21 Eylül 2014 Pazar

Anadilde eğitim talepleri üzerine

Türkiye'nin gündemi çok hızlı değişiyor. Geride bıraktığımız hafta başında ilk ve orta dereceli okullarda eğitim öğretim başladı; haftanın sonuna doğru sınırlarımıza akın eden yüz bine yakın Suriyeli göçmen ile güney doğu komşularımızdaki siyasal olaylar, NATO ülkesi olarak Türkiye’ye verilmek istenen rol veya roller gündemi yoğun bir şekilde işgal etti. Bugün de üç ayı aşkın bir süreden bu yana Suriye’de malum gruplarca alıkonan dışişleri personeli ve bunların yakınlarının Türkiye’ye intikali konuşuluyor.

Güneydoğu ve doğu illerimizde ise anadilde eğitim konusu yoğun bir şekilde tartışılıyor. Şu veya bu şekilde ortaya atılan söz ve eylemlerle galeyana gelen (ve/veya getirilen) halk, kamunun kaynakları ile inşa edilen okullara ve bu okullarda görev yapan öğretmenlere fiili müdahalede bulunuyor.

Bu yazıyı yazdığım sırada geride bıraktığımız hafta içinde yirmi üç (23) okulun yakılarak kullanılamaz hale getirildiğini; kimi şehirlerde devletin resmi okullarına alternatif eğitim kurumları oluşturulmaya ve buralarda eğitim verilmeye çalışıldığını öğreniyorum. Yaşanan bu fiili duruma kamu görevlileri müdahale edip; “izinsiz açılan” bu kurumların faaliyetini önlemeye çalışırken, seçilmiş yerel yöneticiler de halkın anadilde eğitim hakkı olduğunu öne sürerek, devleti gerekli hizmeti vermemekle, bir hakkın gaspına göz yummakla suçluyor. Öne sürülen görüş özetle şöyle:[1],

Ülkemizde ilköğretime başlayana kadar tek bir Türkçe kelime bilmeyen birçok çocuk var. Yalnızca anadilinde konuşabilen ve en önemlisi anadilinde düşünebilen bu bireylerin vatandaşı oldukları ülkenin en temel görevi olan eğitim haklarını, henüz bilmedikleri ülkenin egemen diliyle almaları, egemen dille düşünmeye zorlanmalar bu çocukların başarılı olma ihtimallerini çok büyük bir oranda düşürüyor. Zaten eğitim sisteminden kaynaklı düşünememe yetisi bu bireylere bir de anadil yönünden darbe etmekte.

Bu görüşler, “eğitim hakkı engellenemez” tavrının “anadilde (Kürtçe) eğitim hakkı” yaklaşımına dönüştüğünü ve her öğretim yılı başında gündeme getirilen taleplerin bu öğretim yılı başında gerek okul yakmalar, gerekse özel eğitim kurumları oluşturmak suretiyle daha ses getirecek yöntemlerle (?) tekrar edildiğini gösteriyor.

Bölgede kanaat önderliği yapan güçler, çocukların devletin okullarının yerine, yerel girişimlerce açılan öğretim kurumlarına gönderilmesini istiyor. Merkezi idare, “bize özel okul açmak için yapılmış bir başvuru yok” diye kendini savunuyor ve ekliyor “Başvuru olsaydı, değerlendirirdik”.

De facto ortaya çıkan bu durum karşısında görüş belirten kimi entelektüeller de konuyu “sivil itaatsizlik” olarak değerlendiriyor. Alanyazında bu konuya ilişkin şu tanım yer almaktadır (Altunel 2011: 444):

Haksızlığa uğrayan birey, haksızlığın giderilmesi için yasal yolları denedikten sonra sorun çözümlenmemişse, pasif direnme olarak tanımlanan sivil itaatsizlik türü eylemlere başvurmakta; böylelikle yönetim ve kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmaktadır. Bu sayede haksızlığın giderilmesi noktasında devlete/yönetime baskı oluşturma gayesi güdülür.

Özgürlüklerin korunması ve adaletin temini bakımından etkili bir yöntem olarak değerlendirilen sivil itaatsizlik, bir eylemin suç olduğunun bilinmesine rağmen,  verilecek cezayı da göze alarak yapılan bir eylemdir. Eylem, haksız alınan bir vergiye karşı gelme ile başlamış, değişik alanlara yayılmış ve günümüzde içi değişik şekillerde doldurulan oldukça esnek bir tanım haline gelmiştir. Kimine göre kesin suç olan eylemler, kimine göre suç unsuru taşımamaktadır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu bile son eylemlerde polise taş atanların yargılanmasıyla ilgili bir başvuruyu “düşünce ve kanaat açıklama yöntemi” olarak değerlendirmiştir[2].

Halbuki ortada MEB’nın özel öğretim kurumlarının açılmasına ilişkin olarak düzenlediği bir yönetmelik var. Özel öğretim kurumu açmak isteyen herkes, burada öngörülen şartları yerine getirdikten sonra bakanlığa başvuruda buluyor; yapılan incelemelerden sonra da gerekli izinler verilip eğitim öğretime başlanması sağlanıyor. Kavga etmeye, okul yakmaya ne hacet.

Kürtlerin, biz okul açmak istiyoruz diye bir talepleri oldu da geri mi çevrildi? Kaldı ki Kürtçenin öğrenilmesi konusundaki talepler için önce “özel dil kursları” üzerinden izin verildi. İngilizce, Almanca gibi Kürtçe de kurs programlarına alındı. Yoğun ilgi görmesi beklenen bu uygulamaya vatandaş ilgi göstermedi; buna karşılık “anadilinin para verilerek öğrenilmesi” uygulamasının doğru olmadığı, devletin bu talebi okullarda karşılaması gerektiği görüşü öne sürüldü[3]. Bunun üzerine anayasa ve yasalardaki düzenlemeler yapılarak Kürtçenin devlet okullarında öğretilmesi yönündeki taleplere olumlu karşılık verildi.

Mardin Artuklu Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulan Türkiye'de Yaşayan Diller Enstitüsü’nün “Kürt Dili ve Kültürü Ana Bilim Dalı” bünyesinde “Kürtçe Tezli Yüksek Lisans” programı açılarak Zazaca ve Kurmancca öğretimi başladı. Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kürt Dili ve Kültürü Ana bilim Dalı’nda tezli ve tezsiz yüksek lisans programları açılarak gereksinim duyulan öğretmenlerin yetiştirilmesi için gerekli altyapılar oluşturuldu.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), 2012-2013 eğitim öğretim yılından itibaren geçerli olacak haftalık ders çizelgesinde yerel dil ve lehçelerin devlet okullarında seçmeli ders olarak okutulmasına imkan sağlayacak gerekli düzenlemeyi yaptı ve ”Yaşayan Diller ve Lehçeler” dersine yer verdi. Böylece sadece Kürtçe değil, diğer yerel dillerde de eğitim verilmesinin önü açıldı. İlk yıl gösterilen yoğun ilgi yerini başka alanlara bıraktı. Bu defa da eğitimin tamamının yerel dilde yapılması gerektiği konusu gündeme taşındı.

Bu tartışmalar yeni değil; hatta cumhuriyet öncesine kadar geri gidiyor. Ulusal kurtuluş savaşını birlikte yaptık, cumhuriyeti birlikte kurduk diyen bir gruba karşı, biz de kendi devletimizi kurmalıydık diyen bir başka grup karşı çıkıyor ve bu tutumunu geçmişte olduğu gibi günümüzde de sürdürmek istiyor.

Bir yakınım 1977 yılında doğu illerimizden birinin bir mezrasına sınıf öğretmeni olarak atanmıştı; görev yapmak üzere gittiğinde, köylülerin direnişleriyle karşılaştığını, çocuklara Türkçe öğretilmesinin, bayrağın göndere çekilmesinin istenmediğini, ulusal marşımızın söylenilemediğini anlatıyordu. Anlatılanlara göre, geçen yıl kaldırılması büyük tartışmalara neden olan andımızın o yıllarda bile okunmasına imkan ve ihtimal yoktu.
Fotoğraf Mustafa Yalın Engin

Devlet vatandaş ilişkisinin askeri darbe ve olağanüstü hal uygulaması dönemlerinde daha can yakıcı bir hal aldığı biliniyor; burada tekrar etmeye, olumsuz anıları hatırlatmaya lüzum yok. Yaşanan olumsuzluklardan dolayı, doğu ve güneydoğu insanının bölgede görev yapan kamu görevlilerine mesafeli yaklaştığı ve özellikle öğretmenlere karşı giderek artan bir baskının uygulandığı herkesin malumu. Yaşanmış pek çok örnek olmasına karşın, sadece birini hatırlatmak isterim. 1993 yılında Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde “Bayrağımızın dalgalandığı her yere giderim” diyerek yola çıkan ve tek amacı karanlığa ışık tutmak, çocuklara okuma-yazma öğretmek olan Neşe Alten (1972-26.10.1993) öğretmen, idealizminin bedelini canı ile ödedi.

Geçmişte devletten talebi olanlar ve bu talepleri karşılık bulmayanlar masum insanların canını alarak, okulları yakarak sivil itaatsizlik yapıyor.

Anadili öğrenme talebini okul yakarak, “yerel kaynaklarımızdan ürettiğiniz enerjiden kazandığınız paraları bize aktarmıyorsunuz” diye ortaya çıkıp, vatandaşa elektrik parasını ödetmeyip, türlü gerekçelerle adeta “sivil itaatsizlik” yapmaya teşvik etmek, barışa giden yol olarak adlandırılan “çözüm süreci” ile ne kadar bağdaşıyor? Yaşananların doğru tanımlanması, adının iyi koyulması gerekir. Bu eylemler, “Siyasi ve ekonomik özerklik istiyoruz[4]” diyen, karnından konuşan, paydaşlarını niyet okumaya zorlayan görüşün dışa yansıması olup, sıradan yurttaşların öne sürdüğü bahaneler değil; daha örgütlü davranan iç ve dış paydaşların birlikte planladığı bir politikadır ve sorumlu davranmayı gerektirmektedir.

Bu satırları yazdığım gün, ülkemizde Gaziler Günü münasebetiyle törenler düzenleniyor, terörden muzdarip insanlar duygularını anlatıyordu. Bir vali "Bu milletin vatanı, milleti için bütün değerleri için verdiği mücadelenin bitmemesini diliyoruz. Mücadele biterse vatan bitmiş demektir" diye nutuk çekerken, bir muharip gazi de şu sözlerle sitem ediyordu[5]:

Ne yazık ki bu toprak için canımızı verme şerefine eremedik. Fakat bu toprak için canını verme şerefine eren şehitlerimiz ile yan yana savaşma onurunu yaşadık. Bir elimize şehadet kapısının tokmağı dokunurken diğer elimizle geçip giden zamanın kapısının kolunu tutmaktayız. Belki de bu şehadet kapısının tokmağına dokunduğumuz için, ölümün nefesini soluduğumuz için, düşmanın hain suratını defalarca gördüğümüz için bu mücadeleyi, bu kana kan, göze göz, dişe diş mücadeleyi duymayanları, duyamayanlara, hissetmeyenlere, hissedemeyenlere duyurmak, anlatmak bize düşer. Biz Diyadin'de kurşun yiyen kardeşimizi de Saray'da şehit olan teğmenimizi de Abalı'da havalanan karakolumuzu da iliklerimize kadar hissettik. Günlerce açılmayan yollara, yakılan okullara ses çıkarmayan yöneticileri de gördük, duyduk ve ıstırabını çektik. Fakat biliyoruz ki görmeden ümit ettiğimiz bu vatan için ölürsek yazılsın kabrimize vatan mahsun, biz mahsun.

Geride bıraktığımız ve onlarca yıl süren, binlerce insanın hayatını kaybettiği acılı günlerden sonra yaşananlardan çok dersler çıkarıldı; “kavga etmek yerine barışalım” dendi. Gerçekten, gelin artık, bu sürece destek olalım; barışalım, hayatı kolay ve anlamlı kılalım. Onca sorunun çözümünü biraz da zamana yayalım.

Unutulmamalı ki Türkiye, dünyanın pek çok yerinde yaşayan mazlum milletler için hala bir umut ülkesi. Bugünlerde saat başı dinlediğim haberlerde bazen Suriyelilerin bazen Iraklıların sınırları zorladığı, milyonlarca canın Türkiye’ye sığındığı, bu sayının geriden gelmesi beklenenlerle birlikte daha da artacağı belirtiliyordu. Televizyonlarda bir ananın iki aylık bebeğini terk ederek Türkiye’ye kaçtığı; parçalanan ailelerin yürekleri sızlatan türlü çeşit öyküleri, insanlık dramları anlatılıyordu.

Bunlardan ders veya dersler çıkaralım. Hangi kesimden olursa olsun, halen Türkiye’de yaşayan ve bu topraklardan beslenen, bu ülkenin kaynaklarıyla yetişen aydınlar, münevverler bugünlerde ateşle imtihan oluyorlar. Başta siyasetçilerimiz olmak üzere herkesin azami sorumluluk bilinciyle hareket etmesi, kişisel menfaat ve hırslarına yenik düşmemesi, ülkenin topyekûn menfaatleri etrafında birleşmesi gerekiyor. Zira, verilecek olumsuz bir mesajın telafisi güç bedelleri olabilir.

Türkiye gelişiyor, dönüşüyor; buna karşın istikrarsızlığa sürüklenmeye çalışılıyor. Hantal bürokrasinin yeniden yapılandırılması; kanayan sorunlara yaşanan günün ötesinde ufuk açısı çözümler üretilmesi zaman alıyor. Sorunlara çözüm üretmesi gereken entelektüellerin siyasal bağnazlıktan sıyrılması ve konuyu ideolojik değil, ülke yararına kaygılarla değerlendirmesi, sahada çalışanlara yol ve yön göstermesi, yardımcı olması gerekiyor.

Bu bağlamda, pek çok insanın farkında olmadığı, sessiz ve derinden yürütülen önemli projeler var. Onlardan biri doğu illerimizdeki çocuklarımızın okula devam oranlarının artırılması ve okul başarılarının sürdürülebilir hale getirilmesine ilişkin. Adına İlköğretim Kurumlarına Devam Oranlarının Artırılması Teknik Destek Projesi (TR2010/0136.05-01/001) demişler. AB ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından finanse ediliyor; MEB tarafından yürütülüyor[6]. Çok dilli eğitim, yabancı dil öğretimi, anadili öğretimi gibi çeşitli ayakları var ve bunlardan biri ve belki de en önemlisi anadilde eğitim sorununa çözüm arayan ayağı.

Şu veya bu kesimden, ister dağdan ister ovadan, türlü çeşit hesaplar yapanlar ile bunların paydaş grupları, sahip oldukları ekonomik kaynakların kurutulması, bölge insanlarının üzerindeki etkinliklerinin giderek azalması ile tedirgin oluyorlar. Çözüm arama derken; siyasi otoritenin, bürokrasinin Türkiye eğitim sistemindeki sorunların çözümü üzerine gerçekten kafa yorduğunu, projeler ürettiğini görmek, iyi örnek uygulamaları yapanları yüreklendirmek ve daha iyileri için de çözüm önerileri sunmak lazım. Çözüm aramaya, sorun çözmeye, kültürler arasında bağ kurmaya, mevcut bağları pekiştirmeye yönelik çalışmalar, ne kadar iyi ne kadar başarılı olursa olsun, gerilimden nemalanmaya alışmış, varlık nedenleri tam da ülkede yaşanan sorunlardan beslenen bir kesimin işine gelmiyor; dolayısıyla yapılan başarılı çalışmalar da ya tamamen yok sayılıyor ya da çeşitli engeller ve engellemelerle değersizleştirilmeye çalışılıyor.

Dolayısıyla “Analar ağlamasın!” diye nutuk çekenlerin, “ana” dertlerinin annelerin ağlaması olduğundan; anadili derken de ana sütü gibi helal bir dilin peşinde olup olmadıklarından endişelerim var.

İster doğu, ister batı olsun, bu ülkede yaşayan herkesin ana sorunu iştir, aştır. Karnı tok, sırtı pek yurttaşların sonraki ihtiyaçları da eğitim, sağlık ve adalettir. Varlığımız elbette bu millete armağan olsun; lakin bizler hediyelik eşya muamelesi görmek yerine, eşit yurttaşlar olmak istiyoruz! Zira, gelişmiş ülkelerde devlet, millet ortak gelecek için farklılıkları zenginlik olarak görüp ona göre organize olur. Ülkede bu bilinç gelişmeye, yerleşmeye başladı. Cumhuriyeti kurduğunu savunan elitlerin dönüşememesi, politikalarını geliştirememesi, ülkeyi sosyolojik olarak karmaşık bir sürece soktu. Olay kimilerinin öne sürdüğü gibi ne din, ne başka bir şey. Eşit yurttaşlık, değer yaratma ve yaratılan değerlere sahip çıkma ve eşit pay alma konusu. Eğitim de sağlık da bu dönüşümleri görmek lazım. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yegâne sınıf atlama aracı olan eğitimin elit bir kesimin tekelinden çıkması, sıradan insanların da eğitim alarak ekonomik ve sosyal refahını artırması ve yöneten kesime paydaş olması söz konusu.

Bugün, bütün farklarımızı bir kenara bırakıp inatlaşmak yerine konuşmak, halleşmek gerekiyor. Geçmişin hatalarını, bugünün sorunu gibi tekrar gündeme getirmenin, öznel menfaatlerin peşinde koşmanın anlamı ve gereği yok. Mahpus damlarında yaşanan dramların hatırlatılmasının ve zihinlerin bulandırılmasının lüzumu yok. Camide, kilisede, havrada veya cem olunan her yerde dileyen dilediği gibi sosyal, kültürel hayatına devam etsin.

İnsanları anadili öğretimi diye ayrıştırmanın gereği de lüzumu da yok. Anayasa ve yasalarda yapılan değişikliklerle, iyileştirmelerle isteyenin istediği dili öğrenmesinin önünde her hangi bir engel kalmadı. Anadolu insanının deyimiyle, “sabırla koruk helva olurmuş” ya o misal. İşin sırrı biraz daha sabır, biraz daha hoşgörüde.

Bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre, bir sınıfta aynı anda hem Türkçe, hem yerel dilde eğitim veremezsiniz. Verseniz bile bu uygulamayı ileri eğitim basamaklarına taşıyamazsınız. Bunlar örneğin Kanada gibi çok uluslu, çok dilli gelişmiş ülkelerde 1969 yılından itibaren denenmiş ve başarılı sonuçlar alınamayınca Quebec eyaleti dışında terk edilmiş uygulamalardır. Atalarımız “su-i misal emsal olmaz” demişler, ya o misal. Ayrıca İsviçre de çok dilli bir politika izliyor. Bununla birlikte her ülkenin demografik yapısı birbirinden farklı.

Kanada’nın uzun bir tarihsel süreç içerisinde belirlenen ilkeler üzerine kurulu dil politikasından çoğul olarak bahsetmek gerekiyor[7]. Zira eyaletlerin demografik yapısı uyarınca, bölgesel makamlarda veya eğitim alanında uygulamaları farklılık gösteriyor. 2006 verilerine göre Kanadalıların yüzde 58’inin anadili İngilizce iken, anadilleri Fransızca olanlar ise nüfusun yüzde 22’sini oluşturuyor. Ancak Kanada’da kayda değer bir iç göç olmadığı için, resmi olarak çok dilli eyaletlerin sayısı yalnızca dört. Eğitim programlarının fiilen eyalet hükümetlerinin yetki alanına girmesi nedeniyle de eyalet kademesinde sürdürülen politikalar önem teşkil ediyor. Bu dört eyalet, Fransızca ve İngilizcenin resmi olduğu New Brunswick ile Yukon, bu iki dille beraber İnuvitçenin de resmi statüye sahip olduğu Nunavut ve yerli halkların dillerinin de tanındığı Northwest Territories. Quebec’te ise 1969’dan beri tek resmi dil Fransızcayken, diğer altı eyalette ise İngilizce.

Geçmişe değil geleceğe odaklanmalı, sevinç ve kederlerimizi paylaştığımız gibi geleceğe yönelik projelerimizde işbirliği yapmalı, “ateşle imtihan edildiğimiz” bu zor günleri aydınlık yarınlara çevirmenin planlarını birlikte yapmalıyız. Dünyanın “Türkiye, kontrol edilebilir krizlerin ülkesi” algısını boşa çıkarmalı; ayrışmanın, yumrukları sıkmanın değil; kucaklaşmanın, kırgınlıkları kardeşliğe dönüştürmenin yollarını aramalıyız. İçinde bulunduğumuz coğrafya başta olmak üzere, bütün Avrasya ateş topuna dönmek üzere. Kuzeyimizdeki ülkelerin hesapları başka; güneyimizdeki halkların dertleri başka. Neredeyse üçüncü cihan harbinin ayak sesleri hissediliyor. Önümüzdeki fırsatları iyi değerlendirmeli, gelecekte yaşanması olası kimi pişmanlıkların esiri olmamalıyız.

Bu ülkede eşit paydaşlar olarak yaşayan hiçbir yurttaşın dilini konuşması, öğrenmesi, öğretmesine kimsenin bir sözü yok. Olamaz, olmamalı. Çok dilliliğin zenginlik olduğu, yeni ufuklar açıcı olduğu bilimsel olarak da kanıtlanmış. Çok dilli yetişen, geniş ufuklu, uzak görüşlü aydın gençleri tek bir dilin tutsağı olarak yaşamaya sevk edecek tek dilli uygulamalardan; kulağa hoş gelmesine karşın olumsuz sonuçlara gebe olan kimi dayatmalardan, manipülasyonlardan uzak durmalıyız.

Türkiye’nin demografik yapısı tarihin derinliklerinden kaynaklanan köklü geçmişi ve gelecek kuşaklardan ödünç alınan mirası ile adeta mahir bir ebru ustasının elinden çıkmış harika bir sanat eserine benzemektedir. Seyrine doyum olmayan bu esere, paha biçilemeyen kültürel mirasımıza sahip çıkmalı, bu mirası yok etmek yerine, her bir yerel değeri evrensel değerlerimiz olarak anlatmaya, tanıtmaya devam etmeliyiz.

Yetişen gençleri her hangi bir yerel dilin sınırlarında yaşamaya mecbur etmek yerine, onları birbirlerinin yerel dillerini de anlayacak şekilde yetiştirmeli; birbirine ölüm tuzakları kuracakları anlamsız ve kirli savaş iklimlerinin yerine sevgiyle kucaklaşacakları ortamlarını iş işten geçmeden inşa etmeye bakmalıyız[8].

İster doğuda, ister batıda maddi durumu yerinde olan herkes ne Türkçe ne de bir başka yerel dilde eğitimi düşünüyor. Bu ülkede tuzu kuru olan mutlu azınlıklar iyi eğitim almanın gereğine inanıyor; en az bir dünya dilini ileri düzeyde öğrenmeye, çocuklarına da öğretmeye çalışıyor. Biliyor ki eğitim kurtuluşa, refaha ermek; yokluk ve yoksunluğun zincirini kırmak, sınıf atlamak için birincil ve en etkili araçtır.

Türkiye coğrafyasında yaşayan, kıt kanaat imkanları ile geçinmeye çalışan saf ve temiz Anadolu çocukları, birbirinizle anlamsız yere tartışmak, kin ve nefret tohumlarını yeşertmeye çalışmak, anlamsız bir savaşı sürdürmek yerine, uyanıp kafanızı kaldırıp etrafınıza bakarsanız, ne büyük bir hazineye sahip olduğunuzun farkına varacak, ne şekilde aldatıldığınızı göreceksiniz. Böylece bu sayede bu topraklarda yeşermiş, eşitler arasından seçilmiş, yıldız gibi parlayan pek çok iyi, özgün ve güzel örnekler yardımıyla, size gerçek diye sunulan öykülerin nasıl bir yanılsamaya dayandırıldığını da anlayacaksınız.

Kaynak:
Altunel, Mesude (2011). Sivil İtaatsizlik ve Mohandas K. Gandhi. TBB Dergisi 2011/93, 443-458. URL: http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2011-93-700 (son erişim: 20.09.2014).

Not: Bu yazıyı oluşturan düşünce kırıntılarını ara başlıklarla daha kolay okunur hale getirmek, toparlamak istediysem de bütünlüğün kaybolduğunu, daha da dağıldığını gördüm. Umarım bu haliyle de kolay okunur.



[1] Ozan İke (2014). neden anadilde eğitim? diskordans. s. 23. http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/c8dcf919f8a604f_ek.pdf?dergi=D%DDSKORDANS%20DERG%DDS%DD (19.09.2014).
[2] Bkz.: Kemal Göktaş. Polise taş atma ifade yöntemi. Milliyet İnternet 19.09.2014. http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/c8dcf919f8a604f_ek.pdf?dergi=D%DDSKORDANS%20DERG%DDS%DD (19.09.2014).
[3] Dündar Sansur. Ana dilde (Kürtçe) eğitim haktır. Dündar Sansur Web Sitesi. http://www.dundarsansur.com/yazilarimdetay.asp?id=670&kategori=YAZILARIM  (Son erişim: 19.09.2014)
[4] Bkz.: İhlas Haber Ajansı: Hem siyasi hem mali özerklik istedi. http://www.iha.com.tr/haber-hem-siyasi-hem-mali-ozerklik-istedi-390711/ (son erişim: 20.09.2014).
[5] Malul Gazi Jandarma Binbaşı Mehmet Bedri Aluçlu. Hürriyet Internet. 19.09.2014. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27237005.asp (Son erişim: 19.09.2014)
[6] .  İlköğretim Kurumlarına Devam Oranlarının Artırılması Teknik Destek Projesi için bkz.: http://mebidap.meb.gov.tr/ (19.09.2014).
[7] Demografik açıdan Frankofonların çoğunlukta olduğu tek eyalet olan Quebec’te bile İngiliz dili ve kültürüne özellikle üst sınıfların, yani ekonomik ve siyasi yaşama egemen olan kadroların hakim olması, dil odaklı bir “var olma” (la survivance) fikri ile hareket eden halk tabanlı “Quebec” milliyetçiliğini de berberinde getirerek çift dillilik tartışmalarını başlatmış. 1969 yılında yürürlüğe giren ve federal makamlarda Fransızca ve İngilizceye eşit statü tanıyan Resmi Diller Kanununa göre, Federal Parlamento’da her iki dil de geçerli. Yasalar ve yönetmelikler her iki dile de çevrilmek zorunda. Bununla beraber, Kanadalılar federal kurumlarda bu iki dilden birinde hizmet alıyor; aynı şekilde mahkemelerde de duruşmanın gerçekleşeceği dili seçebiliyor. Ayrıca kanundaki yükümlülüklerin nasıl uygulandığı ve verdiği sonuçlar düzenli olarak denetleniyor. Benzer uygulama İsviçre’de de yürürlükte. Bkz.: Çok dilliliğin beşiği Kanada. Taraf Gazetesi. 23.12.2010. URL: http://www.taraf.com.tr/haber-cok-dilliligin-besigi-kanada-62721/ (son erişim: 20.09.2014).
[8] Türkiye’nin demografik yapısına güzel bir örnek teşkil eden Düzceli çocuklar birbirleriyle Türkçe, Tatarca, Lazca, Abazaca, Çerkezce, Gürcüce, Rumca ve kimi zaman Romanca konuşur, oynar; biraz büyüdükten sonra düğün derneklerine bile katılırdı. Marmara depreminde yaşanan felaketten sonra, şehrin demografik yapısı göç alıp vermeler nedeniyle değişince, sözü edilen diller arasına Zazaca ve Kurmancca da eklendi. Çocukların en şanssız olanları da tekdilli Türkmen çocukları idi ki onların ikinci dili öğrenme süreçleri iki dilli yaşıtlarına göre bir adım geriden geliyordu. Halkı sıkı bir hemşehrilik dayanışmasını birleştiriyor; Düzceli olmanın ötesinde kimin hangi bir etnik kökenden geldiğinin sorulması, sorgulanması bile yadırganıyordu. Büyükler arasında “Kürt Ahmet”, “Laz Hüseyin” gibi karşılıklı takılmalar, kişileri aşağılamaktan ziyade onurlandırmak için kullanılıyordu.

18 Eylül 2014 Perşembe

Ekmeği bol, acıyı bal, sıratı yol eyledik

Bugün yıllar önce gemileri yakıp Almanya, Avusturya, İsviçre, Fransa gibi ülkelere göç eden ve ardında türlü çeşit başarı öyküsü bırakarak sahneden çekilen birinci kuşaktan ve onların emeklilik dönemindeki ekonomik durumlarından söz etmek istiyorum.

 Avrupa Haber 2014-Eylül sayısı
Bundan yaklaşık 50 yıl önce kurulan mütevazı hayaller arasında “bir ev almak; üç beş kuruş para biriktirip memlekete dönmek” vardı. Ama evin hesabı çarşıya uymadı. Sayılı gün hesabıyla başlayan gurbet serüveni, kalıcı vatandaşlığa dönüştü.

60’lı yılların sonuna doğru başlayan işçi göçü, Avrupa’nın daha az gelişmiş olan İtalya, İspanya, Portekiz, Yugoslavya, Yunanistan gibi ülkelerinden görece olarak daha ileri  düzeydeki Almanya, Fransa gibi sanayileşen ülkelerine doğru gerçekleşti. Hatta 10 Eylül 1964’de Portekizli Armando Rodrigues de Sá Almanya’ya resmi kanallar üzerinden gelen ilk konuk işçi olarak törenle karşılandı.

Bu olayın üzerinden geçen beş yıllık süre zarfında Almanya’da yaşayan yabancı sayısı yaklaşık dört milyona çıktı. Bunların önemli bir kısmı bekârdı ve barakalarda, işçi lojmanlarında iptidai şartlarda yaşıyordu. Bugün yapılan bilimsel araştırmalar, o dönemde istihdam edilen yabancı işçilerin önemli bir kısmının en alt düzeyde gelir getiren ve genellikle yerlilerin tercih etmediği işlerde istihdam edildiğini gösteriyor. Bu insanlar yerli bir işçinin aldığı brüt ücrete genellikle fazla mesai yaparak yaklaşabiliyordu. Buna rağmen kanaatkârdılar ve aldıkları maaşa rıza gösteriyorlardı.

Zaman hızla akıp geçti. Sağlıklı gelenler hastalandı; gençler yaşlandı. Geçmişin konuk işçileri, günümüzün emeklileri oldu. Yerlerini ikinci, üçüncü kuşaktan gençlere bıraktı. Gücü kuvveti yerindeyken fazla mesai yaparak bütçesini dengeleyebilen bu insanlar, bugün yasal sınır olan aylık 742.- EUR emekli maaşıyla geçinmek zorunda kalıyor. Aynı sektörden emekli olan Alman yaşıtları ise aylık ortalama 1.109,- EUR kazanıyor (İtalyanlar 963,- EUR, eski Yugoslavyalılar ise 873,- EUR). Kadın emeklilerde ise durum daha vahim; Türkler ortalama 363,- EUR alırken, Alman hemcinsleri ortalama aylık 572,-EUR kazanıyor (Yunanlılar 570,- EUR, İtalyanlar ise 467,- EUR).  Almanların 65 yaşından sonra yoksulluk oranı % 12,5 dolayında iken yabancılarda % 41,8, Türklerde ise % 54,7. Bu nedenlerden dolayı Türklerin % 70’i emeklilikten sonra gizli aşikâr çalışmaya devam ederken, Almanlar bu açığı devlet yardımı ile dengeliyor (Bkz.: WSI-Report No 16, 2014).

Avrupa’ya yapılan göç sırasında kavşak noktası olan Avusturya’da kalıp, bu ülkeden emekli olanların durumuna gelince, onların durumu da Almanya’dan emekli olanlardan daha parlak değil. Onlar da yoksunluk ve yoklukla hayat mücadelesine devam ediyor; pek çoğu iki ülke arasına sıkışıp kalmış.

Sahi, Portekizli Sá ne oldu? Para biriktirebildi mi? Memleketinde başını sokacak bir evi oldu mu? Bilinmez. Lakin Almanya’da uzun süre kalamadığı; altı sene sonra ülkesine geri döndüğü ve 1979 yılında mide kanseri nedeniyle ebediyete irtihal ettiği kayıtlara geçmiş (Rometsch 2014).

Sevdadan hasrete, çileden gurbete uzayan bu öyküyü Rahmi Saltuk’un deyişiyle bit
irmek isterim: “ekmeği bol, acıyı bal, sıratı yol eyledik; geldik bugüne”.

Kaynaklar:
Jutta Höhne, Benedikt Linden, Eric Seils, Anne Wiebel (2014). WSI-Report Nr 16: Die Gastarbeiter - Geschichte und aktüelle soziale Lage. September 2014. URL: http://www.boeckler.de (10.09.2014).

Claudia Rometsch. Als Deutschland zum Einwanderungsland wurde. MIGAZIN: Migration in Germany. URL: http://www.migazin.de/2014/09/10/als-deutschland-zum-einwanderungsland-wurde/ (10.09.2014).

Not: Avusturya'da aylık olarak yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi'nin eylül 2914 sayısında yayımlanmıştır. Rahmi Saltuk'un söylediği türkünün sözleri Hasan Hüseyin Korkmazgil'e aittir. Bkz.: http://europa-journal.net/ veya
https://www.yumpu.com/de/document/view/27105644/september2014-

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...