21 Temmuz 2014 Pazartesi

Üniversiteden hayata ve insana dair yansımalar

Sizinle bu defa üniversite personeli diye anılan bir grup insanın hayatından bir kesiti, yaşadığım bir olaydan yola çıkarak paylaşacağım. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada genç akademisyenlerin bir sorununu gündeme getirdim. Bir iki cümleden oluşan görüşümü şu ifadelerle açıkladım[1]:

Bugün, kimi hocaların derslerinin bir kısmını asistan arkadaşlara yaptırdıkları gibi, kâğıtlarını da okuttuklarını öğrendim. Gençler, "sû-i misal emsal olmaz" der eskiler. Siz eskiden kalan kimi olumsuz örneklere aldırmayın. Hoca arkadaşlar, işinizi kendiniz yapın. Dersi verdiğiniz gibi, öğrencilerinizin başarılarını bizzat kendiniz değerlendirin; ölçme değerlendirme etkinliği eğitim-öğretim sürecinin önemli bir parçasıdır. Asistanlara yük olmayın, olumlu örneklerle model oluşturun ki onların da okumaya, kendilerini geliştirmeye vakti kalsın!
Bu paylaşım, kısa sürede gerek üniversite içinden gerekse üniversite dışından oldukça beğeni, yorum ve eleştiri aldı. Adeta karanlık mağaraya tutulan ışıktan rahatsız olan yarasalar gibi, durumdan rahatsız olup eleştiriyi kişisel algılayan bir kısım akademisyenden inanılmaz tepkiler yükseldi. Olsun, kimseyi hedef almadım, hedef göstermedim. Lakin, dostlarımdan eleştiride bulunanlar, uyaranlar da olmadı değil. “Bunları yazıyor, durduk yerde şimşeklerin üzerine çekilmesine neden oluyorsun” dediler. Nasıl yazmayayım dedim; üniversitelerimizdeki gençler bir bilim uzmanlığı tezini bitirene kadar batılı bir üniversitedeki eşdeğer pozisyonda çalışan meslektaşları doktora tezi yazıyor. 

Yukarıda paylaştığım görüşlerden dolayı Kars’tan Konya’ya; İstanbul’dan Ankara’ya; Tokat’tan Tekirdağ’a kadar pek çok akademisyenden görüş, öneri ve değerlendirmeler dinledim/okudum. Bazıları meslektaşlarım doğal bir refleksle adeta kendini savunurken, bazıları da geçmişte yaşadığı olumsuzlukları dile getiriyordu. Haliyle, herkes konuları kendi doldurduğu akademisyen koltuğundan ele almaya başlayınca, farklı değerlendirmeler ve bakış açıları da ortaya çıkabiliyor. Kimi arkadaşlarımın altını çizerek söylediği gibi, hoca asistan ilişkisi, usta çırak ilişkisine benzer; hoca rol modeldir. Amenna, “özgün” ve “özel” olmak için kişi ve kişilik haklarına da özen gösterilmesi gerekiyor.

Bundan yaklaşık 25 yıl önce, kütüphanelerde kaynak araştırmak yerine kahvehanelerde okey oynayan üniversite hocalarına ilişkin görüşlerimi bir ulusal gazetede paylaşmıştım. Aldığım tepkilerin, yediğim zılgıtların haddi hesabı yoktu! Derken, bir akademisyenin “okey oyuncuları argosu” diye bir çalışması yayımlanmasın mı?[2] Arkadaşlarımın patlattığı espriler gün gibi kulağımda…

Her neyse, ben o günden bu güne yazmaya, bildiklerimi söylemeye devam ediyorum; yaşanan süreçlerde gençlerin ve bilimsel tutumun yanında olmaya gayret ediyorum. Hoca sınıfının artık baygınlık getiren kimi mazeretlerini ve eleştirilerini de yaratandan ötürü hoş görmeye çalışıyorum.

ÖYP’ye başvurmayı düşünen arkadaşlarım
Biz üniversiteliler, asistan lafını pek bir benimsemişiz. Bizden öncekiler yer yer işin suyunu çıkarınca da 2547 sayılı yasa, asistan yerine araştırma görevlisi unvanını getirmiş. Bu unvanı günlük jargonda pek azımız kullanıyoruz. Hele, “Benim asistanım…” ifadesi bazılarının diline pelesenk etmiş, pek bir hevesle kullanıyor.

Üniversitede öğretim elemanı olmak toplumda ne bir ayrıcalık ne de bir meslektir. Hangi alanı seçerseniz seçin, aslında bir yaşam biçimini de seçmiş oluyorsunuz. Bakmayın, etrafta öyle afralı, tafralı gezen; gücünü bilgisine değil de unvanına yaslayan,  “Ben Prof./Doç…” bilmem kim diye telefona sarılan, çevresindekilere gösteriş yapan seçkinci elitistlere (bazılarına göre de üniversiter ochlokratlara?). Akademisyenlerin, bilim insanlarının dışarıdan görülen pırıltılı yaşamlarının ardında, aslında ideallere adanmış hayatlar gizlidir.

Öğretim elemanının hayatı öyle dışarıdan görenlerin özendiği yahut hayal ettiği gibi, o kongre senin, bu kongre benim, şehir şehir veya ülke ülke dolaşmakla geçmez. Kanmayın siz kimilerinin sosyal medyada paylaştığı fotoğraflara veya kimi gala yemeklerinde bir iki kadeh fazla kaçırdıktan sonra ballandıra ballandıra anlatılan gençlik anılarına veya dost sohbetlerinde abartıya kaçan methiyelere…  

Akademik hayat, adeta neon ışıklarının aydınlattığı bir dünya değil; kendi kabuğunda itikada çekilmiş akademisyenlerin otodidakt öğrenme, araştırma ve sonuçlarını paylaşma çabasıyla sürdürdüğü sıkıntılı bir süreçtir. Sıkıntılı bir süreçtir, çünkü zihninin bir yanında tamamlaması gereken rapor veya her hangi bir çalışma ile yatıp kalkan akademisyen; öbür yanda ayın sonunu denkleştirmenin hesabını yapar uzun süre… Evde çocuklar gezme, meslek dışındaki eşler de tatil ister. Hoca da yaptığın çalışmada kullandığın kaynaklar neden güncel değil diye sorar.  Yüzlerce sınav kâğıdı, ödevler, dersler derken uykusuz geçen gecelerin sabahında her yeni günün koşuşturmasına agrafla tutturulmuş gibi duran akademisyeni kim bilir hangi yeni macera bekler.

Öğretim elemanı, araştırmacı kimliği ağır basıyorsa, kendini öğrenci yetiştirmenin yanı sıra bilimsel bilgi üretmeye adamışsa, sosyal hayattan kopuk; pek çok gecenin ışığını güneşin ışıklarına ulayan; bir okumanın başka bir okumayı zorunlu hale getirdiğinin bilincinde, hayatını sınırlı ekonomik gelirle idame ettirmeye çalışandır. Evinin kirasını, çocuğun okul taksitini yurt dışından getirteceği bir kaynağın parasını düşünerek denk bütçe yapmaya gayret eden; hâsılı kelam, ağuyu bal eyleyendir.

Hep örnek gösterilen gelişmiş (?) üniversitelerde görev yapan öğretim elemanlarına göre misliyle ders verip uygulama yapmak zorunda kalmasına karşın, okuma yazmayı, hayatlarını laboratuvar, kütüphane, derslik aralarında geçirmeyi ve buralarda kıt kanaat imkânlarla üretilen bilimsel bilgileri paydaşlarının yararına sunmayı yaşam biçimi olarak seçenlerin hayat tarzıdır. Bu döngünün dışına çıkmaya çalışanlar, akademik hayattan yıldız gibi kayıp gider gitmesine de ellerinden tutan bile çıkmaz. Üstüne üstlük, üniversitenin tanımını yapmaktan aciz, belki üniversitenin havasını teneffüs edememiş olmanın biriktirdiği kin ve hasetle üniversiteyi eleştirenlerin afra tafralarına maruz kalır.

Gençlerin akademik kariyer yapmaya karar verirken, bu durumu göz önüne almasının yanı sıra, gelip geçici heveslerinin yerine ilgi ve yeteneklerine en uygun olan meslekleri ve çalışma ortamlarını seçmeye özen göstermesi yararlarına olacaktır. Çünkü akademik yaşam tarzını benimsemekte güçlük çekenler veya akademik hayatını sosyal hayatın cazibesine paralel yaşayanlar sürecin bir noktasından ileri gitmekte sıkıntı çeker; hazırdan tüketmeye başlarlar. Bu kısır döngü ruh sağlığının bozulmasına, kifayetsiz muhteris akademisyen profillerinin doğmasına neden olur.

Akademik hayatın radyo tv programları, kongre, bilgi şöleni gibi etkinliklerin ön gösterimlerinin basınla paylaşılan ışıltılı kısımlarına özenen heveskâr gençlerin üniversite hocası olma hayallerine tam da bu noktada, son vermesini ve başka kariyer planı yapmalarını öneririm.

Ebeveynlere de bir çift sözüm olacak. Eğitim sistemimiz, okullarımız “Bizim evlat, bir şey olamadı bari öğretmen olsun” mantığı ile hareket edildiği ve eğitimcilerin değil de siyasilerin düzenlemeleri ile beyhude yere istihdam edilen niteliksiz öğretmenlerin katkısıyla neredeyse çökme noktasına geldi. Evlatlarımız okul-dershane-özel ders üçgeninin dışına çıkıp, hobi edinememiş; hayatın gerçeklerinden uzak bir şekilde, adeta sudan çıkmış balık misali hayata başlıyor. Artık “Bizim çocuk mezun oldu; akademisyen olsun” mantığını bir yana koyalım. Bu görüşler ile bilim bağdaşmaz. Bir şekilde büyük bir hevesle üniversiter kadro aldıktan sonra klasik memur zihniyeti ile mesai yürütmeye kalkanların serencamı hiç de parlak olmuyor. Hayatta çok başarılı olabilecek gençleri üniversitelere tıkıp akademisyen, bilim insanı yapmak mümkün değil. Bu nedenle akademik hayatın pırıltısına heves eden ebeveynlerin de gençler gibi kısa sürede hayal kırıklığına uğrayacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek yok.

Akademik kariyer sürecinin sağlıklı bir şekilde yürümesine engel olacak, hayal kırıklıklarına yol açacak, pek çok nedeni bir çırpıda sayabilirim, ama saymak istemiyorum. Biliyorum ki elmas, baskı altında değer kazanan bir kömür parçasıdır.

Üniversitelerimizin, akademisyenlerimizin içinde bulunduğu çalışma hayatını, kısır döngüyü iyi gözleyen başarılı öğrencilerin gözü korkuyor. Akademik kariyere başvurmadan önce iki defa düşünüyor. Bir yanda idealleri, öte yanda cüzdanı. Akademik personelin maddi durumunun cezbedici olmaması bir yana, gençlerin akademik yükselme basamaklarında yaşadığı onca sıkıntı ve olumsuzluklar öbür yana…

Yeri gelmişken, ülkemizde üniversitenin durumunu ve öğretim üyelerinin fikirsel ve kişisel yetersizliklerini kamuoyuna açıklama cesaretini gösteren ilklerden biri olan Prof. Dr. İlhan Arsel Hoca’yı da “Biz Profesörler”[3] adlı kitabı nedeniyle bir kere daha rahmetle anıyor; mesleğe yeni başlamış genç hoca adayları ile de kimi ipuçlarını paylaşmak istiyorum.

Hoca öğrenci ilişkisi
Üniversite bitip asistan olarak başlayınca hiç birimizin başı göğe ermedi. Onca sınava girdik, tam bir oh diyecek, nefes alacak zamanı özledik, derken hayatın yeni başladığını gördük. Öğrenciyken yere göğe sığdıramadığımız kimi hocaların arka bahçelerinin düzenini gördük. Bazılarının bahçevanları çok mahir; bazıları da bahçevansız şövalyeler olduğunu öğrendik. Arka bahçenin tertip ve düzeni, akademik hayata aynen yansıyor ve hoca öğrenci/asistan ilişkisinde belirleyici oluyor; her iki tarafın kişilik özellikleri ve bu özellikler de kurulan ilişkinin niteliğini arka bahçenin tanzimi belirliyor.

Üniversite hocalarının öyle haşin duruşları, ulaşılamaz pozlarda gezinmeleri sizi yanıltmasın. İlişkinizi korkuya değil; karşılıklı saygıya dayandırın. Dünyaları bildiğini düşündüğünüz hocalarınızın da sizin gibi ete kemiğe bürünmüş olduklarını, herkes gibi bir yaşam sürdürdüğünü, her şeyi bilen yerine, size göre daha deneyimli olduklarını unutmayın; onların egolarını şişirip bir de siz unutturmayın. Korkularınızın zihninizde yarattığınız sanal yükler olduğunu ve gece gündüz bunları taşıyarak yorgun ve bitap düşmenin anlamı, gereği olmadığını öğrenin. Öğrenin ki ruhunuz da bedeniniz de boşuna gereksiz yük taşımasın.

Akademik/bilimsel ilişkilerde hoca olanın, yani akademik kariyer olarak daha önde olanın baskın olmasının ve karar mekanizmasında belirleyici olmasının yadırganacak bir yönü olmasa da olayı iki taraf için de “ego tatmini” boyutuna taşımamakta; eğen bu mümkün değilse rekabetin en aza indirgenmeye çalışılmasında sayısız yarar görüyorum. Rekabetin akademik rekabet dışına taşırılmaması, cinsiyetlerin ve yaşların yarıştırılmamasında sayısız iyilikler görüyorum.

Öğrenci/asistanlara kaldıramayacakları yükleri, sorumlulukları verip; onların öğrenme süreçlerinde yer yer başarısız olduklarını görmek bazı hocalarda aşırı bir tatmin duygusu yaratır. Bu durum bir yanda ilişki zincirinin dışındaki hocaların ve meslektaşların zihninde gençlerin yetersiz oldukları algısını oluşturur; öte yandan da gençlerin hocaya karşı sürekli bir savunma mekanizması geliştirmesine, isyan etmesine neden olur ki bu durum da meslekten kopmalara, mesleki tükenmişlik duygusunun yaşanmasına neden olur. Gençlerin ruhsal olarak tükenmelerine neden olan, öğretim elemanını da yeni asistanlar aramaya götüren bu kısır döngü içinde söylenmek, sızlanmak da durumu değiştirmez. Tek güç gençlerin aklı ve ruhudur. Bunu koruyup, kollamalı, öğrenmenin bir nimet olduğunu bilip, ona göre hareket etmelidir. Gençlerin maruz kaldığı yıldırma, sindirme operasyonlarına karşı cesur, sabırlı ve metanetli olmalarını öneririm; cesaret, korktuğu halde eyleme geçebilme edimidir.

Dünyanın en kötü şeyi olan can sıkıntınızı sosyal hobilerinizi geliştirerek ortadan kaldırmaya bakın.

Sir Isaac Newton (1643-1727), “Eğer kayda değer bir buluş yaptıysam, bunu herhangi bir yetenekten çok sabra borçluyum”[4] diyor. Kimsenin sizi “başarısız” diye yaftalamasına izin vermeyin. Pes etmeyin. Hayallerinizin peşinden gidin ve kimse size inanmasa dahi siz umudunuzu yitirmeden başarabileceğinizi kanıtlayın. Bu süreçte de kimi zaman kaybetmekten korkmayın; asıl başarısızlığı, vazgeçtiğinizde yaşayacağınızı hatırınızdan çıkarmayın. Başarı ile başarısızlığı ayıran ince çizginin azim ve emek arasında olduğunu unutmayın. Gelecek yaşamınızda, bugün fırsatınız olduğu halde yapmadığınız şeylerden dolayı pişmanlık duyup “keşke” dememek için verilen fırsatları iyi değerlendirin. En çaresiz anlarda bile çarenin kendinizde olduğunu unutmayın.

Yaşanan olayları değerlendirirken nereden baktığınız çok önemli. Zaten herkesi memnun edemezsiniz; o nedenle de kimi tepkileri normal karşılayın; bırakın, olumsuz bakan olumsuz görsün. Etraftaki herkes olumsuzu görürken siz, hayata olumlu yönlerinden bakın ve gözünüzün önündeki mucizelerin farkına varın; şikâyet etmek yerine şükür etmeyi de öğrenin.

Arkadaşlarıma da şunu hatırlatmak isterim
Kendini hoca olarak gören çok değerli arkadaşlarıma da şunları hatırlatmak isterim. Günlük hayatın koşuşturmacası içinde, Isaac Newton deyişiyle, “Çok fazla duvar ve gereğinden az köprü inşa ediyoruz.[5]” Biliyorum; öğrenmenin son durağı yok. Hepimizin kendimize göre doğruları var ve bu doğruları yerine getirmek için cesurca adımlar atıyor, çalışıp çabalıyoruz.

Yaşadığımız sorunlardan kaçmak yerine, onlarla yüzleşmeyi denesek. Bazen, belli bir ön çalışma yapmadan, deneyim kazandırmadan doğrudan ders vermeye gönderdiğimiz gençlerin içinde kanat çırpan kuşu görmeye çalışsak. Dönem sonu yoğunluğu içinde kimi zaman soru hazırlama ve değerlendirme ölçeğinin oluşturulmasına eşlik etmeyen deneyimsiz bir öğrenciye/asistana sınav kâğıdını okuma görevi verirken, verdiğimiz görev ve sorumluluğun sonra onda tükenmişlik duygusu yaratabileceğini; sınav evrakını gereken olgunluk ve hassasiyette değerlendiremeyebileceğini bir düşünsek. Gençlerle şöyle bir empati kurarak düşünsek, dönemin sonunda sınav kâğıdı okumaya çalışan gencin zihninin dönem sonuna yetiştirmesi gereken seminer ödevleriyle dolu olduğunu; kendi özel hayatındaki fırtınaların henüz dinmediğini göreceğiz. Sonuçta biz de o da rahatlayacak.

Gençlerin yaptığı işin sorumluluğunun bilincine varması için akademik süreçlere dâhil edilmesi gerekir. Ne kadar zeki, yetenekli ve çalışkan olursa olsun, onlara yaptıkları işi sevdirmeyi, mesleğin ilk yıllarında işlerine tutku ile bağlanmaları için gönül kapılarımızı açmamız gerektiğine inanıyorum. Akademik kariyer sürecinde pek çok zeki insanın, sevgi eksikliğinden başarısız olduğuna pek çok kez şahit olmuş biri olarak bunları söylüyorum.

Sevgi, bir duvarı örmek için üst üste koyulan tuğlaları yapıştıran, onları bir arada tutan harç gibidir. Daha az bilgili ve görece olarak daha az yetenekli gençlerin, sevgi ve tutku ile bağlandığı işlerde, daha zeki olanlara göre daha başarılı olabildiklerini unutmayalım. Albert Einstein’ın deyimiyle, “herkesin dahi olduğunu, ama balıkların ağaca çıkma yetenekleriyle değerlendirilmeleri halinde ömür boyunca aptal olarak kabul edileceklerini” unutmayıp, gençlere bu düsturdan sevgi ve anlayışı ihmal etmeyelim.

Bir asistan/öğrencinin hocası ile yaptığı veya yapacağı çalışmanın amacı ve çıktıları hakkında somut olarak bilgi edinmeli; yapılan işin yöntem ve tekniğini usta çırak ilişkisi içinde zamana yayarak öğrenmelidir. Aksi halde genç birinin başlı başına karmaşık bir süreç olan akademik hayatta başarılı olamama kaygısı ve bu kaygıya bağlı olarak, kendini koruması ve mevcut pozisyonunun zarar görmemesi için olumsuz ruh hali içinde geliştireceği doğal savunma reflekslerinin ve psikolojik yıpranmanın önüne geçilmesi mümkün olmayabilir. Yaşanan olumsuzlukların erken dönemde fark edilmemesi nedeniyle, ruh sağlığı bozuk; olur olmaz konuya tepki gösteren, çocuk gibi küsen koca koca hocalar yetiştiririz.

İstenmedik durumlarda bile, deneyimli olan hocanın, daha genç olan öğrencisini anlayışla dinlemesi; sorunun kaynağına inerek çözüm üretmeye çalışması gerekir. Süreçte tekdir yerine takdir etmek daha olumlu sonuçların alınmasına yardımcı olur.

Gençlere sabrı aşılamak için onlara sevginizi hissettirmenizi ve başarısız diye yaftalamadan önce başaracaklarına olan inançlarını, vereceğiniz küçük ama anlamlı desteklerle göstermenizi deneyimlemenizi ve bunun hazzını tatmanızı isterim.

Çözüme yönelik önerim
Gençler, karar vermeden önce hangi üniversitede neden görev almak istediğinizi iyi analiz edin. Sonra geçmişin anıları ile vakit geçirmeyin.

Unutmayın ki ülkemizde sayısı hızla artan üniversitelerde pek çok eğitim ve bilim emekçisi hemen her gün farklı serüvenleri yaşıyor. Yaşananların zaman zaman şirazeden çıktığını, tahammül sınırlarını zorladığını da görüyor; kimi istenmedik durumlara tanıklık edebiliyoruz. Sosyal medyadaki küçük bir paylaşımın yurdun dört bir yanından ses getirmesi, bu durumun açık bir göstergesi adeta…

Üniversitelerdeki çalışma hayatının verimsizliğini, kısır döngülerin kırılması gerektiğini hemen herkes söylüyor. Yeni bir yükseköğretim yasası hazırlanırken, yaşanan bu olumsuzlukların da göz önüne alınmasının ve sistem içinde sorun oluşturan hususlara ciddi bir ampütasyon yapılması gerektiğinin, üniversite çalışma hayatına somut ve nesnel ölçütler getirilerek çağ dışı kalanlara depritman ve greftleme işlemi uygulaması yapılmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.

Post scriptum
1. Fotoğraflar sanal ortamdan alınmıştır. 2. Bu sayfalarda inandığım doğruları dile getirmeye çalışıyorum. Çıkış noktam kimi yaşanmışlıklar olsa da ne kimseyi anlatıyor, ne de hedef gösteriyorum. Zaten ülkede kimse diğerinden daha akıllı değil; herkes olup bitenin farkında; şapkayı önüne koyup durum değerlendirmesi yapacaklar yapsın. Prof. Dr. Celal Şengör de Fatih Altaylı’ya yazdığı mektupta; eğitimimizin, haliyle ülkemizin, milletimizin geleceğinin çalındığını haykırarak anlatıyor. (Gazete Habertürk, 16.07.2014). Yazdıklarımla, sosyal medyadaki paylaşımlarımla kimi girdaplara ışık tutmak suretiyle sürç-ü kalem eyliyor; birilerini kızdırıyorsam da ne gam; anlayana kıssadan hisse!



[1] Mustafa Çakır (2014.06.19). https://www.facebook.com/tschakyr (son erişim: 20.06.2014).
[2] Benzer yayın için bkz.: Erdal Şahin (2002). Okey oyuncuları argosu. İçinde: Emine Gürsoy-Naskali, Gülden Sağol (Yay.). Türk Kültüründe Argo.Haarlem: Sota Yayınları, s. 93-102. URL:  http://turkoloji.cu.edu.tr /YENI%20TURK%20DILI/erdal_sahin_okey_oyunculari_argosu.pdf (son erişim: 26.06.2014).
[3] Bkz.: İlhan Arsel (1997). Biz Profesörler. 4. Baskı. İstanbul: Kaynak Yayınları. ISBN: 789753432099
[4] Isaac Newton Sözleri. http://www.resadonya.com/isaac-newton-sozleri (son erişim: 26.06.2014) ve ayrıca bkz.: BBC-History: Historic Figures: Isaac Newton (1643-1727). http://www.bbc.co.uk/history/historic_figures/newton_isaac.shtml (son erişim: 26.06.2014)
[5] İlk yer.

13 Temmuz 2014 Pazar

Dünya Gazetesi'nde yayımlanan yazılarımdan bir kısmı

Kimi okuyucular geçmiş yıllarda Almanya'da yayımlanan gazete yazılarımı soruyor. Bunların önemli bir kısmını derleyip kitap halinde yayımladım[1]; fakat bu kitaba ulaşmak, yeni baskı yapılmadığı için artık mümkün değil. Dünya Gazetesi'nin o dönemki sahibi rahmetli Nezih Demirkent (1930-2001) tarafından Almanya’da SMC Mediengesellschaft üzerinden haftalık yayımlanan Dünya - Deutschland Gazetesi’nde yazdığım yazıların bir kısmının künyesini aşağıda veriyorum. Avrupa'da yayımlanan diğer Türk gazeteleri Hürriyet, Sabah, Türkiye gazetelerindeki yazılarımı ayrı bir başlık altında derlemeye çalışacağım.


1.        Dünya ile paylaştığımız bir kültür değerimiz: Noel Baba. Haftalık Dünya Gazetesi: Almanya Türk Forumu Yorum ve İnceleme (22 Aralık  - 28 Aralık 2000). S. 5.
2.        Anadili deyip geçmeyin. Haftalık Dünya Gazetesi: Almanya Türk Forumu Yorum ve İnceleme (12 Ocak- 18 Ocak 2001). S. 5.
3.        İşitme ile dinleme arasındaki fark. Haftalık Dünya Gazetesi: Almanya Türk Forumu Yorum ve İnceleme (26 Ocak- 1 Şubat 2001). S. 5.
4.        Eğitim Dünyasından: Sahip olduklarımızın kıymetini bilelim. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (2 Şubat – 8 Şubat 2001). S. 17.
5.        Fac totum. Haftalık Dünya Gazetesi: Almanya Türk Forumu Yorum ve İnceleme (16 Mart – 22 Mart 2001). S. 5.
6.        Ne zaman adam oluruz? Haftalık Dünya Gazetesi: Almanya Türk Forumu Yorum ve İnceleme (13 Nisan – 19 Nisan 2001). S. 5.
7.        Limonlar çöp sepetine (1). Haftalık Dünya Gazetesi: Almanya Türk Forumu Yorum ve İnceleme (4 Mayıs – 10 Mayıs 2001). S. 5.
8.        Limonlar çöp sepetine (2). Haftalık Dünya Gazetesi: Almanya Türk Forumu Yorum ve İnceleme (11 Mayıs – 17 Mayıs 2001). S. 5.
9.        Üniversite-meslek yüksekokulu tercihi. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (18 Mayıs – 24 Mayıs 2001). S. 17.
10.     Türk diploması ne işe yarar. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (25 Mayıs – 31 Mayıs 2001). S. 17.
11.     Açıköğretim sistemi. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (1 Haziran – 7 Haziran 2001). S. 17.
12.     Çocuk ve dil gelişimi. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (6 Haziran – 12 Temmuz 2001). S. 17.
13.     Adam gibi adam olabilmek. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (15 Haziran – 21 Haziran 2001). S. 17.
14.     Üniversite eğitimi. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (22 Haziran – 28 Haziran 2001). S. 17.
15.     Katip arzuhalimi yaz yâre böyle. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (29 Haziran – 5 Temmuz 2001). S. 17.
16.     Haydi gençler durmayın. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (31 Ağustos – 6 Eylül 2001). S. 17.
17.     Avusturya’da Neler Oluyor. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (7 Eylül – 13 Eylül 2001). S. 17.
18.     Friesenplatz’da bir Türk üniversitesi. Haftalık Dünya Gazetesi: Eğitim Bilim Araştırma (14 Eylül – 20 Eylül 2001). S. 17.




[1] ÇAKIR, Mustafa: Almanya'daki Türkler Üzerine Eğitim Kültür Monografileri. Köln: Ultima Ratio Dizisi 02, 2001 (ISBN: 975-93537-1-7). 

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...