir gün, bir, kurt avcılar tarafından sıkıştırılıyor. Kurt, ormanda oraya, buraya kaçmaktadır. Ne var ki, peşindeki avcılardan bir türlü kurtulamıyor. Canı tehlikededir. Kurt bu haldeyken bir köylüyle karşılaşıyor, adamın önüne çöküyor ve yalvarmaya başlıyor:
- “Ey insan, ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı. Eğer sen yardım etmezsen, biraz sonra yakalayıp öldürecekler beni”...
Köylü bir an düşünüyor. Sonra yanındaki boş çuvalı açıp, kurda içine girmesini söylüyor. Çuvalın ağzını bağlayıp, sırtına vuruyor, yürümeye başlıyor. Karşılaştığı avcılar civarda bir kurt görüp görmediğini soruyorlar. Köylü “görmedim” diye cevap veriyor.
Sonra çuvalın ağzı açılıyor, kurt dışarı salıveriliyor. Teşekkür ediyor. Köylü tarlasına doğru yürümeye başlıyor. Kurt “bir dakika” diyor. Köylüden yiyecek istiyor.
“Burada senden başka yiyecek olmadığı için, seni yemeliyim” deyince:
Köylü: “Olur mu, senin hayatını kurtardım” derken, kurt; “yapılan iyiliklerden ve hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur.
Bende kendi yararım için iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım” şeklinde cevap veriyor.
Kurt ile köylü karşılarına çıkacak ilk üç kişiye ebu konuyu sorma kararı veriyorlar.
Karşılarına ilk önce yaşlı bir at çıkıyor. At diyor ki; “Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim. Yaşlanınca beni böyle kapıya koydu” diye konuşuyor.
Sonra bir köpekle karşılaşıyorlar; “Ben hizmetin değerini bilen, vefalı bir efendi görmedim. Yıllarca sahibime sadakatla hizmet ettim, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vururdu” biçiminde konuşuyor.
Kurt köylüye dönerek; “Gördün çare yok, seni yiyeceğim” diyor. Köylü itiraz ediyor;
- “Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, beni ondan sonra ye” diyor. Bu kez karşılarına bir tilki çıkıyor. Tilki hep nefret ettiği kurda oyun oynamak istiyor.
“Anladım da küçücük torbaya sen nasıl sığdın?” diye soruyor. Kurt bir şeyler anlatıyor. Tilki İnanmış gibi yapıyor: “Gözümle görmeden inanmam” diye konuşuyor.
İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya giriyor ve girer girmez de, tilki köylüye işaret ediyor ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlayıp eline bir taş alıyor:
- “Beni yemeye kalktın ha, nankör yaratık” diyerek, torbanın içindeki kurdu dövdükçe dövüyor. Tilkiye dönerek diyor ki;
- “Minnettarım, kurttan kurtardın”. Tilki de yanıt veriyor; “Benim için bir zevkti”. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılıyor, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünüyor, beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürüyor. Torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürterek,
- “Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş.” diye konuşuyor...
Âdeme âdem gerektir âdem etsin âdemi
Âdem âdem olmayınca netsin âdem âdemi (Ziya Paşa)

Âdem odur ki adını âlemde andıra
Âdemde ad kalır 
âdem gelir gider (
Âdem Dede)

Turizm Eğitimi - Mersin Bildirisinden Bir Kesit...

Yaşadığımız hiçbir şey ne tesadüfî, ne de boşunadır. Hayati deneyimleme dediğimiz ve içinde yaşadığımız durum, aslında yaşanılan her olayda elde edilen bilgidir. Çünkü insan yaşamı “Zeitgeist”e (dönemin ruhuna) uygun olarak bir dizi alışkanlıkları, çelişkileri ve yanlışlıkları da içermektedir. Yani, sorunun kaynağı dışta olduğu kadar, kendi içimizde de gizlidir. Evren, insan, toplum, doğa, değerler, düşünce, tüm insan başarıları (sanat, politika, din, eğitim, kültür vb.) üzerine sorgulayıcı bir derinliğe sahip olan homo academicus, “kaleidoscopik bir görüngü” diye tanımlanabilecek “turizm” olgusu üzerine de düşünerek, homo politicus ve homo ecomomicus ile uzlaşma ortamı oluşturulmasına, ideal olana yaklaşılmasına yardımcı olacaktır.
Turizm araştırmacısı ekonomi, işletme, maliye, politika, hukuk, mimarlık, çevre bilimi, sosyoloji, demografi, psikoloji gibi birçok bilim dalından yararlanırken; bu disiplinlerin temsilcileriyle kubaşık ve barışık çalışma becerilerini de kazanması gerekmektedir. İnsanın yaşadığı yer dışındaki geçici konaklama ve seyahatlerinden doğan tüm olay ve ilişkileri bilimsel yöntemlerle ele alıp inceleyen bir bilim ve uygulama alanı olarak tanımlanan; bilimsel araştırma objesi olma savındaki akademik turizm alanı, homo academicus’un bireysel tatmin araçlarından arındırılmalıdır. Bu gerçekleştirilemediğinden, turizm araştırmaları bilimsel değerler dizgesi içine oturtulamamakta, dolayısıyla turizm biliminden söz etmek gerçekle bağdaşamamaktadır.
Ülkemizdeki akademik turizm araştırmalarına fütürist açılımlar kazandırılmak isteniyor, turizm eğitiminde köklü reformlar yapılması amaçlanıyorsa; atılacak adımlarda gizemciliği, bilinemezciliği ve bilimden kaçışı çağrıştıran, kulaktan dolma, yüzeysel formulasyonlardan kaçınılması gerektiği unutulmamalıdır. Öğrenmek bir bilgiyi özümsemek ve ona uygun davranmakla eşdeğerdir. Akademik ve alan deneyimleri biçimsel ve kısıtlı bir zaman dilimi içerisinde yapılan stajlarla sınırlı olan, verdikleri eğitimin mezun yeterliklerine ve sektörel gereksinimlerine yönelik ürün ortaya koyamadığı için sektörün gerisinden gelen academia’nın kendi içindeki sorunlara çözüm üretme görüntüsü, bu aşamada ancak bir iyi niyet yansıması olarak değerlendirilebilir.
Akademik turizm araştırmacıları; temel bilimciler, sosyal bilimciler vd. ile bir dizi diyalog içinde kubaşık öğrenme, araştırma ve yayın faaliyeti gerçekleştirerek daha yetkin bir ortak dil ile daha zengin bir düşünsel ortam yaratmaya istekli olmalıdır. Bu isteği eğitimini verdikleri alana ilişkin mezun yeterlikleri ile mezuniyet sonrasındaki mesleki faaliyetlerin standartlarının oluşturulmasında da gösterebilirlerse, bugün için yaptıkları iyi niyetli girişimler soğuk değgini meyvaya dönüşmeden kuşaktan kuşağa aktarılarak bilim dünyasında hak ettiği yeri alabilir. 

7 Ekim 2010 Perşembe

Bugünden kalan...

Hayyam’ın dediği gibi, “Ömrümüzden bir gün daha geldi geçti; Derede akan su, ovada esen yel gibi. ”Umudumuzu yitirmeyelim; aydınlıklar geç de olsa karanlıkları yenecektir. Mevlana'nın dediği üzere, "Yaşamdaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının şiddeti, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey acı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."

Öğretmenler Günü

Ülkemizde 5 ekim ve 24 kasım tarihlerinde olmak üzere iki kez öğretmenler günü kutlanmaktadır. Bunlardan 24 Kasım "Öğretmenler Günü" 1980 askerî darbesinden bir yıl sonra günü belirlenip, kutlanmaya başlanmıştır. 5 Ekim "Dünya Öğretmenler Günü" ise, 1966`da UNESCO ile Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) arasında imzalanan ve öğretmenlerin toplum içindeki yerine ilişkin sözleşmeye dayanmaktadır. 1994 yılından itibaren de Dünya Öğretmenler Günü olarak 100`den fazla ülkede kutlanmaktadır. Ülkemizde bugünle ilgili resmi kutlamalar yapılmaz, yalnızca bazı öğretmen sendikaları tarafından kutlanır. Ben yine de yeni öğretim yılı başında bütün eğitim emekçilerinin öğretmenler gününü kutluyorum...

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...